HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Süleyman Abdulla 2
ERKUT DİNÇ 3
HİDAYET ORUÇOV 4
Kardeş Kalemler 5
MEHMET ALİ KALKAN 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
Seninle ben akrandık, dost.
Otlaklarda oynardık.
O zamanlar o kadar güzel koştururduk ki... Koşuşmalarımız ayaklarımızın altında kasırgaya dönüşürdü.
Kırda rüzgârı ardımızda bırakırdık. Dökülen kayısı çiçekleri, koşuşmalarımızdan ortaya çıkan kuvvetle kalkar, sonra yine uça uça yere düşerdi.
Dünya bizim için işte bu küçücük yerden ibaretti, o kadar. Kuşlar kim bilir nerelerden dizi dizi uçup gelirlerdi. Nereden uçup geldiklerini bilmezdik. O kadar kuş nereye kondu, onu da bilmezdik. Bildiğimiz sadece işte bu otlakta, faydalı böcekler, akılsız kuşlar ve kaynar yaz idi.
Yorgun argın eve dönerdik. Üzüm asmasına asılmış lamba sarı ışık yayardı. Anne babamız çardakta oturmuş bir şeyler konuşur dururlardı. Küçük kız kardeşim büyük kovada su taşırdı... Eteğine bir yığın yonca dökülmüştü, oradan başını döndüren kokular yayılırdı.
Sonra işte o hoş yorgunluğu hissedince, gökyüzündeki yıldızlara bakıp uzun uzun hayaller kurardık. Gece esintisi ağaç yapraklarını hışırdatıp havalandırdığında, herhangi bir kuşun huzuru bozulup uçtuğunda, arıktan az az akan suyun ve çekirgelerin sesi birdenbire daha da güçlü bir şekilde yayılmaya başladığında, ay ışığının yarım yamalak aydınlattığı bu yerlerde cin ya da devlerin sessizce çıkıp gelmesinden korkardık, hatrında mı?
Garip, sanki cin çıkıp gelse ne yapacaktı bizlere? Şimdi bu soruya cevap bulamıyorum, düşününce gülesim geliyor.
Hatırlıyor musun, asla yorulmazdık. Sen de ben gibi sıskaca, çevik, içi içine sığmayan bir çocuktun. Beraber gidip ot biçerdik, su taşırdık, birlikte komşunun ayvasından aşırır yerdik. Mısır saplarını emerdik, şeftali mantarı lezzetli olurdu. Ağaçların altındaki nemli yerlerde mantarlar büyürdü, onların değnekle vura vura başını gövdesinden ayırırdık.
Sürekli saçın uzayıverirdi. Çok mu hızlı uzardı saçın? Ne zaman baksam, dağınık olurdu. Anne babamızdan “Saçın tırnağın uzadı, kesmeyecek misin?” diye azar işitirdik.
Hiçbir şeyin önemi yoktu bizim için. “Size bakmam gerek.” derdi annem. Annem ev işinden başını alamazdı. Onlar biz gibi hızlı değillerdi. Heybetli, güç kuvvet doluydular ama çeviklikte bize yetişemezlerdi. Bize ne o kaygılardan? İkimizin kendi sınırları vardı, sonsuz, sırlarla dolu, cazibeli sınırlar. Alelacele bir parça ekmek çiğneyip, arıktan bir avuç su içip giderdik. Babam iş buyururdu. O işler çoğunlukla zahmetli, zorlayıcı olurdu. Mesela çiftlikteki mısırları biçmemi buyurup kendi işine giderdi. Mısırın sapı kolumu kesse, annem can havliyle gelip elbisesinin eteğini yırtarak sarıp bağlardı. Önemsiz bir kesik için annemin yüreğinin dağlanmasına gülesim gelirdi, büyüklerin bazı davranışları böyle gülünç gelirdi bana.
Işıl ışıl gözleriyle kıkır kıkır gülen sevimli de bir çocuktun, dost.
Her daim benimle birlikte olduğundan seni ne zaman tanıdığımı hatırlayamıyorum. İkimizin de ismi aynıydı. Babam ya da annem ismimizi söylese, ikimiz de koşup giderdik. Ben hayallere, düşüncelere düşkündüm, her şeyin kökenine inesim gelirdi. Senin çevreyle ilgilenmen güzeldi, huzur veren şeyleri severdin. Armudun tatlı olup olmadığını söylediğinde o tat bana da makul gelirdi.
Bir de uykuyu severdin. Gece uyumamışsan ertesi gün gözlerin kızarırdı, yüzün solgun olurdu. Bense uykuyu sevmezdim. Bu yüzden sen uyuduğunda hayalen nereleri seyre dalardım.
Onlar mekansız, zamansız sınırlardı. O sınırlarda bazen dünyadan göçüp gitmiş dedemle, dahası tanımadığım kim bilir kimlerle karşılaşırdım. Kâh da uçardım, dost! O zaman seni görmezdim, yalnız seni mi, kendimi de görmezdim. Sanki dinleyen ve gören bedensiz şeffaf bir şeydim de mekanlar ve zamanlar üzerinde uçup giderdim. Ve mekanlar neredeydi? Nasıl zamanlardı onlar? Kâh garip yaratıklar peyda olur kovalarlardı…Kâh da en korktuğum durum ortaya çıkar, babamın ya da annemin öldüğünü görürdüm. Büyük bir ızdırab içinde kim bilir nerelerde kimlere bir şeyler der, yalvar yakar yürürdüm… Uyanıp kendime geldiğimde, bunun düş olduğunu anlayamazdım.
Sana sorsam, omuz silkerdin. Düşün ne olduğunu bilmezdin. Benim gördüğüm o sınırlardan ve mekanlardan habersizdin.
Ya ben? O mekanlardan haberdar olmuşken geri dönmeyi isteyebilir miydim? İlginç olan şu ki, gördüğüm o yerlerde hiç acıkmaz, susamazdım, uykum da gelmezdi, her zaman enerji doluydum… Ama gördüklerimin gerçek olmadığını, sis misali şuuru çevreleyebilen hayalet gibi bir şey olduğunu ruhum bedenime geri dönünce anlar, kâh sevinirdim kâh kederlenirdim.
Sen ise işte o… Gözleri çakmak çakmak olan becerikli ve sevimli, yaramaz ve sadakatli bir erkek çocuğuydun… Daima yanımdaydın.
Ah ah, hangi yollardan geçmedik seninle… Sonbaharda çorak bozkırlarda, yağmurlar altında pamuk toplamalarımız hatırında mı? Ellerinin morardığını, küçücük ayaklarındaki çizmene su geçtiğini, tir tir titrediğini, sonra da ikimizin ateş yaktığını? Acaba soğuğa da sıcağa da aldırmadığından mı sen hemen üşüyüverirdin? Kırağı kaplamış tarlalardan soğuk vurduğunu? Ya lapa lapa yağmakta olan karlar ve bahar sağanaklarında, yaz sıcaklarında çalıştığımızı da hatırlıyor musun? Evet, o işler sana da bana da doğal gelmezdi, babamız buyurduğu için istemeden yapardık. Odun yarardık, karın üstüne talaşlar saçılırdı, toplayıp eve getirip ateş yakardık, karda kararmış görünen arıktan su taşırdık… Kolların yine morarırdı, içeriye girdiğimizde tir tir titreyip sobanın yanına çömelirdin, dost. O zamandan aklımda kalan, yine tırnaklarının uzamış olması. Ve yine aklımda kalan, ince orantısız parmakların ve nasırlı büyük avuçların.
Mutlulukların da sıradan, basit, ufak tefek şeylereydi. Tatlı nar koparıp yediğimizde zevk aldığını da hatırlıyorum; küçücük, ufak lezzetlere seviniverdiğini de.
Aradan yıllar geçti. İkimiz de büyüdük.
Günler rüzgâr gibi geçer. “Çocuğum yiğit oldu.” diye gururlanırdı annem. Ben kasırgadan hızlı, rüzgâr gibi eserdim, çevikliğim bana haz verirdi. Zira on beş on altı yaşlarında böyle olmayan genç var mı dünyada? Yeşil yeşil çiçeklenmiş bağları da, kanallarından dümdüz yüreğime doğru akan vadinin suları da içime sığmazdı.
Bir bağırsam gökler, bir yumruk vursam yer titrerdi.
Yüksekler asildi ve kendine çekerdi. Yükseklerde uçarken, kâh tanıdık kâh tanımadığım kişilerle karşılaşırdım. Tanıdıklar da yabancılar da beklemediğim sözler söylerdi. Çoğunlukla oralarda seni görmezdim. Her halükarda, derin uykuda taş gibi kaskatı kesilmiş uyurken, benim eziyetlerim ve zorlamalarımın bitip de biraz nefes alma zamanının geldiğine şükrederek, azıcık da olsa huzur bulabildiysen şaşırtıcı.
Şimdi içimi yakmakta olan başka bir pişmanlığı da söyleyeyim: yükseklerdeyken… oralarda senin bulunmanın gereksizliğini hisseder, hatta bana engel olduğunu düşünürdüm.
Bir gün sen hasta oldun. Buna da ben sebep oldum.
Aşk ateşi yakmıştı kalbimi. İşte o gece soğuktu. Sen ince giyinmiş, tir tir titriyordun. Buz gibi yağmur yağıyordu. İkimiz de sırılsıklam olup, huzurumu çalan bir ay yüzlünün gelmesini uzun uzun bekledik.
Sen bana üç dört kere “Gidelim çok üşüdüm... Bu durumda halim yaman olacak!” diye yalvardın, lakin ben inatla sözümde durdum. O zaman kulağa söz girer miydi? Alem muhabbetle diri, muhabbetsiz hayat hayat mı dediğim, sevgi ile muhabbetin farkını anlamadığım zamanlarım mıydı acaba? Ay yüzlü, malum, gelmedi. Bu arada yağmur dindi, bulutlar dağıldı, gökyüzünde başka bir soğuk, hissiz ay göründü. Bulutlar dağıldığı için hava daha da soğudu. Keyfim kaçıp, sonunda geri dönmeye karar verdiğimde dişlerinin takırdadığını, hareketlerinin sarsaklamış olduğunu, zorlukla adım atmakta olduğunu sezdim. Sana o zaman da çok sitem ettiğim aklımda.
Öyle ya da böyle, evimize geldik. Evin içi herhalde daha sıcaktı. Sana çay demlemeni buyurdum. Zavallı sen, dişlerin takırdaya takırdaya buyruğumu yerine getirdin. Birlikte çay içtik, ondan bundan konuştuk, biraz daha ısınır gibi olduk. Ilıklık uyku getirdi, uyuyup kaldık... Uykunda beni çağırdığını işittim. Endişelenip uyandım. Baksam ki, sıtma tutmuş gibi yanıyordun. Ne yapacağımı bilemeyip derin derin düşündüm, içerde ne ilaç var ne de ben bir şey biliyorum. “Sabret, tan atsın.” dedim sana. Emrime itaat ettin. İşte o halde tan atmasını bekleye bekleye tekrar gözüm kapandı.
Şükür ki, tan attığında sıtman geçmişti, fakat mecalin yoktu. Herhalde bende insafa geldim. Bugün bir yere varacağız yahut şunu bunu yapacağız diye seni zorlamadım. Biraz yatarsan kendine gelirsin, dedim.
Dediğim gibi, kendine geldin. Yapılacak çok fazla işimiz vardı. Derslere katılmamız, beden eğitimine gitmemiz, oradaki meleğin gönlünü almamız… kısaca bir dünya görevimiz vardı.
Sendeki vefalı dostluk hakkında söz söyleyenlerin, böylesi dostluk, yedi kez uyusalar düşlerine girmemiş. Ben seni mütemadiyen ezer, sana eziyet eder, senin sözlerine kulak asmazdım. Köpeğin önüne bir parça kemik atar gibi merhamet eder de yine kendi bildiğim tarafa sürüklerdim. Sana eziyet etme yoluyla yüksek rütbeye çıkarabileceğimi mi düşünmüştüm acaba? Türlü zahmetlere sokardım da daima itiraz etmeden yerine getirirdin dediklerimi, bazen de canın burnuna geldikçe bağırırdın. Mesela, ateşe atlaman gerektiğinde “Ay, yandım!” diye çığlık atardın. Kimi zaman da bile bile tekrar girmen için seni zorlardım, o halinle benim için yine aleve girerdin elbette, sadakatin çoktu senin.
Geceleri uyandırırdım. “Uykumu alamadım ki, azıcık daha dinleneyim.” diye kendince yalvar yakar olurdun gözlerini ovalayarak… “Hayır!” diye kararlı bir şekilde diretirdim. İşte bunların neticesinde sararıp soldun, haline bakılmaz dereceye geldin. O zamanlarda etrafımdaki kişilere dikkatlice bakıp senin onlar gibi görkemli, gelişmiş, kuvvetli olmayışından hoşnutsuz olurdum.
Acaba, sen de benden hoşnut değil miydin? Hayır, hoşnut olmadığını hiç hissetmedim.
Günler aylar geçtikçe ben kendi amaçlarıma yakınlaşmaya başladım. Düşüncemde sadece yüksek rütbeler vardı. İçimde yeni bir düşünce de belirdi: Sararıp solsun, canlılığı kalmasın... Nasılsa bir gün ayrılacağız. Ben yükseleceğim, muhteşem bir saygı göreceğim, sen ise işte şu mecalsizliklerin ve zayıflıkların içinde kal… Kuşkusuz bizler bir vakte kadar dostuz, bir gün gelecek ayrılacağız. Ve kuşkusuz bir gün sen beni değil, ben seni terk edeceğim, derdim. Bu duygularıma kin ve bencilliğin karıştığını bilirdim. Ama kendi kendimi kandıramam ki, içten içe bencilliğimi bilir ve bu şeytanî itiraftan kimi zaman memnun bile olurdum.
Doğrusunu söylemesem olmaz: Kendimi kandıramayıp da Allah’ı mı kandıracaktım? Birçok açıdan benden üstündün. Mesela, Allah dedik, ona benden çok itaatkârdın. Tanrı’nın söylediklerini tamamıyla yerine getirirdin. Sadece Tanrı’nın buyrukları mevzu bahis olduğunda bana itaat etmezdin. Önce o, sonra sen derdin. Allah hakkı, şirk koşmak olsa da söyleyeyim, şimdi kendin de buna emin olacaksın: Önümde Allah’ın peygamberini de kabul etmezdin. Önce Allah, sonra sen, sonra onun peygamberi derdin. Ey sapkın, ben iman getirenlerdenim. Allah bir, resulü gerçek diyenim, diye onu bazen ibadetlere de yollasam, beni Tanrı’mdan sonra koyuşun ruhumu çok memnun ederdi. Sırf peygamberden korktuğum için böyle derdim ya.
Sen mümindin. Bunu da yeni anlıyorum. Şimdi düşününce dikkat etsem de etmesem de ibadetlerini tereddütsüz yapan, hepsini elinden geldiğince yerine getiren biriymişsin.
Bir taraftan ömrün geçmesi, diğer taraftan benim yaptıklarım yüzünden sonraki dönemlerde hastalıklara daha fazla kapılmaya başladın.
Bir gün ağır bir hastalık geçirdin. Buna da sonuna kadar dayanacağını bilirdim, çeşitli şeyleri yedirirdim, ağır işleri yaptırırdım. Güçlüydün, benim o kadar gücüm yoktu. Benim isteklerim yüzünden söylediklerimin hepsini yerine getirirdin. Ağır bir şeyi kaldırman gerekti. “Hiçbir şey olmaz, bir kere denesen kaldırırsın!” dedim kin ve öfkeyle. Sesini çıkarmadan boyun eğdin, sonra ise “Dost böğrüm ağrıyor!” dedin yakınarak. Yemek verdim, “Bunu yiyemem ki!” dedin. “Yersin!” dedim! O zaman hata yapmışım, böğrün ağrısına bunu yemek iyi gelmezmiş. O zaman da söylediğimi yaptın ve yere düşüverdin. Şükür ki çok yatmadın, biraz kendine geldiğinde yine ayağa kalktın, yine altı ayak yedi kolla hizmetimi yapmaya devam ettin. Hayret ettim, her şeyde bana itaat eden bir köle gibiydin. “Sen çok akıllısın, dost. Yedi kez uyusam da düşüme girmeyecek bilimlere vakıftın. Ne dersen de yaparım. Bunların akla uygunluğunu elbette sen daha iyi bilirsin.” derdin.
Bir gün ben sana içki de içirdim.
Boşaeziyet ettim zavallı sana. Hâlin çok gülünçtü. Kendince gülüp eğlendin, yamuk yumuk gittin, çamur nerede kuru nerede bilmez haldeydin. Senin keyfin bana da geçti. Deliler gibi anlamsızca şarkı söylüyor, gülüyor, birlikte yığılıyorduk. Güç bela evimize döndük, ertesi gün başın çok ağrıdı, şarabın zehrin ürünü olduğunu, o zehir nedeniyle baş ağrısı çektiğini bilirdim. “Geçinceye kadar sabret, geçecek.” dedim. Seni böylesi bir günaha soktuğum için utanç duyuyordum. Ondan sonra sen içkinin hoşuna gittiğini bir iki kez söyledin, yine istiyorum dedin. Azarladım “Çok da önemli olmayan bir rahatlık için canından mı geçiyorsun, ahmak!” diyerek. “Haram olduğunu bile bile içecek misin, sonu azap ki bunun!” dedikten sonra bu hususta başka söz etmedin.
Yıllar geçti.
Bir gün senin yaşlanmaya başladığını sezdim.
Bunca yıl boyunca sadakatle tıpkı bir Kahf köpeği gibi ardımda yürüyen dost, artık eskisi gibi çevik, hünerli değildin. Yüzüne baktığımda kırışıklıklarının çoğaldığını, saçlarının ağardığını gördüm. Bakışların eskisi gibi ışıl ışıl değildi. Yürüyüşündeki haşmet de gitmişti. Gövden çökmüş, rengin de safran rengine kaçmış gibi göründü bana.
“Gerçekten mi?” diye sordum sana.
Bir şey söylemedin. Kadere boyun eğdiğini bildirdin.
O zaman içimde yine o kinli duygu baş gösterdi. Doğru, sadakatine laf yok ama gelecekte bana hiçbir şekilde bir faydanın olmayacağı da kesin. Çünkü kaderin bu, benim ulaştığım yükseklere, malum, sen ulaşamayacaksın! Kısmetin işte bu topraklar üzerine saçılmış. Ben, daha uzayın yükseklerine çıkacağım, orada böylesi alçakta duran dosta yer yok! Herkesin kendi yerinde kalması makul. Şu çok açık ki, bir gün ayrılacağım senden, diye düşündüm.
Sen böyle düşünceleri hayal bile etmez, bana inançla bakmaya devam ederdin.
Ondan sonra sık sık hastalanmaya başladın. Görünüşün de eskisi gibi dinç değildi, kuvvetin azalmıştı, zar zor yürüyordun. O halde bile isteklerime açıkça boyun eğer, tüm buyruklarımı eskisi gibi gerçekleştirmeye çabalardın. Sadakatin o kadar samimiydi ki… Ama gücünün kuvvetinin yetmediğini sen de ben de bilirdik. Genelde döşekte mıh gibi yatardın, o zaman hoşnutsuzluğum artardı: Nihayetinde, başkalarının da senin gibi dostları var mı ki! Onların haline bak! Benim alnıma Allah, senin gibi birini yazdı. Doğru, senden başka dostum yok! Dostu da Tanrı seçiyor… Ne yazık, ne kadar çabuk yığılıyorsun, ne kadar çabuk güçten düşüyorsun, ne kadar çabuk ölüyorsun…” diye düşünmedim, dost?!
İlginç olan şu ki, ben sapasağlamdım. Bazen hastalansam da hastalıklarım seninkine hiç benzemiyordu. Benim hastalıklarım ızdıraplar, kaygılar, gam kederler, üzüntüler, arzular ve vicdan azaplarından oluşuyordu. Seni dünyevî hastalık sıtması zangır zangır titretse, beni düşünceler, hayaller ile hüzün ve arzuların sıtması titretirdi. Elbet, hastalık Tanrımızdandır desem de, lamı cimi yok boyun eğerdin, dost.
Ezelden bildiğim ve korktuğum olaylar baş gösteriyordu.
Sen çok yaşlandın.
Gözlerinin etrafında kırışıklar peyda olmaya başladığında, saçlarına ak düştüğünde çok da itibar etmemiştim. “Gün gelince herkes yaşlanacak, herkesin ömrü bitecek ki…” diye düşündüm.
İşte o zaman, ansızın, kendimin yaşlanmadığını idrak ettim!
Evet, gittikçe ilmim artmış, zihnim gelişmişti. Çok şey biliyordum. Bu bildiklerimin arasında, acaba bilmemin gereği var mı diye şüphe ettiklerim de çoktu. Mesela, denizin dibinde yaşamakta olan balığın su yüzeyine çıktığında derisinin kabarıp düştüğünü bilirdim. Kaynar sularda yaşayan, yahut zehirlerini yiyen canlıları da bilirdim… Gereksiz bilgilerim çok olsa da onlar bana hiç yük olmaz, zekamın ne kadar geniş olduğuna, yine eşsiz bilgileri kavrayabilecek oluşuma kendim de şaşırırdım.
Evet, ben de değişmekteydim ama benim değişimim iyi yönde olsa da dostumun değişimi ters yöneydi. Hem alın yazısı hem benim huysuzluklarım yüzünden çok harap olmuştun. Çok zorlanıyordun. Kendimce her şeyi yapmaya mecbur bırakırdım seni, zorlana zorlana isteğimi yerine getirirdin de aniden iki büklüm olurdun. Kemiklerinin ağrıdığını, gücünün kuvvetinin eskisi gibi olmadığını söyleyip af dilerdin. Sen çok dürüst dosttun. Hiçbir zaman beni aldatmadın. Senin gibi dost dünyada başka yoktu. Göklerin iradesi ile benim alnıma yazılan tek dostumdun!
Veda anının yaklaştığı sık sık hastalanışından da bilinebilirdi. Gözlerinin nuru gitmiş, gitgide kırışmıştın. Gövden de küçülmüş, büzülmüştü. Lakin hâlâ isteklerime boyun eğer, yerine getirirdin. Bugün değilse de bir gün bunların hepsinin birden sona ereceğine aklım ererdi.
“Sona ererse… O zaman ne olacak?” diye düşünürdüm korku içinde.
Nihayet, tamamen güçten düştün. Şimdi gün boyunca yatıyorsun, kendi kendini idare edemezhale gelmişsin. Başında oturup, yine eskisi gibi dört nala koşuşlarımızı arzulasam da o arzuların artık asla gerçekleşmeyeceğini bilirdim. Narı severdin, ama yiyemeyecek hale geldin. Yaklaşan büyük bir hastalığın pençesindederin derin, zorlukla nefes alırken bile yorgun, soluk bakışlarını benden ayırmadan, son sözünün “Benden razı mısın, dost?” şeklinde oluşunu da aklım almıyordu.
Ne çare, şimdi ayrılıyoruz, dost!
Akıl baliğ olduğundan, çocukluğundan beri eşi görülmemiş bir sadakatle daima hizmetimde oldun.
Senin gibi bir dost başka var mıdır, dost?
Hatırında mı, kırda rüzgarları geçmek için koşuşmalarımız? Hatırlıyor musun?
Seninki gibi bir sadakat, başka kimde var, dost? Hayatta bunca yıl yaşadım, birçok dost gördüm, hep kendi isteklerinin yolunda esir oldular… Yalnız sen, daima yanımda oldun dost!
Ben sana çok eziyet ettim, her türlü yola soktum. Ben dedim diye ateşe suya girdin. İsteğime her zaman boyun eğdin. Lakin ben senin isteğine boyun eğmedim, dost. İşte şu hale düşünmene sebep de benim. Ey sadık dost, ben senin sadakatsiz dostunum.
Beni hâlâ dost diye mi biliyorsun, dost? Bunca fedakarlığına karşılık biraz sadakat göstermedim. Kendim için seni harap ettim, dost. Senin için çok az şey yaptım, sense benim için kendini, varlığını feda ettin.
Şimdi ayrılacağız, dost.
Şimdi ben arzuladığım rütbelerimin istikametinde gideceğim. Senin ömrün ise çok az kaldı. Çok yakında seni toprağa teslim edecekler. Sen toprağın altında kalacaksın, dost. Ben ise gideceğim kendi yükseklerime. Oralarda sana ihtiyacım olmayacak.
Şimdi senin bilmediğin bir sırrı söyleyeyim: Ben ezeldim. Seninle tanışmadan binlerce yıl evvel yaratılmıştım. Yani, ikimiz iki yandan dünyaya geldik, birbirimizi tanıdık. Sen de beni tanıdın ve emrime itaatkâr bir şekilde boyun eğdin!
Her ikimiz bir vücudun içindeydik dost.
Ben de senin gibi, dünyaya başka bir yolla geldim. Kim olduğunu anlamama çok az bir zaman yetti. Ne olursa olsun, canla başla hizmetimde olmaya çalışma! Bana, sadece, şimdilik lazımsın. Bu arada ömrün bitti, vücudun harap oldu, yaşlandın. Organların ardı ardına işlevini kaybediyor… Bu takdir karşısında titremektesin… Mum gibi sönmektesin.
Eğer, sadece senin isteklerine boyun eğseydim yükseklere çıkamaz yerin dibine girerdim! Sen benim için bir basamak oldun, dost! Seninle başlayıp, sonrasında kendi rütbelerime doğru ilerledim, dost.
Ebediyen elveda, ey dost!
Hâlâ dosttum musun, ey dost?