Devin Canı / Masal


 01 Temmuz 2025

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir dev varmış. Bu dev Kaf Dağı’nın arkasında değil de hemen beri yanında yaşıyormuş. Çünkü insanlardan fazla uzakta, öyle devler ülkesinde falan yaşamaya dayanamazmış. İnsanları çok sevdiğinden, dost canlısı bir dev olduğundan değil haa... 
Yoksa bu dev de çoğu masal devi gibi insan düşmanı, sinsi, hileci, kendini çok akıllı sanan bir devmiş. Yine çoğu masal devi gibi aslında bütün oyunları yalçın bir kaya üstünde yelin getirdiği bir serelik toprağa ekilmiş gösterişli ama kokusuz, meyvesiz bitkiler gibiymiş.
Şimdi diyeceksiniz ki, madem insanları sevmiyor, ne diye insanlara yakın yaşıyor, bu sinsi dev?
Çünkü gıdasını insanlardan alıyormuş. Bu devin iki yüzü varmış. Biri masallardan bildiğimiz, kazan kelleli, çapa dişli, kızdı mı başının yedi deliğinden yılandili gibi yedi ateş yalımı çıkaran gerçek yüzüymüş. Diğerine gelince, bu gerçek yüzünü örtmek için kullandığı, yedi kat gergedan derisinden yapılmış, yüz türlü şirinlik büyüsüyle yüzüne yapıştırılmış insanları kandırmak ve yanına çekmek için kullandığı bir çeşit canlı maskeymiş.
Devin iki çeşit besini varmış. Biri insan kanı. İnsanları çok sever, çok sayarmış. Birinin elini öpmek için tuttuğunda, sezdirmeden sivri tırnağıyla bir delik açar, sonra öperken acıtmadan kanını sorarmış. Kaf Dağı’nın hemen az berisindeki o memleketin halkı devin de yardımıyla her yıl daha iyi ürün aldıklarını, daha iyi beslendiklerini söylüyorlarmış. Buna rağmen niçin gittikçe halsiz düştüklerini, bir deri bir kemik kaldıklarını açıklayabilen yokmuş.
Sorduğu kanla gerçek yüzünü besleyen devin, sevimli maskesinin, şirinlik büyüsünün besiniyse alkışlar, övgüler, hayranlık ifadeleri imiş.
“Aa, ne kadar iyi bu cici dev,” dermiş bir çocuk, on çocuk daha cici görürmüş devi.
Bir yaşlı teyze:
“Ne iyi, ne hayırsever bir dev, bak bastonumu taşımama yardım etti yokuşu çıkarken,” dermiş. On bastonlu nine:
“Ya, doğru… He he, doğru…” diye tasdiklermiş o teyzeyi.
Her tasdik, maskesinin daha sevimli görünmesini, yüzüne yeni bağlarla, yeni damarlarla bağlanmasını sağlarmış. 
Böyle böyle yıllar geçmiş. Dışardan gelenler: 
“Bu ülkeye ne olmuş böyle, bir baksan bayındır gibi, bir baksan insanlar hüzünlü, huzursuz. Herkes hasta sanki,” demeye başlamışlar.
İçerde de aslında bu huzursuzluğu fark ediyorlarmış bazıları. Devin maske yüzünde bir yapmacıklık olduğunu hissedenler varmış az da olsa. Sonra bir de devi övenlerin hep onu övdüklerini, başka kimseyi dinleyemez olduklarını fark etmişler.
Bir gün bir çocuk, küçük kardeşini öperken devin dişinin kızardığını fark etmiş. Dev okul çıkışı evinin önünden geçen çocukların başını okşar, öper, bazen de şeker, çikolata verirmiş. Okul çocukları çok severmiş devi.
Bu işte bir iş var, diye düşünmüş. Ertesi gün oyuna vurup kardeşinin yanağına resim dersinde kullandığı çini mürekkebinden biraz sürmüş. Sonra arkadan çocukları takip etmeye başlamış. Evet, dev kardeşinin tombul yanağına bir öpücük kondurmuş, sonra diğer çocuğa gülümserken mürekkebe batan dişinden sızan kanı iyice fark etmiş kurnaz çocuk. Dahası kardeşinin tombul yanağında mürekkep lekesinin ortasında bir kızarıklık varmış.
Gördüklerini devden hiç hazzetmeyen ağabeyine anlatmış. O da arkadaşlarına... Derken, “Bu işte bir iş var” diyenler, “Zaten o sevimli yüzünde meymenet yoktu” diyenler çoğalmaya başlamış. 
Dikkat edenler olmuş, benzer deneyler yapanlar olmuş, halkın içinde devin aslında o kadar da iyi olmadığını düşünenler çoğalmaya başlamış. Yine de neyin ne olduğunu anlayan çok azmış. 
Bunlar bir araya gelmişler, kendi elimizle başımıza bela ettiğimiz bu ifritten kurtulmanın bir yolunu bulmamız lazım, demişler. Devin mağarasına gidip, işi kökten çözmeye karar vermişler. Yedi yiğit seçmişler. Haftanın her günü biri gidecek, bilgi edinecekmiş. Sonra devden kurtulmanın bir yolunu arayacaklarmış.
Birinci gün devin mağarasına gizlice giden genç, aslında buranın bir mağara olmadığını, gizli bir sarayın kapısı olduğunu söylemiş. İkinci gün giden genç, devin sarayında kırk oda olduğunu öğrenmiş. Üçüncü gün giden, devin horul horul uyuduğunu görmüş, mutfağında parçalanmış av hayvanları görmüş, sanırım pişirmeden yiyor, demiş. Dördüncü gün giden, odaların altınla, elmasla, zümrütle dolu olduğunu söylemiş. Sözüne delil olsun diye, yanında getirdiği bir yüzüğü göstermiş. O toplantıya katılan bir ihtiyar:
“A, bu hanımın yıllar önce kaybolan yüzüğü, annem düğünümüzde hediye etmişti. Bir gün pazarda kaybetmiş hanım,” demiş. Biraz düşününce o gün pazar dönüşü devin teyzeye poşetlerini taşırken yardım ettiğini hatırlamış.
Beşinci gün giden mutfakta ölü av hayvanları arasında bir insan eli gördüğünü söylemiş. Buna inanmamışlar.
“Yok artık, o kadar da olmaz, kaç zamanlar gördüğümüz, bildiğimiz biri nihayetinde,” demişler.
Altıncı gün giden, devin uyurken yüzünü çıkarıp yatağın başucundaki çiviye astığını, ikinci yüzünün korkunç bir ifrit yüzü olduğunu söylemiş. Nefes alırken alevler çıkıyormuş ağzından burnundan. Bakmışlar, delikanlının uzun kirpiklerinin bir kısmının ütüldüğünü fark etmişler.
Yedinci gün giden genç, kırk odaya tek tek bakmış, kırkıncı odada kilitli bir kız görmüş. Kız onu görünce korkudan gözleri yuvasından çıkayazmış. 
“Aman çabuk yok ol buradan, dev seni görürse diri diri yer,” demiş.
Ertesi hafta devin mağarasına, daha doğrusu sarayına bir baskın yapıp işi bitirmeye karar vermişler. Çünkü devin hayranları bunlardan şüphelenmiş, dev de her yerde bunları aramaya, halkı bu dev ve halk düşmanlarına karşı kışkırtmaya başlamış. 
Önce ilk üç genç saldıracak, mümkünse devi dışarı çıkarıp halkın gerçek yüzünü görmesini sağlayacakmış. Sonra diğerleri de yardıma gelip etrafını saracak, işini bitireceklermiş. Böyle bir plan yapmışlar ama devin sihirli güçlerinden haberleri yokmuş. Üç genç sessizce deve yaklaşırken, dördü saklandıkları yerden onları izliyormuş. Birinci, kılıcını sıyırmış, işte kalbi, deyip basmış göğsüne.
Dev feryat ederek ayağa fırlamış. Her yeri kırıp yıkarak gençlerin üstüne saldırmış. Birinciyi yakaladığı gibi kemiklerini kırıp parçalara ayırmış. Sonra kılıcı çıkarıp göğsüne elini sürmüş. Yaradan iz kalmamış. Sarayın sütunlarını yıka yıka ikinciyle üçüncünün peşinden seyirtmiş. Onlar da korkudan dışarı değil, içeri doğru kaçmışlar. Böylece devi insanlara gösterme imkânı kalmamış o an için. Dördüncüyle beşinci devi geri çevirmek için arkadan ok yağdırmaya başlamışlar. Oklarla kirpi gibi olmuş dev, yine de bana mısın demiyormuş. İkinciyi yakaladığı gibi duvara çarpmış. Duvarda izi çıkmış garibanın. Ama bu fırsattan yararlanıp üçüncü “Ya Allah, ya pirim Şah-ı Merdan” diye bağırmış ve kılıcı boynuna indirivermiş. O kocaman kelle arkadan gelen dördüncüyle beşincinin üzerine doğru yuvarlanmaya başlamış.
Yiğitler tam zafer çığlıkları atacakken devin başından sıçrayan kan damlalarının her biri bir deve dönüşmüş. Biri geri dönüp üçüncünün işini bitirirken diğerleri dördüncü, beşinci ve onların yardımına koşan altıncının peşine takılmış. 
Yiğitler bu sefer mağara ağzına koşmayı akıl edebilmişler neyse ki. Peşlerinden de devler. Aydınlık dünyaya çıkan gençler ve peşlerinden devler bir müddet insanların arasında koşuşmuş. Zavallı gençleri yakalayan devler, bir bir kanlarını dökmüş yiğitlerin ama sonra dünyaya gerçek yüzleriyle çıktıklarını fark etmişler. Birden bağırıp çağırarak kum fırtınası halinde savrulmuşlar. Sadece bir tek dev kalmış geride. Başını koltuğuna almış yaralı bir devmiş bu. Anlayacağınız devin çoğalan görüntüleri yok olmuş, aslı kalmış sadece.
Lanetler okuyarak, tehditler savurarak mağarasına dönmüş.
Yedinciye gelince... İhtiyarlar yedi yiğit seçince yedisine günlerin sırasıyla hitap etmeye karar vermişler. Buna da en cılız olduğu için yedincilik düşmüş. Önde arkadaşları, arkada dev mağaradan çıkınca kırkıncı odaya gitmiş. Kızdan bilgi almak istemiş. Burada ne yaptığını sormuş.
Kız, aslında devin kardeşi olduğunu ama kendisini bir tılsımla buraya kapattığını söylemiş. Dev insanlar arasında dolaşırken odadan çıkar, koca sarayı temizler, devin kanlı elbiselerini yıkar, ütülermiş. Üstesine de bir hata yaparsa dayak yermiş. Meğer bunların babası dev, anneleri esir aldığı bir insanmış. Oğlan babaya çekmiş dev, kız anaya çekmiş insan olmuş.
“Dev ağabeyimi böyle öldüremezsiniz, demiş kız. Devlerin canı bedenlerinde olmaz. Ağabeyim de bir büyü yaptı, canını bedeninden uzaklaştırdı ama nereye sakladı ben de bilmiyorum. Yoksa, elimden gelse çoktan işini bitirirdim.”
“İyi o zaman, şimdi çıkalım buradan,” demiş Yedinci. 
Kız gülmüş:
“Ben çıkamam, mağara kapısından dışarı baksam bile taş olurum, büyü ancak dev ölürse bozulur,” demiş.
Çıkarken Yedinciye bir dua öğretmiş.
“Bu dua seni devin gözünden saklar. Başka da elimden bir şey gelmez,” demiş. Bu sırada öfke ve hışımla devin geldiğini duymuşlar. Yedinci, sesini çıkarmadan, ağzında dua, kalbinde tevekkül mağaradan çıkmış.
Halk devin gerçek yüzünü görünce deve karşı olanlara biraz hak verir gibi olmuşlar ama bu sefer de:
“Biz idare ederdik. Şimdi sizin yüzünüzden iyice düşman olacak, artık hiç birimize rahat vermez,” diye sızlanmaya başlamışlar.
Önceden toplananlar, tekrar toplanmışlar. Çevre ülkelerdeki bilgelere akıl danışmışlar, kendi ihtiyarlarına sormuşlar. Devin canı nerede olabilir öğrenmeye çalışmışlar. 
Bir ihtiyar, devin canı Hint ülkesinde bir mandanın yüreğinde olurmuş, demiş. O da eskilerden duymuş bunu. Hint ülkesine bir heyet göndermişler. Heyettekiler birkaç manda kesmiş, bir kaç bilgeye danışmış ama bir sonuç alamamışlar. Ülkedeki bütün mandaları kesecek değiller ya. Zaten o ülkenin halkı sığır cinsinden hayvanlara bu şekilde davranılmasından hiç hoşlanmıyormuş.
Sonunda bir tapınakta sakalı üç belik örülmüş yüz yıldır bağdaş kurup oturan bir adam bulmuşlar. Herkes ona bir şeyler danışıyormuş. Sıra bunlara gelmiş. İhtiyar:
“O dedikleri doğru. Ama her devin ayrı tılsımı vardır. Asırlar önce bir dev canını manda kalbine saklamış. Şimdi ne o manda var, ne o dev,” demiş.
Bir başkası devin canının üç serçenin kalbinde olduğunu söylemiş. Çocuklar epey günahsız serçenin canını yakmış. Sonra kuşların bilgesi Hüthüt’ten bunun da eski bir hikâye olduğunu, o serçelerle birlikte o devin de yok olup gittiğini öğrenmişler. Uzun süre devin canını aramışlar o ülkede. Yanardağ ağızlarına mı bakmamışlar, Anka’nın yuvasına mı? Deniz cinlerine mi sormamışlar, ağaç kökü cücelerine mi? Yok, yok, yok...
Bu arada dev yaralarını tımar etmiş ve tekrar insan içine çıkmaya başlamış. Bu sefer iyice dengesiz hareket ediyormuş. Bazen yine insancıl davranıyor, yalakalık ediyor, bazen rastgele birini tutup mağarasına götürüyor, yakınlarının kemiklerini insanların üzerine fırlatıyormuş.
Sonunda bir gün bir ihtiyar hâlâ devin canını arayan Yedinciye demiş ki:
Çocukluğumda bilge bir masalcıdan dinlemiştim. Böyle bir dev varmış bir zamanlar, övgüyü, alkışı çok severmiş. Banka diye bir yer varmış o ülkede. Kendine bir hesap açtırmış, övgü hesabı. Herkes isteyerek de olsa, zorla da olsa o hesaba övgü yatırmak zorundaymış. Gel zaman git zaman hesap şişmiş. Dev gitmiş, namı kalmış. Yine de övgü yatırır dururmuş insanlar. Biri bir gün, bir bakalım bu hesaba ne olmuş, demiş. Açıp bakmışlar. Hesaptan kocaman bir sövgü çıkmış.
Yedinci pek bir şey anlamamış bu hikâyeden. Çünkü hiç banka diye bir şey duymamış o güne kadar. Sormuş soruşturmuş başka bilen de yok. Yine tekrar o ihtiyara gitmişler. 
“Ben çocukken bizim memlekette öyle bir yer vardı sanki, demiş ihtiyar. Aslında para, altın falan yatırılırdı ama bu övgü işi nasıl oldu bilmiyorum,” diye eklemiş. 
İhtiyarın bunadığına hükmedip yanından ayrılmışlar. Onlar giderken ihtiyar kendi kendine konuşmaya devam ediyormuş.
“O bilge masalcıyı çok severdim,” diye mırıldanıyormuş. Ama bir gün, onun da bir övgü hesabına övgü yatırdığını gördüm. Kendi masalını unutmuş muydu bu adam. Çok şaşırdım, çok…” diyormuş. 
Yedinci ve yanındakiler, bunları duymamışlar. Ama işin ucunu da bırakmamışlar. “İşin ucunda para, altın olduğuna göre bu denilen yer tefeci gibi bir şey olmalı,” demişler. O memlekette ihtiyar, hilekâr bir tefeci varmış. Gitmişler yanına, önce tatlı dille, sonra tehditle, devin canı hakkında bilgi almaya çalışmışlar.
Adam, yemin billah etmiş. 
“Tamam, benim sözüme güvenilmez ama sizi nasıl temin edeyim, bilmiyorum bu konuda bir şey, kızımın başı için,” demiş. 
Tefecinin kızına ne kadar düşkün olduğunu bildiklerinden inanmışlar.
Sonra, birden hatırlamış.
“Yıllar önce bana bir süslü sandık emanet etmişti ama bir daha sormadı, ben de unuttum gitti. Ama bildiğim kadarıyla boştu o sandık,” demiş. 
Sonra rehin aldığı mücevherlerden oluşan yığının altından zar zor sedef kakmalı küçük bir sandık çıkarmış. Merakla o sandığın etrafına toplanmışlar. 
“Bu sandık boştu, nasıl böyle ağırlaşmış acaba?” demiş ihtiyar tefeci.
Açıp bakmışlar, ne görseler iyi! Devin sevimli yüzü onlara bakmış, sırıtıyor. Canlı gibi değil ha, basbayağı canlı. Önceden övdükleri, sevimli buldukları yüzden iğrenmişler bu sefer. Yazıklar olsun, deyip tükürmüşler. Onların yüz çevirmeleri, artık sevimli bulmamaları karşısında bu büyülü yüz yavaş yavaş solmaya, kararmaya, erimeye başlamış.
Onlar sandıktaki büyülü yüzüne ulaştıklarında dev insanlar içindeymiş. Tekrar yaltaklanıp kendini sevdirmeye çalışıyormuş. Büyülü yüz ortaya çıkıp erirken, yüzündeki gergedan derisinden maskelerin damarları kopuyor, maskeler bir bir düşüyormuş.
Bir zamanların insancıl devi diz çökmüş höyküre höyküre ağlıyormuş bu arada. Sonra debelenmeye başlamış. Yedinci kat maske de düştüğünde büyülü sandığın yine baştaki gibi bomboş olduğunu görmüşler. Koca dev gergedan derisi maskelerin yanında cansız yatıyormuş.
Oradakiler, devin neden böyle birden öldüğünü anlayamamışlar ama yine de sevinmişler. Bir de bazıları artık gerçek ismi unutulan Yedincinin daha önce hiç görmedikleri sevimli bir kızla mağaradan çıktığını görmüşler.
 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 223. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 223. Sayı