HaftanınÇok Okunanları
Serdar Dağıstan 1
SEYRAN SEHAVET 2
KEMAL BOZOK 3
Arzu Toprak 4
İshak Özkan 5
HÜRNİSE BEŞİROVA 6
HİDAYET ORUÇOV 7
*Yüz yaşına kadar yaşadı ama dünyaya gelmedi.
O yıl, kar çok yağmıştı. Ülkede, başını gökyüzüne uzatmış ne kadar dağ silsilesi varsa hepsi kar altındaydı. Kuzey batıda Tanno Ola sıradağları, kuzeydoğuda Kentei dağları, içte Hangay dağları… Çin ülkesinin sınırlarına dayanan Altayların ulu tepesi Tabun Boğdo da o yıl kardan görünmez olmuştu. Ülkenin doğusuna uzanan Kerulan Vadisindeki nehirler, Ubas Nor, Hara Usu, Airik Nor, Kirgis Nor, Hubsugul gölleri buz tutmuştu. Büyük Okyanus’a dökülen Kerulen ve Onon nehirleri, tatlı sularını denize bırakamadan donmuştu. Kuzeyde sularını denizle buluşturabilen akarsular, bilhassa bereketli Selenga ve Orhun ırmakları da o yıl akmaz olmuştu. Bu, hepsinden fenaydı. Çünkü inanışa göre Uygurların ataları, Selenga ve Orhun’un birleştiği yerde, bir adacıkta, gökten inen bir ışıkla doğmuş ve çoğalmıştı. Su, kutsaldı. Donması hayra yorulamazdı. O suyla yüzyıllarca dağlar, ormanlar, ormanlarda yaşayan hayvanlar ve insanlar beslenmiş, büyümüştü. Denize kıyısı olmayan bu ülkede, geniş düzlükler ve çöller de vardı. Bozkır dedikleri bu düzlükleri boydan boya kaplayan çayırlar, kış aylarında karla kaplanırdı. İşte o yıl, kar her zamankinden fazla yağdığından düzlükler adeta kardan bir bataklık halini almıştı. Hiç hayra alamet değildi bunlar.
Gambat’ın ailesi, Moğolistan’ın en kuzeyinde, Güney Sibirya eteklerinde on haneli bir taygada yaşıyordu. Sayan dağları, tam karşılarındaydı. Buraya, uyuyan topraklar denmesi boşuna değildi. Soğuktu, çok soğuk… Güneş, o sıcak yüzünü yılın sadece birkaç ayı gösteriyordu. Etraflarında karaçam ve köknar ağaçlarıyla örülü küçük bir ormandan başka hiçbir şey yoktu. Issızdı buralar. Sadece kendi dilinden konuşan doğa ve bir avuç insan vardı. Onlara ulaşmak istenilse bu, hiç kolay olmayacaktı. Karla kaplı ormanlardan, çorak steplerden ve buz tutmuş göllerden geçmek gerekecekti.
O gece Gambat, uykusundan sıçrayarak uyandı. Yatağında hızla doğrulup çumun içinde gezinmeye başladı. Kardeşleri Selcen’le Nimçav annelerine sokulmuş huzurla uyuyorlardı. Nimçav, seneye bu zamanlar okula başlayacaktı. Birden kendisini düşündü. Yaşı gelmesine rağmen henüz okula başlamamıştı. Rüyasında sık sık okula gittiğini görüyordu Gambat. Son zamanlarda hep böyleydi. Uyurken sayıklıyor, kan ter içinde uyanıyor ve bir daha uyumakta zorlanıyordu. Cayır cayır yanan sobaya rağmen üşüdüğünü hissetti. Çumun aralanmış kapısından içeriye giren sert rüzgâr, odanın içini doldurmuştu. O an, babasıyla büyükannesinin içeride olmadığını fark etti. Sessizce kapıya doğru yöneldi ve onları geyiklerin yanına çömelmiş, konuşurlarken gördü. Etraf zifiri karanlıktı, yüzlerini göremiyordu ama konuştukları bazı cümleleri seçebiliyordu Gambat. Ondan bahsediyorlardı.
- O da abileri gibi okula gitmeli. Okumayıp da ne yapacak! Üstelik abileriyle aynı okulda, aynı yatakhanede olacak. Göz kulak olurlar ona. Merak etme sen.
- Gambat hepsinden farklı oğlum. Sen de biliyorsun. O, bize ait olan her şeye çok bağlı. Kardeşleri dilimizi konuşamazken Gambat saatlerce konuşabilir, geyiklerin dilinden o anlar, bakımlarını yapar, sever, okşar. Arkadaş gibi… Onlar da sırtlarına Gambat’tan başkasını kolay kolay bindirmezler. Ormanı karış karış bilir. Ağacı, toprağı, börtüsüyle böceğiyle tanır. Abileriyle onu ava gönderdiğin günü hatırlasana… Nasıl da üzgündü. İhtiyacımızdan fazlasını avladıkları için öfkelenmişti onlara. Kardeşlerine de söylenir durur her gün. Suyu kirletmeyin, der. Selcen’in oyuncağı nehre düştüğünde almak için öyle bir koşmuştu ki ne olduğunu hiçbirimiz anlayamamıştık. Meğer su kirlenmesin diyeymiş. Göç zamanı sürüyü gözü kapalı önüne katabilir. Baharı bilir, kara kışı bilir. Hepimiz deriz ki: Gambat yolu bilir.
- Anne, Gambat sekiz yaşında bir çocuk. Ailemizin geleceği ise belirsiz. Daha kaç yıl dayanırız böyle? Geyikler her yıl daha az yavru veriyor, onlara da kendimize de yiyecek bulmak eskisinden zor. Biz de her yıl birer ikişer azalıyoruz. Gençleri göçer tutmak zor, rahata alışınca bu soğuğa, işe güce koşmak istemez hiçbiri.
- Ben de bunu derim sana oğul, beni niye anlamaz, dinlemezsin? Gambat, Tanrı’nın hediyesi bize. Yok olmayalım diye gönderdi onu. Dilimizi, töremizi sürdürsün diye… Geyiklerle bir konuşması var, görmen lazım. Hepsine adıyla seslenir, onlarla bir insanla konuşur gibi sohbet eder. Onlar da oğlanın sesiyle sakinler, kendi dillerinden bir şeyler söylerler. O, ne derse yaparlar. Geçen sabah annesine de anlattım. Oğlanın geyikleri bırakamadığı için okula gitmek istemediğini düşünüyor Tunsal. Geyikler olmasaydı giderdi, dedi. Geceleri korku içinde sıçrayarak uyandığını görmüş birkaç defa. Sayıklıyormuş Gambat. Annesi de istemiyor gitmesini.
- Fazla zamanımız kalmadı. Abileri okulu bitirip şehirde çalışmaya başlayacak. Kardeşleri de okula başlayınca hepten yalnız kalacak bu oğlan. Şamana gideceğiz. O, Gambat’a yardım edecek. Kalbindeki korkuyu söküp atacak.
Bunu duyan Gambat’ın kalbi daha hızlı atmaya başladı. Gözleri hayretle açıldı. Oysa bu zamana kadar ailesinin, korkularını fark etmediğini düşünmüştü. Kötü rüyalar görüyordu, ağlayarak uyanıyordu. Demek ki babası okula gitmesi konusunda kararlıydı.
Yoksa yılın bu zamanı şamana götürmezdi onu. Taygada ayinler belli zamanlarda olurdu. Güneşe, aya ve yıldızlara bakarlardı. Gökyüzü onlara ne yapmaları gerektiğini söylerdi. Hasta olduklarında şaman kötü ruhlarla konuşur, onları kovar ve hastayı iyileştirirdi. Gambat’ın iyileşmesi gerekiyordu. Babası böyle söylemişti. O da sabah olmasını bekleyecek ve ne yapacağına karar verecekti.
Sabah olduğunda kar yağışı durmuş, hava yumuşamıştı. Havanın ruhu, düne göre daha sakindi. Bu masmavi gökler ülkesinde, insanlar her şeyin bir ruhu olduğuna inanırdı. Bu yüzden nefes aldıkları her an bunu fark etmeli ve çok dikkatli olmalıydılar. Böylece hiçbir canlının ruhuna saygısızlık etmemiş olurlardı. Taygada kışın yaşamak zordu. Bu zamanlarda doğa ana, elinde neyi var neyi yoksa gökyüzünden aşağılara doğru fırlatırdı. Sert rüzgârlar, kar fırtınaları, toprak çatlatan yağmurlar… Bu sabah bir gariplik var, diye düşündü Tunsal. Güzel havaya rağmen Gambat henüz uyanmamıştı. Oysa her sabah en erken o kalkar, annesiyle birlikte geyiklerden süt sağar, sonra da kardeşlerini uyandırırdı. Anneleri, Selcen ve Nimçav’ın yüzünü kovadaki suyla yıkadı. Nehirleri kirlenmesin diye günlük temizlik ihtiyaçlarını böyle gideriyorlardı. Su, değerliydi. Onun da bir ruhu vardı. Narin, kırılgan bir ruh… Çünkü bu toprakların denize kıyısı yoktu. Biraz daha uyusun, ben süt sağana kadar nasıl olsa uyanır diye düşündü Tunsal. O sırada içeriden büyükannenin sesi işitildi. Gambat’ın yatağının yanına çömelmiş kuru ve zayıf elleriyle hem oğlanın saçlarını okşuyor hem de sevdiği şarkılardan birinin sözlerini fısıldayarak onu uyandırmaya çalışıyordu.
Bembeyaz taygada bir yavru geyik varmış
Annesinin peşinde hoplaya zıplaya oynarmış
Mutluluk dağlarda, yerde, suda, gökteymiş
Gündönümü gelince yavruya sanki nazar değmiş
(…)
Gambat, uyanır uyanmaz yanı başında ona sevgi dolu gözlerle bakan Ponsul’u gördü. Yavru geyik şarkısını söylüyordu. Sıkıca sarıldı büyükannesine. Başını göğsüne yasladı ve şarkıyı dinlemeye devam etti. Nasıl da içine işliyordu sözleri. Ağlamamak için zorladı kendini ama nafile… Dün gece duyduklarından sonra nasıl ağlamayacak, nasıl üzülmeyecekti? Gitmek istemiyordu işte. Buradan başka bir yerde hayal edemiyordu kendisini. Başka bir dilde, başka bir bedende gibiydi. Her şeye yabancı… Ponsul’a derdini anlatsa onu elbet anlardı. Dün gece duydukları bunu doğruluyordu. O da Gambat’ın şehre gidip yerleşmesini istemiyordu. Daha önce bunu neden düşünememişti ki…
O, bu ailenin en yaşlısıydı. Gözleri herkesten daha fazla görmüş, kulakları daha fazla duymuştu. Onlar ren geyiği insanlarıydı. Onu anlasa anlasa bir tek büyükannesi Ponsul anlardı. O, bu ailenin en merhametlisiydi. Kalbi herkesten daha fazla sevmiş, defalarca korkmuş, herkesten daha fazla üzülmüş ve mutlu olmuştu. Kafasını kaldırıp onun yüzüne baktı.
“Dün gece bir rüya gördüm oğlum.” dedi yaşlı kadın. “Kış obasına göç zamanı gelmiş. Çadırlarımızı dağıtmış, eşyalarımızı toplamış bekliyoruz. Abilerin şehirden gelmiş, hepimiz bir aradayız. Rüzgâr öyle kuvvetli esiyor, dallar öyle hızla sallanıyor ki birbirimizi zor duyuyoruz. Sen de rüya, ben diyeyim gerçek, sanki güney çöllerinden, Gobi’den öbek öbek kumlar obaya taşınmış, gözümüzü açamıyoruz. Geyikler huzursuz, boynuzlarını öne arkaya hızla hareket ettiriyorlar. Toynaklarını yere sertçe vurup geriye doğru çekiyorlar. Kardeşlerin geyiklere göz kulak olmak için ayakta bekliyor. Sana bakıyorum, hiçbir yerde yoksun. Sonra kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Heybetli bir kartal üstümüzde dolanmaya, kâh alçalıp kâh yükselmeye başlıyor. Bir şeyler anlatmak ister gibi… Herkes, göçün başlaması için birini bekliyor. Baban hasta, sürüyü önüne katacak, göçü başlatacak güçte değil. Yerde iki büklüm oturmuş, dalgın, uzaklara bakıyor. Öyle halsiz ki… Ağzından belli belirsiz sözler dökülüyor. “Gambat”, diyor. Gambat yolu bilir.”
Ahh büyükanne sahi mi? Böyle mi söyledi babam? Başka ne dedi? Gambat mı dedi? Sonra ne oldu? Göç başladı mı? Sürüyü kavuşturabildim mi kış yurduna? Ya benim yavru geyiğim… Ona bir şey olmadı değil mi? Hadi anlat koca kadın, ne duruyorsun? Ponsul gülmeye başladı. Ona böyle seslenmesi çok hoşuna gidiyordu. Gambat, ne zaman sinirlense “koca kadın” demeye başlardı. “Oğlum, koca kadın yoruldu. Devamını da yarın anlatırım. Yapılacak sürüyle iş var. Hadi.” Büyükannenin dediği gibi obada yapılacak çok iş vardı. Oba dedikleri yer, Sayan dağlarının eteklerinde, ıssız bir ormanın tam ortasındaydı. Geyik derisinden yapılmış üçgen biçimindeki çadırları, yiyeceklerini pişirdikleri kap kacakları, gece olduğunda içinde uyudukları yataklarıyla oraya aittiler. Ne zamandan beri orada oldukları sorulsa, ki şüphesiz bu çok garip bir soru olurdu, buna hiç kimse cevap veremezdi. Buradan hiç gitmemişlerdi ki… Ağaçlar gibi hep vardılar.
Duhaların hiçbir fazlalıkları yoktu. Ne eşyalarında ne davranışlarında ne de sözlerinde… Doğadan ihtiyaçları kadarını alır ve dağıtırlardı. Ne eksik ne fazla… Oruz ormana ava gider, yakmak için odun toplardı, Tunsal toplanan odunları kırar, yemeklerini pişirir ve çocuklarla ilgilenirdi, Ponsul evin işlerini düzenler, geyiklerin boynuzlarından hediyelik eşyalar yapardı. Bazen de ormandan yemiş toplardı. Gambat ise sürüdeki geyiklerin bakımından sorumluydu. Küçük olmasına rağmen bu işin altından ustalıkla geliyordu oğlan. Geyiklerin iyi beslenmesi, hasta ve gebe olanların bakımlarının aksatılmaması gerekiyordu. Ailenin yılda üç kere göç ettiği hesaba katılırsa bu onlar için son derece önemliydi. Gambat ne çok şey biliyordu onlarla ilgili. Onlara Tsaatan denilmesi bu yüzdendi. Ren geyiği insanları…
Tunsal, geyiklerden sağdığı sütü tabaklara boşaltıp çocuklara seslendi. O sabah, gözü Gambat’ın üzerindeydi. Son haftalarda ona bir haller olmuştu. Anne yüreği bunu sadece hissetmiyor, gözleriyle de görüyordu. Gambat, uyurken sayıklıyor, acı iniltilerle uyanıyordu. Ona neyi olduğunu sorduğunda ise her seferinde geçiştiriyordu annesini. Oğlunun ailesine ve topraklarına olan bağlılığının farkındaydı. En çok da geyiklerine bağlıydı o. Aralarında özel bir bağ olduğunu bilirdi Tunsal. Çok güzel bakardı onlara, her biriyle tek tek ilgilenir, çıkardıkları seslerden hepsini tanırdı. Onlar da bu sevgiyi karşılıksız bırakmaz, Gambat’a hiç zorluk çıkarmazlardı. Göğü avuçlayan dev boynuzlarını sağa sola sallar, hoşnut olduklarını anlatırlardı adeta. Gambat kendi dilinden şarkılar söylerdi onlara.
Ailede öz dillerini konuşabilen tek çocukları Gambat’tı. Sadece ailede değil obada da Gambat’tan başka Duhaca konuşabilen çocuk yoktu. Toplumun ileri gelenleri ve yaşlılar, dillerini kaybetmekten çok korkuyorlardı. Dilleri yok olduğunda unutulacaklarını düşünüyorlardı. “Sanki hiç yaşamamış gibi olacağız, bizim adımız, atalarımızın adları, yaşadığımız her şey unutulacak.” diyorlardı. Haklılardı. Böyle giderse çok geçmeden bu masmavi gökler ülkesinde ne ren geyiği ne de ren geyiği insanları kalacaktı. Geyikler olmasaydı gitmek ona bu kadar zor gelmeyecekti, diye düşündü Tunsal. Büyük oğulları da obada büyümüştü ama okul zamanı gelince şehre hemen alışmış, okulu sevmişlerdi. Şimdi de onlar obaya dönmek istemiyor, göçer hayatı yadırgıyorlardı. Gambat’tan ayrılmak hiç kolay olmayacaktı. Hiç…
Obada bir hafta daha yaşandı ve bitti. Bu bir haftada Gambat, her geçen gün daha da sessizleşti, görünmez olmak ister gibi bir hali vardı. Sabahları erkenden kalkıyor, kimse uyanmadan geyiklerden süt sağıyor, bir bardağını kendisi için ayırıp kalanını çumun kapısına bırakıyor ve yavru geyiğini yanına alıp ormana gidiyordu. Öğle yemeğine kadar yemiş toplayarak kendisini oyalıyordu. Çoğu kereler bir ağacın dibine bağdaş kurup etrafı izliyordu Gambat. Seyredilecek ne çok şey vardı burada. Bir insana ömrü boyunca yetecek bütün güzellikler, capcanlı renkler, güzel sesler ve kokular… İnsan bunları nasıl bıraksındı?
Babası gitmesinde neden bu kadar ısrarcıydı? O giderse geyikler ne olacaktı peki? Ailesi pekâlâ onlara bakabilirdi ama hiç kimse onlara şarkı söylemez, onlarla konuşmazdı.
Buna zamanları da yoktu. Hal böyle olunca geyikler de insanlara küser, bir daha ne süt verir ne de sırtlarına bindirirlerdi kimseyi. Gambat, bunu büyükannesinin ona anlattığı hikâyelerden biliyordu. Büyükanne Ponsul, hikâye anlatmaya çok küçük yaşlarda başlamıştı. Bazen bu hikâyeler, onun çocukken yaşadıkları oluyordu, bazense rüyalarında gördükleri, hikâyeye dönüşüveriyordu. Gambat, bu ren geyiği hikâyelerini zevkle dinliyordu.
Binlerce yıl önce, çok eski zamanlarda genç bir adam hayatından vazgeçiyor ve ölmek için Sayan dağlarına çıkıyor. Dağın zirvesine yaklaştığında kocaman boynuzları güneşte altın gibi parlayan, bembeyaz renkte, bir dişi geyik görüyor ama geyiğin yarısı yok. O yarım geyik, adama “dön” diyor. Adam korkuyla iniyor yamaçlardan. Ama yaşamına son vermekte kararlı. Bu sefer, dağın diğer tarafından zirveye tırmanıyor. Zirveye yaklaşınca geyiğin diğer yarısı çıkıyor karşısına. O da “dön” diyor. Adam çaresiz geri dönüyor. Dağın eteklerine, ovaya iniyor. İndiğinde karşısına o iki geyiğin birleştiği tam bir geyik çıkıyor. Adam, o an geyiğin boynuzlarının daha da uzadığını fark ediyor. Geyik, adamın gözlerinin içine bakarak şöyle diyor: Beni arıyordun. Buldun işte. Şimdi gidelim ve kalplerdeki kötü ruhları kovalım. Bunu duyan genç adam hayatına son vermekten vazgeçiyor ve o günden sonra, ölene kadar birbirlerinden ayrılmıyorlar.
Obada gece vaktiydi. Çocuklar uykudaydı. Büyüklerse bir türlü uyuyamamıştı. Birazdan ayin için şamana gidilecekti. Oruz, belli etmemeye çalışsa da ilk defa ayine giderken tedirgindi. Oysa şaman, hep vardı. Varlıklarının bu topraklarda vücut bulduğu ilk andan itibaren onlarla birlikteydi. Atalarının ataları da şamana giderlerdi. İnsanların kalbine girip oraya yerleşen kötü ruhlar kişiyi hasta ettiğinde şamana gidilirdi. Bu ruhlar insanı mutsuz, endişeli ya da yalnız hissettirebilirdi. O, ata ruhlarla bağıra çağıra konuşur, tüm bedeni bu konuşmaya eşlik ederdi.
Bu geceki ayin, Gambat’ın içindeki korkuyu kovmak için düzenleniyordu. O gün Gambat’a, şamana gidecekleri söylenmemişti ama o, her şeyin farkındaydı. Gece yarısı babası Oruz onu uyandırdığında hiç soru sormadan üzerini çabucak giyindi. Ponsul, çadırda kardeşlerinin yanında kalacaktı. Hava sıcaklığı sıfırın altında olmalıydı. Annesi oğlanın giysilerine son bir kez baktı, üşüsün istemiyordu. Başını ellerinin arasına alıp yüzünü şefkatle okşadı. Neyse ki gidecekleri yer obanın içinde, birkaç yüz metre ötedeydi.
Gambat, anne ve babasıyla birlikte çumun dışına adımını atar atmaz, döngürün sesini duymaya başladı. Ses, Zayal’ın çadırından geliyordu. Tsaatanlar, bu sesi nerede olsa tanırdı. Ses, şifa arayanların dileklerini ruhlara iletir, öteki âlemin iradesini de onlara bildirirdi. Çadıra yaklaştıkça davulun tok sesi daha da arttı. Gambat bu kutsal sesi, bedeninde hissediyordu şimdi. Kapıya geldiklerinde kalbinin hızla attığını fark etti. İçeri girip girmeme konusunda üçü de kararsızdı. Babası ani bir hamle yaparak çumun kapısını araladı. Etraf zifiri karanlıktı ama Zayal’ın eşi Purve, onlara eliyle içeri girmelerini işaret etti. Yaşlı kadın, ayin sırasında Zayal’a yardım ediyordu. İçeride, onların dışında dört kişi daha vardı. Zayal, bu geceye özel kıyafetini giymiş, başına da geyik boynuzunu takmıştı. Giysinin bazı parçaları, hastanın yaşına, cinsiyetine ya da hastalığına göre değişebiliyordu. Bu önemliydi çünkü ruhlar bu giysinin içine yerleştikten sonra şamanın öte âleme yolculuğu başlıyordu. Renk renk kumaşlar, irili ufaklı boncuklar, ağaç parçaları, kuş tüyleri, küçük oklardan bakır ve demir levhalar, hayvan kemikleri, onlarca çıngırak ve boyundan ayaklara kadar uzanan upuzun bir zincir… Gambat’ın gözü, beyaz koyun derisinden yapılma paltonun üzerindeki yılan resmine takıldı. Paltonun en görünür yerinden ona bakan bu yılan, belli ki yeni çizilmişti. Oldukça iriydi ve yemyeşil, parlak derisinin pulları çok belirgindi. Dili dışarıda ve kalkık, avını zehirlemek için sinsice bekliyordu. Gambat’ın içindeki korkunun nedeni bu yılan olabilir miydi? Daha önce rüyasında bu yılanı görüp görmediğini düşündü Gambat ama bir türlü hatırlayamadı. Rivayete göre insanlar, sadece geceleri değil gündüz vakti, uyanıkken de türlü rüyalar görürler fakat bunların hiçbirini hatırlayamazlarmış. “Belki bu yılanın aynısı gündüz vakti gözüme göründü, ormanda… Onu gerçek zannettim” diye düşündü Gambat. İçi ürperdi.
Gece yarısı başlayan ayin, saatlerce sürdü. Gece boyu görünmez ruhlarla iletişime geçen Zayal, bazen hayvan sesleri çıkarıyor, bazen bağırıyor, çığlıklar atıyor, bazen de kendinden geçip yere düşüyordu. Çadırın içindeki herkes, sessiz ve biraz korkmuş halde, kıpırtısız onu izliyordu. En çok da Gambat hayretler içindeydi. Zayal amcanın gözlerini sımsıkı kapatıp sağa sola sallanması, devinirken çıkardığı kalın sesler, yırtıcı bir hayvanı andırıyordu. Güçlükle soluk alır gibi bir hali vardı. Sesi, sanki biri boğazını sıkmış da bırakmış gibi boğuk çıkıyordu. Bir ara gözlerini aralayıp Gambat’a baktı ve dans etmeyi bıraktı. Ağzından uzun bir şiirin sözleri dökülmeye başladı.
*Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz
Nehirler kendi suyunu içemez
Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez
Güneş kendisi için ısıtmaz
Ay kendisi için parlamaz
Çiçekler kendileri için kokmaz
Toprak kendisi için yeşermez
Rüzgâr kendisi için esmez
Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz
(…)
Ayin bittiğinde sabah olmak üzereydi. Bu ruhani yolculukta herkes çok yorulmuştu. Kalbini açmak, ruhunu ortaya sermek hiç kimse için kolay değildi. Ayinlerde sadece hasta kişi değil oradaki herkes şifalanırdı. Sevinçte olduğu kadar kederde de ortaktılar. İnsanlar değişse bile ruhlar âlemi değişmiyordu. Herkes zamanın birinde düşüp hasta olabilir, kalp kırıklığından acı çekebilir ya da yalnızlıktan ve ölümden korkabilirdi. Yüzyıllardır böyleydi. Zayal, ne o gece ne de o gecenin sabahında kimseyle konuşmadı. Sadece kısa bir hikâye anlattı. Çok yorulduğunu ve soruları cevaplamak için yarın öğle saatini beklemeleri gerektiğini söyledi. Gambat, bu sözlere ilk başta bir anlam veremedi çünkü ayinde hiç kimse Zayal’a soru sormamıştı. Yaşlı adam onları uğurlarken elinde tuttuğu küçük, yuvarlak bir ayna dikkatini çekti. Büyükannesinden aynaların her şeyi ikiye katladığını öğrenmişti. “Gücü de ikiye katlar, zayıflığı da, yorgunluğu da” demişti Ponsul. “Yatağa yorgun yatıldığında onu gören, aynanın karşısında iki kat yorgun görünür. Sabah da yataktan iki kat yorgun kalkar.”
Uyumak için yatağa uzandığında döngür sesleri hala kulaklarında çınlıyordu. Küçük bedeni çok yorulmuştu. Hiç beklenmedik bir anda yüreği sıkıştı, kalbine ok gibi bir korku düştü. Karanlıkta rahatça seçilen bir çift göz tam karşısında hareketsiz, ona bakıyordu. Bu, bir rüya herhalde diye düşündü. Ne de olsa tüm gece görünenle görünmeyen yer değiştirmişti. Yanıldı. Geceleri, aynanın üzerine örttükleri örtü, rüzgârdan yere düşmüştü sadece. Şimdi aynada kendisine bakıyordu Gambat. Mutlu muydu?
Ertesi gün babası Zayal’la konuşmaya yalnız gitti. Oysa şaman, onlara birlikte gelmelerini söylemiş ama babası tek başına gitmek istemişti. Babasının aklından geçenleri okumak zordu. Şaman, ayin bitiminde elinde tuttuğu aynaya bakarak kalbinden geçenleri hasta kişiye fısıldardı. Evet, fısıldar gibi alçak sesle ve oradakilerin kulağına eğilerek yapardı bunu.
“O günden sonra dağ, taş kurt ve kuş dile gelip acı çığlıklarla ağıtlar yaktı. Sular kurumaya, topraklar yarılmaya başladı. Onlar, “Göç! Göç!” çığlıklarını, yerin ve suyun bir ilahî buyruğu olarak görüp yurtlarını terk ettiler. Akşamları sesler kesildi, durdular. Sabahları yine “Göç!” sesleri başladı. Yürüdüler.”
Bu hikâyeyi biliyordu Gambat. Büyükannesi Ponsul anlatmıştı ona. Zayal da bildiğine göre bu, yaşlı kadının hayalinde uydurduğu bir şey olmasa gerekti. Onlarla konuşmak yerine bu eski hikâyeyi anlatması Gambat’ı ürkütmüştü.
Saatler geçmiş babası hala yanlarına gelmemişti. Annesi ve büyükannesi ise bugün çok sessizdi. Birbirine küs iki çocuk gibi tüm gün suratlarını asmış, oturuyorlardı. Ponsul, dün geceyle ilgili hiçbir şey sormamıştı onlara. Oysa Gambat, dün gece olanları yaşlı kadına anlatmak için can atıyordu. Çumun içinde bir ara büyükannesiyle yalnız kalınca konuşmaya başladı. “O, bir hikâye anlattı.” dedi. “Eskiden, çok eskiden atalarımızın mutluluk içinde yaşadıkları ulu bir ülke varmış. Bu ulu ülkede yiyecek bol, insanlar sağlıklı ve huzurluymuş. Sonra öyle bir zaman gelmiş ki bu mutluluğun yerini korku ve endişe almış, kargaşa peyda olmuş her yere. Komşuyla amansız bir savaş başlamış ve yıllar sürmüş. Günler günleri, aylar ayları kovaladıktan sonra bu savaşa son vermek istemişler. Karşılığında Tanrı dağının eteklerindeki Kutlu Dağ isimli kutsal bir kayayı vermişler komşularına. O günden sonra…
Şimdi anlatma sırası Ponsul’a geçmişti. Gözleri kapalı, ellerini dizlerinin üzerine birleştirerek devam etti. “O günden sonra gökyüzü ve yeryüzündeki canlı, cansız ne varsa ağlamaya, inlemeye, acı çığlıklarla haykırmaya başlamış. Bunun üzerine hiç durmadan yürümüşler. Ta ki sesler kesilinceye kadar…” Gambat, büyükannesinin sesindeki hüznü fark etti. Sabahtan beri ağzından kelimeler zorlukla çıkıyordu yaşlı kadının. Gambat’ın da keyfi kaçtı.
- Neyin var büyükanne?
Yaşlı kadın, bu topraklarda anlatılan her hikâyenin arkasında, ondan daha gerçek başka bir hikâye olduğunu bilirdi. Şaman, dün gece atalarının atalarından duyduğu bu “Göç” hikâyesini anlatarak Gambat’a yol göstermek istiyordu. Ataları göç ederek yok olmaktan kurtulmuş, kendilerine eskisi gibi mutlu bir hayat kurmuştu. Şimdi sıra Gambat’ta mıydı? Demek ki ruhlar, böyle söylemişti: “Yola düş.” Peki neden? Gambat, burada çok mutluydu. Ailesinin yanında güvendeydi. Doğa, onlara her zaman cömert davranmıştı. Onlar da yeryüzü ve gökyüzüne minnet duyarak yaşayıp gidiyorlardı. Kabul etmesi zor olsa da ruhların mutlaka bir bildikleri vardır, diye düşündü Ponsul. Gambat burada bizimle kalmaya devam ederse korkuları onun ruhunu günden güne esir alacaktı. Küçük çocuğun ayağa kalkıp yürümesi hatta nefes alması bile zorlaşacaktı. Ruhu ele geçirilen kişinin zamanla gözleri görmez, kulakları duymaz olabilirdi. Böyle olduğunda doğan güneşin ışıklarını ya da ayın suya vuran şavkını göremeyecek, o çok sevdiği geyiklerle konuşamayacak, adlarıyla seslendiğinde hayvanların çıkardıkları sesleri dahi duyamayacaktı. Ne acı! Ormanda, gözü kapalı tanıdığı, bildiği her ne varsa unutacaktı. Karı, yağmuru, toprağı unutacaktı. Dokunacak ama hissetmeyecekti. Belki kendi adını, kendi dilini bile unutacaktı. Bu, bir felaket olurdu ve Ponsul, buna izin vermeyecekti.
Babası geldiğinde akşam olmak üzereydi. Elinde ormandan topladığı bir torba dolusu yemişi yere bıraktı ve ısınmak için sobanın yanına kıvrıldı. Titriyordu. Kırklı yaşlarının başındaki babasına ilk defa bu kadar dikkatli bakıyordu Gambat. Babası, yağmurdan ıslanan gür, siyah saçlarını geriye itmiş, uzun yüzü iyice ortaya çıkmıştı. Küçük oğlan, sivri çenesi ve siyah çekik gözlerini babasından almıştı besbelli. Babasının göz kenarlarında ve alnında belirgin kırışıklıklar vardı. Yüzü soğuktan kıpkırmızıydı. Sabah şamanın yanından ayrılıp doğru ormana gitmiş ve bu saate kadar da orada kalmıştı. Demek o da yalnız olmak istemişti. “Üstündekileri çıkar, hasta olacaksın.” dedi Tunsal. Haklıydı. Adamın çorapları, pantolonu ve hırkası sırılsıklamdı. Elleri ve ayakları buz gibiydi. Bunun üzerine bir yandan üzerindekileri çıkarmaya bir yandan da oradakilerin yüzüne bakmadan konuşmaya başladı.
Zayal, bir ayna uzattı bana. İçinde ruhların evlerinin olduğunu söyledi. Sevgi ve nefret, korku ve cesaret, öfke ve merhamet, keder ve sevinç evi… “Bu ruhlar sık sık ev değiştirirler. Bazen bir evde çok kısa oturur, bazen de bir ömür oradan ayrılmazlar. Bir kişi kederli, öfkeli ya da korku içindeyse kötü ruhlar o kişinin kalbine de bu aynanın içine yerleştiği gibi yerleşir.” dedi. “Oradan çıkarılmaları gerekir yoksa kişi, yaşadığı sürece bu ruhların esiri olur.” O anlattıkça ben aynaya daha dikkatli bakmaya başladım. Başta, kendi yüzümden başka bir şey göremiyordum. Sonra Zayal, “sadece gözlerine bak” dedi. İşte her şeyi o an görmeye başladım.
Gambat, nefesini tutmuş babasının ağzından çıkacak sözleri bekliyordu. Dayanamadı. “Ne gördün baba? Gözlerine baktığında ne gördün?”
Yarın sabah birlikte yola çıkıyoruz Gambat. Eğer bu hafta okula başlamazsan kaydın silinecek. Abinlere de haber verdim. Yatağın, eşyaların, odan… Her şey hazır. Yalnız olmayacaksın, onlar hep seninle olacak. Abin, okulu çok seveceğini söyledi. Binanın hemen karşısında küçük bir göl varmış. Arkasında da çam ormanları… Odanızın penceresi bu ormana açılıyormuş. Öyle söyledi abin. Yemekleri annenin yemeklerinden daha bile lezzetliymiş. Hem hiç kimse üşümüyormuş orada. Sıcacıkmış odanın içi. Okuldaki çocuklar dersten sonra birlikte top oynuyorlarmış. Abin de okul takımındaymış. “Gambat, hepimizden yetenekli. Okula başlasın, ondan hızlı kimse top süremez.” diyor.
O duygulu bir çocuktu ve bir gün babasından bu sözleri duyacağını biliyordu. İki yıldır aralarında sessiz bir anlaşma vardı. Kardeşleri ya da obadaki diğer ailelerin çocukları okula giderken Gambat odun topluyor, babasıyla ormana ava gidiyor, obadaki günlük işlere koşturuyor ve geyik sürüsüyle ilgileniyordu. Kardeşleri tatil zamanları şehirden obaya döndüklerinde her şey kaldığı yerden devam ediyordu. Gambat ne şehri ne de okulu merak ediyordu. Onlara tek bir soru sorsa ya da anlatılanları dinlese onu okula göndereceklerini düşünüyordu. Bundan çok korkuyordu. Sormamak en iyisiydi, merak eden yola düşebilirdi.
Sabah olduğunda yatağından hemen kalkmak istemedi Gambat. Kardeşleri henüz uyanmamıştı. Annesi her sabah olduğu gibi geyiklerden süt sağmaya gitmiş olmalıydı. Büyükannesi de odunları çadırın içine taşıyıp yakmak için hazırlıyordu. Kapının hemen önüne konulan çantaya takıldı gözleri. Annesi eşyalarını geceden hazırlamıştı demek ki ya da belki eşyalar aylar öncesinden o valizin içinde bekliyordu. Kim bilir? Hava bugün çok daha soğuktu. Sert rüzgârlar esmeye başlamıştı. Babası inlemeye benzer bir sesle yatağın içinde kıvranarak ona seslendi. Gambat, korkuyla babasının yanına gitti. Güçlükle konuşuyordu. Ondan kendisine su vermesini istedi. Dün, tüm gün ormanda yağmur altında kalan adam, şimdi ateşler içinde yanıyordu. Hastalanmıştı. Telaşla annesine seslendi Gambat. Sesleri duyan büyükannesi de hemen yanlarına geldi. Ne dedilerse babasını ikna edemediler. Bugün yola çıkılacaktı.
Issızlığın ortasındaydılar ama kendilerini yalnız hissetmiyorlardı. Yol boyunca onlara eşlik eden geyiklerin yanı sıra, geçtikleri her yerde doğaya ait ne varsa yekvücut olmuş onlarla birlikte yürüyordu adeta. Yola çıkalı iki saat olmuştu ve yaklaşık yedi saat daha karlara bata çıka ilerleyeceklerdi. Geçtikleri yerler ülkenin en yüksek bölgeleri arasındaydı. Kar yağışı tipiye çevirmezse yolculuk umdukları gibi biterdi. Aksi halde bu, bir felaket olurdu. Geyikler o zaman yürümeyi bırakır ve oldukları yere çökerlerdi. Onlar da geri kalan yolu yayan yürümek zorunda kalır ve yolculuk, o zaman çetin bir savaşa dönüşürdü.
Gambat, geçtiği her yere, orada bir eşyasını kaybetmiş de arıyormuş gibi dikkatle bakıyordu. Sesleri duymaya özen gösteriyor, etrafın kokusunu alabilmek için burnunu uzatıyordu. Her şey çok tanıdık ve bir o kadar yabancıydı şimdi. Bu renklere, seslere ve kokulara ihtiyacı olduğunu düşündü. Unutmaktan korktu. En çok da dilini unutmaktan ve bir daha konuşamamaktan korkuyordu. Şaman doğru söylüyordu. Kalbindeki korkuların en büyüğü, bu olmalıydı.
O saate kadar nazlı nazlı yağan kar, birden tipiye çevirmişti. Henüz varacakları yolun yarısında bile değillerdi oysa. Geyikler huzursuzlanmaya, boynuzlarını öne arkaya hızla hareket ettirmeye başladılar. Toynaklarını yere sertçe vurup geriye doğru çekiyorlar, yürümek istemediklerini anlatmaya çalışıyorlardı. Bu havada değil uzağı, önünü görmek bile imkânsızdı ama Gambat, yükseklerde uçan o kartalı gördü. Heybetli kanatları, fırtınada bile seçilebiliyordu. Etraflarında daireler çizerek uçuyor, bir alçalıp bir yükselerek sanki onların dikkatlerini çekmeye çalışıyordu. Gambat, bu anı daha önce yaşamış gibi hissetti nedense. Çok eskiden birisi ona böyle bir yol hikâyesi anlatmış gibi…
Babası, huysuzlanan geyiklerin sakinleşmeleri ve dinlenmeleri için durmaları gerektiğini söyledi. Hava çok kötüydü ve durulacak gibi değildi ama başkaca çareleri yoktu. Geyikleri bir ağacın gövdesine bağlayıp sık çalılarla örülü ormanda korunaklı bir yer bulup beklemeye başladılar. Kısa süre içinde fırtına şiddetini daha da artırınca Oruz, endişelenmeye başladı. En çok da Gambat için korkuyordu. Durum, iç açıcı değildi. Buralarda tipi, hiç durmadan saatlerce, hatta günlerce sürebilirdi. Adamın yüreği pişmanlıkla kavruldu. Kalbi hızla atmaya, endişeden nefesi kesilmeye başladı. Başı hızla dönüyor, duygularına hâkim olamıyordu. Oğlunu hızla kendine doğru çekti ve ona sıkıca sarılarak konuşmaya başladı. Donmamak için uyumamak gerekiyordu. Neler neler anlattı ona.
Gambat doğduğunda ailede yaşanan sevinç, konuştuğu ilk kelimeler, attığı ilk adımlar, sevdiği yemekler… sonra ormandaki renk renk, tatlı ve ekşi türlü yemiş adları… ağaçların adları, akarsuların, göllerin ve nehirlerin adları, dağların ve sıradağların adları, ovaların, vadilerin ve yüksek kayaların adları… yüksek kayalarda uçan kuşların adları… karla kaplı çayırlarda gizlice açan çiçeklerin adları… obadaki çocukların, kadınların ve yaşlıların adları… onların ruhlarını şifalandıran şamanların adları… avladıkları ve sonra da bundan ötürü özür diledikleri hayvanların adları… sürüdeki geyiklerin adları… gökyüzünde ve yeryüzünde ruhları dolaşan atalarının adları…
Dünyanın kıyısındaydılar. Onlar, bu masmavi gökler ülkesinde, uçsuz bucaksız dağlar arasında kalmış karlarla kaplı ormanın içinde derin ve tatlı bir uykuya dalarken uzaklardan, çok uzaklardan gelen bir şarkının sözleri işitiliyordu.
*yüzme bilmeden daha
deniz görmeden
hiç güneşte yanmadan
şimdi ölmek istemem
bir kalbi sarmadan
ben hiç kimsem olmadan
tepeden tırnağa ona hiç sarılmadan
şimdi ölmek istemem, kalbine dokunmadan
hadi al götür beni, hala benimmişler gibi
evime, yurduma
taze meyve tatları, yağmurlarında
çoban yıldızı
sen benle kal, hep benle kal
zamanın varsa biraz daha
*Avar (Dağıstan) özdeyişi
*Şaman öğretisi
*Teoman, Çoban Yıldızı