Düşten Öte Düşe Aşk


 01 Mart 2024

Şafak, zor oluyordu. Sancısı tutmuş, dölünü salamayan bir kısrak gibi ağzı tümden pembe kesilmiş bir şafak, tepelerin ardından inatla doğmaya, doğurmaya çabalıyordu. Efruz babanın da ondan kalır yanı yoktu. Geceden beri, kireç beyazı duvarlardan birine belini vermiş, keskin bıçak tezliğindeki kara gözlerini kısık lambanın ölgün ışığına dayamış, düşüncenin dibine inmiş bir kederle ıssızca oturuyordu. Bütün gün kah ağıllarda kah bahçede dolaşıp kendini kendine saklamayı becerebilmiş bedeni, gergin bir yay gibi uykudan uzak, içinden geçip duranları taşımaya çalışıyordu. Bir zaman sonra, uzaklardan bir horoz çığlık çığlığa ufkun yüzüne doğru haykırmaya koyulduğunda, anladı ki nihayet sabah oluyor. Gözlerini pencereden girmekte olan solgun ışığa çevirip, bir zaman öyle baktı. Aklından Zeliş kadın geçti birden. Birazdan gözünü güne açacak olan Zeliş kadın, onu böyle ıssızlıklarda yakalamasa iyi olurdu. Ağırca yerinden doğruldu. Saatlerdir kımıltısız duran bacakları, halsiz bedenini taşımaya gönülsüz, sancıdı. Sancı geçsin diye bekledi biraz. Sancı geçmedi. Bacağının teki, boydan boya karıncaların saldırısındaki bir şekerli kök gibi can havliyle titredi. Karıncalar yürüdü, tüm bacağını sardı. Mecbur, kalktığı yere çöktü. İki ayağını birden ileriye uzatıp beklemeye koyuldu. Zeliş kadın, onu böyle ayaklarını uzatmış, gözlerini yummuş, otururken buldu. Eşikte irkilerek durdu. Göğsünden bir deli çarpıntı geçti, içi daraldı. Bedeni şaşkınlıktan sıyrılıp da ayaklarıyla öteye fırlayacakken, Efruz babanın bacağını sıvazlayan elini görüp durdu. Fakat bu kez de başka türlü bir telaş yeli içini yalayıp geçti. Ağrısı sızısı mı vardı? Derdi tasası mı vardı da şafağın bu zamanını bu sahanlıkta karşılıyordu?! 

Efruz baba gözünü açıp da baktığında, eşikte eli böğründe duran Zeliş kadını, bu telaşlar içinde karışıp dururken buldu. Yıllar yılı bir gölge gibi peşi sıra gelen, kırılganlığını yitirmiş bir cam fanus gibi öteyi beriyi aydınlatan ama ille de yanı sıra durmaktan mutlanan bu güzel yürekli kadının telaşını anladı. Elini usulca kaldırdı. Kadın, iki adımda yanına varıp, gözlerinde alev gibi bir kaygıyla baktı: 

-Hayırlar olsun. Hayırlar bulsun Efruz ağam. Bu ne haldir? Nedir seni erkence uykundan eden? Bir derdin mi var demediğin? Hekim, ilaç mı gerektir? 

 

Pencereden girip duvarlara yansımaya başlayan ışığın içinden, ayrı bir ışık taşıran aydınlık yüze baktı Efruz baba. 

-Yok dedi derdim bedenimle değildir, telaş etmeyesin. Uyku tutmadı biraz, hepsi budur. 

Zeliş kadın, dikkatlice Efruz Babanın yüzüne baktı. Gözleri, sözün ötesini arayıp durdu. Onun demediği, diyemediği bir şeylerin saklı duran ucu görünüp yitmiş gibi baktı ısrarla. 

- İyi de seni uykudan eden nedir onu de bana.

Efruz baba omuzlarıyla hiçlemeyi denedi aklındakini. Çekip gitsin istedi Zeliş kadın. Bekledi. Fakat kökü derinde iri bir ağaç gibi, sağlamca duruyordu Zeliş kadın. Hiç de gitme niyetinde değildi. Uzun uzun baktı. Adamın gözlerinin gerisinde gördüklerini tarttı bir zaman. Karanlığın içinden yansıyan bu gözlerde, derin bir endişe saklanmaya çalışıyordu. Usulca, takılı durduğu yerden kayıp dökülüveren bir ipek şal gibi yaşlı adamın dizi dibine çöküverdi. 

-Seni bilirim, seni tanırım ben. Nice zamandır tanır, bilirim. Bundandır ki inanmaz dediklerine yüreğim. Gözlerinde bir saklı var. De bana nedir derdin. Sen benim babam bildiğimsin, ağam dediğimsin. 

Efruz Baba gerildi. Huzursuzca kıpırdadı. Dikkatlice, ölçercesine baktı Zeliş kadına. Sesi duyulur duyulmaz çıktı: 

- Bir düş gördüm dün gece? Baktı Zeliş kadın. 

Bedeni hafifçe öne doğru eğildi. 

-Hayırlar olsun ağam, aydınlığa eş olsun düşün. 

Gözlerini adamın yüzüne dikip bekledi. Düş, bir türlü söze gelmemiş, öylece asılı kalmış gibi sustu Efruz Baba. Zeliş kadının yüreği daraldı yeniden. Kaygıyla baktı uzun uzun. 

Uzaktan uzağa, bir başka horoz karıştı yeni sabahın seslerine. Tiz bir haberci ıslığı gibi yankılanıp kayboldu. Işık, artık iyiden iyiye odayı kaplayarak genişledi, yayıldı. Efruz Baba, bir yerlerde var olup sesi çıkmayan bir sesi duymak içinmiş gibi derin bir sessizlikle öylece duruyordu. Sonra birden konuşuverdi. 

 

-Nereye yorulsa olmaz bir düştü Zeliş kadın... 

Zeliş kadın tepeden tırnağa ürperdi. Yüreği karardı, sustu. Eli, başka birine aitmiş gibi kendi bildiğini okuyarak kalktı, gitti kendine sarıldı. Düşün hayra yorulması düşmüş gibi korkuyla kasıldı. Sonunda, atlamaya karar veren bir insanın boşluğun kıyısındaki kararlı sesiyle söylendi 

- De ağam dedi nedir düşün? Obanın başına sevinç mi gördüğün? Akça yüreğime ağıt mı yakmam gerektir tez elden? Nedir bildiğin? 

Efruz Baba, ağır bir yükün altında sersemlemiş gibi, tükenen bir güçle anlatmaya koyuldu. 

-Düşümde, bey konağının avlusuna bir şafak vakti kar beyaz bir tay girdi. Tay da taydı hani... Güzeller güzeli, akça yeleli. Heybetle duruyordu. Sırtında ateşten bir top vardı. Ateşten top, o yürüdükçe büyüyüp ışıyordu. Odalar, avlular güneş aydınlığı kesilirken ötede beride kan kırmızı güller iri iri durmadaydı. Bey uyanıp avluya çıktığında, önce gülleri görüp onlara yöneldi. Fakat birden beyaz atı gördü. Donakaldı. Beyaz at yürüdü, gidip beyin önünde durdu. Durmasıyla birlikte, beyin ata binişi bir oldu. Ve o zaman at ve bey ateşten bir top olup döne döne yanmaya başladılar. Su diye neye el atsak, ateş olup yaktı. Her şey ateşe kesti. Ne bey kaldı geriye, ne konak ne at. Bir beyaz toprak oldu her şey ve üstünde çıkrığı büyük bir kuyu açıldı. 

Zeliş kadın şaşkınca açılan iri ela gözleriyle Efruz Babaya bakakaldı. Efruz Baba, gördüğünü yeniden görmüş gibi ürküntü içinde duruyordu. Zeliş kadın 

-Hayırlar olsun dedi yeniden sonra ekledi usulca 

-Nedir ağam bu düşün dediği? Bilirim düşü güzel kılmaktır dileğimiz ama yine de kaygı vardır gözlerinde. Nedir dediği düşün ağam de bana?!

Efruz Baba ağır ağır başını salladı. 

-Bir yanım ferah kesilir düşün içinde ve bir yanım oturur ağlar düş yüzünden. Bir yanı gül bahçesi, bir yanı yangın. Obanın başına bir iş gelmede ki; ne yana çeksen mümkünsüz, ne yana çeksen dönüşsüz. Ağıt bir yanı ve bir yanı rıza… Yine de hayır dileyelim yaradandan…

 

Gün ola iyi ola. 

Zeliş kadına baktı, sustu. Uzaktan uzağa öten horozlara, avludaki horozlar ve bahçedeki kuşlar da katıldı. Efruz Baba, karıncalarından kurtulmuş ayağının üzerinde doğruldu, yürüdü. Tam odadan çıkacakken durdu, ardına döndü. Zeliş kadın yeni bir merakla baktı. 

-Kimse bu düşü bilmese iyidir Zeliş kadın dedi sonra da eşikte kayboldu. 

Zeliş kadın, bunca yıldır tanıdığı ve hiç bu kadar derin bir kederde görmediği Efruz Babanın ardından, koyu bir korkuyla baktı. Elleriyle yüzünü, yüzünün içinden korkuyla bakan gözlerini örttü. Gelecek neyi getirmekteydi. Neler olmaktaydı, neler olacaktı? 

Efruz Babanın düşü üzerinden bir bahar, bir yaz geçti. Oba, sonbaharın ilk günlerinde yükünü toplayıp düze inme hazırlıklarında iken, bir sabah erkenden tez ayaklı bir atlı, çadırların arasından seyirterek beyin çadırı önünde durdu. Kara yağız bir delikanlı, atından sıçrayıp indi. Hafiften bir toz kalkıp öteye savruldu. Çadırların arasında gezinen kuşlar, çırpınıp uçuştu. Çadırdan irice bedenli bir genç çıkıp, konuğu karşıladı, beye haber vermeye gitti. Az sonra bey konuğu karşısına almış dikkatle dinliyordu. Konuşmalar bitip de haberci atlanıp gittiğinde, çadırlarda günlük hayat çoktan başlamış işler yarılanmıştı. Bey, bir zaman sonra atını hazırladı, bindi. Yüzü, renk vermez bir ciddiyette, duvar gibi durgundu. Gün yükselirken, kimseye bir şey demeden dağın yamaçlarına doğru atını sürüp gitti. 

Oba, bu tür bir tavra pek alışık olmasa da, ses etmedi. Büyükçe bir çadırda hamur açıp gözleme yapan Zeliş kadınla çadırın önünde bakraçları elden geçiren Efruz Baba, göz göze geldiler. Zeliş kadın uzaklaşan atlının ardından dikkatlice baktı. Gün bitmeye yakınken, obaya bir başka atlı geldi. Çadırların arasından geçip Efruz Babanın çadırına yanaştı durdu. Obanın en yaşlılarından olan Efruz Baba, kocalardan ikisiyle söyleşiyordu. Haberci gelip selam verdi, selam aldı. Güneş yanığı yüzünde, iri zeytinleri andıran parlak gözlerinde ışıltıyla bakıyordu. 

-Sefer Bey, bizim beye konuk olmuştur. Efruz Baba ile üç beş erenler buyursun, gelsin der. Efruz Baba ile yanındakiler bakıştılar. Töreler ard arda gitmeyi buyurmazken beyin bu ettiği garipti. Efruz baba, aklından geçenleri belli etmeden yol yön sorup haberciyi uğurladı. Kocalar sıkıntıyla bakıştılar. Kara Ömer kalın kaşlarından birini hafifçe kaldırarak ötekileri süzdü. 

 

-Ne olmaktadır ağalar? dedi 

Efruz Baba temkinli olmayı yeğleyerek, sesine telaşsız bir ses yükleyip umursamaz bir tavırla 

-Sefer Bey gençtir, kanı delidir. Yol yöntem eksiği olabilir. Kızmamak, töreyi belletmek gerektir dedi. 

Kocalar kendi aralarında bakışıp homurdandılar. 

-Gitmeyelim, öğrensin töreyi dedi biri. 

Efruz baba dikkatlice baktı arkadaşına: 

-Yolu bu olmasa gerek ağalar dedi. Varıp gitmezsek, küçük düşürmüş oluruz beyi. Amma gidip uzun boylu konukluk etmesek de yeri. Tez elden gidip beyin yanına varalım bakalım ki ne olup bitmekte. 

Kocalar, bu sözleri dinleyip davrandılar. Gün, ağır ağır dağlara doğru inerken atlanıp yola çıkmışlardı bile. Hava kararmaya yüz tuttuğunda, uzaktan uzağa gelen sesler bir şenliği haber vermekteydi. Genç delikanlıların neşeli şakalaşmaları yankılanıyor, genişçe bir obada yer yer yakılmış oba ateşlerinin ve çadır ışıklarının parlaklığı seçiliyordu. Karşılayıcılar obanın girişinde kocaları karşıladılar. Görkemli bir çadırda kurulan zengin bir sofraya buyur ettiler. Oba beyi, konukların ayağına kalkıp saygıyla selamladı. Sefer bey de aynı şekilde kocaları saygıyla karşılamak için doğruldu. Efruz baba, sofranın başköşesinde oturmakta olan beyin durgun haline dikkat etti. İçi sıkıldı. Gösterilen yere otururken, dikkatlice beyin yüzüne baktı. Neye yoracağını bilemediği bir sıkıntı taşımaktaydı Sefer Bey. Efruz Baba,vakit geçirmeden gitmek gerektiğini düşündü. Bir yolunu bulup, kimseyi gücendirmeden buradan ayrılmaları gerekti. Yeni gelen konuklar oturur oturmaz, yemekler, içkiler tazelendi. Masraftan kaçınmayan oba beyinin yüzünden ışıltılar, gözlerinden sevinçli pırıltılar gezinmekteydi. Efruz Baba, içinde gittikçe büyüyen bir garip endişe ile kıpırdadı. Söyleşen, eğlenen, şakalaşan bu kalabalıkta anlaşılmayan bir gariplik bir fazlalık seziyor, neye yoracağını kestiremiyordu. Bir ara çadırın dışında bir kaynaşma oldu. Ev sahibi bey, kulağına fısıldanan bir sözle kalkıp çadırın dışına çıktı. Ardından içeri girip konukları dışarı davet etti. Konuklarla birlikte çadırın içindeki herkes dışarı çıktı. 

 

Çadırların çevresi, güçlü ateşlerle aydınlatılmıştı ve adeta gündüz gibi parlak bir aydınlık vardı. Efruz Baba huzursuzca soluklandı. Niçin dışarı çağırıldıklarını merak ederken çadırların ötesinden iki kişinin yedeğinde bir at göründü. Binicisiz at yaklaştıkça belirginleşiyor, belirginleştikçe Efruz Babanın belleğindeki eski, üstü örtük bir düş gittikçe daha çok netleşerek ortaya çıkmaya başlıyordu. At, büyük çadırın önüne gelip durduğunda, Efruz Baba iliklerine kadar titrediğini hissetti. Bu, güçlü bacakları, heybetli gövdesi, yere çalıp durduğu taze toynaklarıyla kar beyaz bir taydı. İki mevsim önce düşünde gördüğü, neye yoracağını bilemediği düşteki tay bundan başkası değildi. Çadırın önündekiler, adeta soluklarını tutarak bir zaman taya baktılar. 

Sefer bey, ata gözlerini dikmiş öylece kalakalmıştı. Gözlerini kar beyaz taydan ayıramıyordu. İlerledi. Atın yanında durdu. At, çok iyi tanıdığı biriymiş gibi burnunu beyin koluna dayadı, kokladı, kıpırdadı. 

Uzakta bir yerde, bir çoban köpeği dehşetengiz bir haykırmayla havlamaya başlamasa, bir tablonun donmuş parçaları gibi ikisi öylece kalacak gibi duruyorlardı. Havlama sesinden ürken tay, sinirlice toynaklarını yere vurdu. Konuk Bey, ev sahibine baktı. İki genç insan bakıştılar. İkisinin de gözleri farklı şeyler söylüyordu. Efruz Baba, beyin gerilen bedenine baktı. Bir an önce gitmeleri gerekiyordu. İçindeki sıkıntı, boğucu bir hal almıştı. Sefer bey, birden bire herkesi iliklerine kadar donduran bir sesle konuşmaya başladı. 

- Bu tay benim olmalı. 

Ev sahibi, sanki bunu bekliyormuş gibi sakince baktı. Bakışında ne bir kızgınlık, ne bir şaşkınlık vardı. Hatta anlaşılmaz bir sevincin keyfini sürüyor gibi belli belirsiz gülümsüyordu. 

-Size yaraşır dedi. 

Sesi, kışkırtan bir tatlılıktaydı. Herkes, birdenbire ortaya çıkan, bu beklenmedik durum karşısında şaşkına dönmüştü. 

-Yalnız dedi ev sahibi o çok değerli bir at. Onun değerinde neyiniz ola ki onu istersiniz? 

 

Çadırın önündeki herkes, hafifçe esmeye başlayan rüzgarın içinde, birbirine her an biraz daha meydan okuyarak yaklaşan bu iki insanın soluklarındaki yükselen ritme korkuyla kulak kabartıyor, susan bütün seslere aldırmadan havlayıp duran çoban köpeği aykırı ve belki benzer bir telaşı yankılandırıyordu. Sefer Bey, elini atıp beyaz tayın boynunu kavradı. Hayvan başını kaldırıp onun gözlerinin içine baktı. Uzunca bir bakıştı. Garip, benzersiz, anlaşılmaz bir bakış... Kar beyaz tay, kişneyerek sıçradı Gecenin içinde kişneyişine karşılık bulacak gibi başını savurup durdu. Gün ışırken, Efruz Baba ve kocalar Sefer Beyi zor bela alıp gittiler... Gün yükselirken, obada her şey yoluna girmiş gibi görünüyordu. Kadınlar hamur yoğuruyor, gelinler çamaşır yıkıyor, kocalar iş görüyordu. Her şey yolunda gibiydi ve aslında hiçbir şey eskisi gibi değildi. Çadırından gün boyu çıkmayan Bey, akşam olunca deliye döndü. Atına atlayıp dağlara vurmak, kar beyaz tayı görmek istiyordu. Herkes şaşkınlık içindeydi. Kocalar ne yapacaklarını bilemeden toplaştılar, konuştular fakat hiç kimse neyi, neye yoracağını bilemedi. Zeliş kadın kararmakta olan gökyüzüne bakıp Efruz Babanın yanına oturduğunda sorusu artık ağzında duramayacak kadar ağırlaşmıştı. Efruz Baba anladı. 

-Düş dedi Zeliş kadın. Düşünde bir beyaz tay görmüştün ağam. 

Efruz Baba başını salladı. Kar beyazın aydınlatan yüzünü ve Sefer Beyin içine düşen ateşi düşündü, anlamaya çalıştı. Güngörmüş, gün öğütmüş yüreği sızladı. Beyaz bir taya tutkun bir bey ne kadar gerçekti. Günler sonra Oba, beyin adeta hastalandığını kabullenerek göçünü toplayıp düze indi. Herkes, yükünü açtı, evini yerleştirdi. Bey konağı da, gereğince hazırlığa girişti. Gece, bey konağında hazırlıklar yapılırken, dağların gerisinden ay ışığına eş bir aydınlıkta dört nala bir tay, konağa doğru yola çıkmıştı. Duraksız koşmaktaydı. Geldi, konağın açık avlu kapısından girdi. Ağzı beyaz köpük içinde, sırtı terliydi. Gün ağarıncaya dek, konağın avlusunda ay ışığında oturan iki yaban tutkuyu kimseler görmedi. Günler geçti... Kar beyaz tay, gün solunca dörtnala geliyor, gün ışırken geldiği gibi gidiyordu. 

Günlerden bir gün, kış bastırırken, sevdalı bir delikanlı sevdiğini görmek için dolaşırken, soluk soluğa gelen beyaz tayı fark etti. Haber çarçabuk yayıldı. Söylentiler aldı yürüdü. Herkes, bu neye yoracaklarını kestiremedikleri durumdan huzursuz olmaya başlamıştı. 

 

Kış hükmünü sürerken, ilkin koca Ömer hastalandı. Halsizleşti, kesik kesik öksürür, soğuk soğuk terler oldu. Ardından yemeden içmeden kesildi, yatağa düştü. Ateşten kavruldu, susuz bir toprak gibi çatlayan dudaklarıyla mırıltıdan öte söze hasret kaldı. Koca Ömer’in ardından, gelini yatağa düştü. Kısa zaman sonra da evdeki herkes hastalandı. Eve gelip gidenler de teker teker hastalığın pençesine düştüler. Kışın en karanlık günlerinden salgın bütün obayı sarmıştı. Gençler, yaşlılar kırılıyor, hekim, ilaç kar etmiyordu. Efruz Baba, Sefer beyin bu kendini bilmez zamanlarında idareyi ele almış, herkesi birlik içinde tutmaya çalışıyor, başlarına gelen bu yeni felaketten Sefer Beyi ve bu uğursuz sevdayı sorumlu tutan obanın tepkisi ise gün geçtikçe büyüyordu. Hastalık nereden, nasıl gelmiş de obayı sarıvermişti?

İlk hastalanan Koca Ömer olduğu için, insanların aklına türlü türlü düşünceler gelip gitti. Kimisi Sefer Beyin şölene konuk olduğu şölen sofrasını, bir tuzağı düşünür oldu, kimisi o şölene gidenlerin lanetlenip, lanetini obaya taşıdığına inan getirdi. Baharın yaklaştığı bir gece, beyaz tay ay ışığını peşine takıp yine Sefer Beye koşmaya koyulmuştu. Sefer bey, artık yaşamıyla eşleştirdiği beyaz tayı bekliyor, bir yandan da bedenine yayılmaya başlayan hastalığa direnmeye çalışıyordu. Efruz Baba da hastaydı. Obadaki herkes gergindi. Kimsede dirlik, düzen kalmamıştı. Başlarında bir uğursuzluk dolaştığına iyice inanan halk, beye ve sevgili tayına ateş püskürüyordu. Gece iyice ilerlediğinde, öfkesi en koyu olanlar bu işe bir son vermeye, laneti ortadan kaldırmaya karar verdiler. Silahlanıp beyin evine doğru yola çıktılar. Karanlık içine gizlenip, beklemeye başladılar. Çok geçmeden beyaz tay çıka geldi. O gecenin farklılığını o da hissetmiş gibi huzursuzca kişnedi. Sefer bey de, konağın çevresini saran adamları fark etmişti. Gitsin diye taya kapıları açtı. Tay kaderini seçmiş bir sevdalı gibi kapıları tekmeliyor, gitmeyi reddediyordu. Gecenin içinde şaha kalkıp duruyor, konağın avlusunda rüzgar gibi dolaşıyordu. Sonunda gidip beyi sırtına aldı. Gecenin içinde, gözünü konağa dikmiş olanları izleyenler, gördüklerini tam olarak kavrayamadan olanı biteni izlediler. Olan biten dehşet vericiydi. Beyaz tay ve sırtındaki bey bir süre sonra alev alev yanmaya başlamıştı. Avluda başlayan yangın, bir süre sonra konağa sıçradı. O gece alevleri izleyenlerden biri, Efruz Babaya koştu. Efruz Baba konağa geldiğinde, her şey alevler içinde yanmaktaydı. 

 

Tıpkı düşünde olduğu gibi, beyaz tay ve sırtındaki bey ateşten bir top gibi yanıyordu. Her şey inanılmazdı. Yangın, bütün her şeyi yutup tükettiğinde, olan biteni görenler yanan avluda son gördükleri şeyi hayal ettiklerini varsaydılar. 

O bir hayal miydi? Beyaz tay bir büyülü ece miydi yoksa Sefer Bey bir deli aşık mıydı? Kimseler bilemedi... 

Ve o günden sonra, ne zaman birisi onulmaz bir aşka düşse, bir parça aşk, kar beyaz bir taya binip bir deli sefere çıktı denir. Aşk düşe, düş aşka karşılık gelir...

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 207. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 207. Sayı