Ekşi Üzümler


 01 Ekim 2024

Ben de onu özlüyordum. Çok özlüyordum.

Kendimi bildim bileli bu iki oda bir de salonu olan evdeydim. Babam on sekiz yaşıma girdiğim yıl alıp beni bu eve getirmiş ve artık burada kalacaksın, bu evin gelini oldun, demişti.  Beş çocuğa bakacak kadar durumu iyi değildi. Fakirdik işte. Babam ne yapsındı? 

Gelin olarak geldiğim evin daracık avlusunu saran yüksek duvarları, içimi karartan koyu yeşil yapraklı asmalarla çevriliydi. Üzümleri ekşiydi. Hiç yenmezdi ki. Odanın birisi kayınvalidemle kayınbabamın diğeri bizimdi. Sabahları ne varsa yer içerdik,  erkekler işe gider biz de ev işi yapardık. Tavuklara yem atar, civcivlere dadanan kediye kızar, üzümün ekşiliğinden yakınırdık, akşama sofrada toplaşırdık. 

İyiydik biz. 

Keşke gitmeseydi.

Eşim, Almanya’da bir inşaatta işçi olarak çalışmaya karar vermişti. Arkadaşlarının çoğu orada çalışıyormuş. Tatillerde arabalarıyla, paralarıyla geldikçe onlara hevesleniyormuş, ben de gideceğim ve cebimde paralarla, altımda arabayla geri geleceğim, derdi. 

Gitti. 

Sık sık mektupları geliyor, beni ne kadar çok özlediğinden bahsediyor, gurbette olmak ne zormuş diye yazıyordu. Dillerini hiç anlamadığını, insanlarını soğuk bulduğunu, sabah işe gitme telaşını sevmediğini, annesinin gözlemesini, benim çayımı, babasının, “Haydi Bismillah” diyerek güne başlayışını çok aradığını yazıyordu. İş yerinde o kadar yoruluyormuş ki akşamları yemeğini yiyip çayını içer içmez uyuyakalıyormuş ve bizi özlüyormuş, rüyalarında bile özlüyormuş. 

Öyle ki ben daha ona cevap yazamadan onun yeni mektubu geliyordu. 

Başka bir mektubunda, Almanya’nın caddelerinin temiz olduğunu, bizim buraların çamurlu dar sokaklarının ayakkabıları ne kadar kirli gösterdiğini yazdı. Almanya aslında güzel memleketmiş, keşke biz de onun yanına gelebilseymişiz. Sabah telaşına alışmış, yavaş yavaş dillerini de öğrenmeye başlamış. Artık insanlarıyla da selamlaşıyormuş. Öyle yazıyordu. 

Bir mektubunda da, patronunun hâlâ vize çıkartmadığını, kaçak işçi olarak çalıştığını yazdı. Hâlâ iş yerinde çok yoruluyormuş ama artık geceleri hemen uyumuyormuş. Tertemiz giyinip geceleri geziyormuş. İnsanları da fena değilmiş. Sarışın, mavi gözlü, beyaz tenli kadınları cana yakınlarmış, bizim oranın kadınları gibi utangaç değillermiş. Ben de beyaz tenliymişim, saçımı da sarıya boyarsam oranın kadınlarından farklı olmazmışım. Oralara gittiğimde uyum sağlamam için giyim tarzımı da değiştirmeliymişim. Medeniyet bambaşkaymış canım. Bizim buralar öyle miymiş? Öyle yazıyordu.

Geri dönmesini, onu çok özlediğimi ve yalnızlığımı anlattım satırlarca ama değişmeye başladığını yazamadım. Kendine dikkat et, buralara bir yabancı gibi gelme diyemedim. Dese miydim, beni dinler miydi? O, biraz daha sık dişini diye yazmış. Para biriktirmeye başlamış, belki de artık dönmeyebilirmiş. Annesi babası yaşlıymış yola gelemezlermiş ama belki ben oralara gelebilirmişim. Yine de biraz daha beklemeliymişim. Tam da para kazanmaya başlamışken dönmek olur muymuş hiç? Daha arabası olacakmış. Hâlâ kaçak işçiymiş. 

Gel, diye yazdım. 

Beni bunaltma, gurbetteki adama bu kadar yüklenilmez, yazdı. Canı sıkılmış, ona gel dememe. 

Gelmezsen gelme, kal oralarda, ne halin varsa gör,  unut beni bu iki oda bir de salonu olan evde, evin daracık avlusunu saran yüksek duvarlarda, içimi karartan koyu yeşil yapraklı asmalarda unut. Bu asmanın üzümleri ekşiydi. Hiç yenmezdi ki. Unut üzümün ekşisinde,  diye yazacaktım yazamadım. Yazsam üzülür müydü? Üzülmesin dedim, gurbette dedim, kimi kimsesi yok oralarda dedim. Daha yirmi yaşındayım, beklerim dedim. Mektubumda babanı kaybettik de diyemedim. Yeter ki sen iyi ol, diye yazdım. Onu ne kadar çok sevdiğimi ilk defa açık açık yazdım. Yazmasa mıydım?

Patronu vizesini çıkarmış. Artık daha çok kazanıyormuş. Barlarda kadınlar erkekler yan yana oturup sohbet ediyorlarmış, ne acayipmiş. Kadınlar akşam serinliğinde çıplak omuzlarına şal atıyorlarmış, pullar şehrin ışıklarında ulaşılamaz mis kokulu yıldızlar gibi yanıp yanıp sönüyormuş. 

Oralarda kadınların omuzlarına attığı o şallardan almış bana.

 Şalın saçakları varmış, saçakların dizi dizi pulları. 

Pulların kokuları.

Kokuları yanıp yanıp sönmeyen kadınları.

Mektubuna geç cevap yazdım. Hiçbir şey istemiyorum,  henüz çeyizimden çıkarmadığım oyalı yemenilerim yeter bana yazdım. Buraların yağmur sonrası kına kokan toprağı varken ne yapacağım elin parfümünü, yazdım. Gökyüzünün ucunda yanıp yanıp sönen pul pul yıldızları varken ne edeceğim ucu saçaklı şalı, istemiyorum valla istemiyorum, ben senin dönmeni istiyorum, odalar çok boş yazdım. Salon kocaman ama içine sığamıyorum yazdım. Daracık avlunun yüksek duvarlarını saran bir yalnızlık var, içimi karartan koyu yeşil yapraklı asmalarda ekşi üzümler gibi ekşi bir hüzün var yazdım. Bu duvarların yüksekliği yüzünden oluşan gölgelerden korkuyorum ve bu yüzden geceleri uyumakta zorlanıyorum,  yalnızlıktan ağlıyorum yazdım. Annen ansızın ölüvermiş uykusunda diye yazmadım. Ağladım.

Üzülmesin oralarda tek başına diye bunları yazdığım mektubu yırttım. Ona kıyamadım. Yeni bir kâğıda kısaca, ne zaman geleceksin, selam eder gözlerinden öperim diye yazdım. Bunları yazarken de tuttum kendimi bu sefer ağlamadım.

Çok sordun, dedi. 

Tekrar yazdım.

Mektubu gelmedi. 

Yine yazdım.

Yine gelmedi.

Bu kış bir gün kapı çaldı, koştum açtım. Kapıda tanımadığım bir adam beni bekliyordu. Komşu köylerdenmiş, onun ismini söyledi. Bir paket yollamış. Paketi verdi, sorularımı cevaplamadı, iyi olduğunu söyledi bir de selamını söyledi, gitti. Paketi açtım. İçinden mektuplarım çıktı bir de pullu şal. Asmanın yaprakları kadar koyuydu rengi. Orta boy bir fotoğraf da çıktı. Fotoğrafa uzun uzun baktım. Saçları uzamış, saçlarının rengi güneş altında çalışmaktan açılıp kumrallaşmış, teni kararmış, gülümseyen dişleri beyaz, gözleri parlak, mutlu gülümsüyor. Yanında sarı saçlı bir kadın, aralarında bir çocuk. 

Mutlular.

Fotoğrafın arkasında bir not; evlenmiş, orada kalmak için buna mecbur olmuş, yoksa patronu vize alamıyormuş, oğlu sekiz yaşındaymış. Daha önce haber veremediği için kusura bakmayacakmışım, böyle böyle olmuşmuş. Baba evine gelip Alman eşine, oğluna köyünü gezdirecekmiş, buraları çok merak ediyorlarmış, köy havası temizmiş, soluk benizli karısıyla oğluna iyi gelirmiş. Evi elden geçirecekmiş, yüksek duvarlar güneşi engellemesin diye yıkacakmış, asmayı sökecekmiş ki zaten üzümleri ekşiymiş yenmezmiş. Her yıl da arabasıyla gelip bir müddet kalacakmış, insanın memleketi gibisi var mıymış, falanmış feşmekânmış. Bana da bir miktar para yollamış, yazısının sonuna üç kere boş ol, boş ol, boş ol yazmış. Böylece imam nikâhından düşecekmişim. İstersem başkasıyla evlenebilirmişim, gücenmezmiş, daha çok gençmişim ya da baba evine dönebilirmişim. 

Kendimi bildim bileli bu iki oda bir de salonu olan evdeydim. Babam on sekiz yaşıma girdiğim yıl alıp beni bu eve getirmiş ve artık burada kalacaksın, bu evin gelini oldun, demişti. Birkaç ay sonra imam nikâhlım Almanya’ya gitmiş, daha yirmi yaşıma girmeden hem kayın babamı hem de kayın validemi kaybetmiştim. Tek başıma evi çekip çevirmiştim. Yazın ormandan odun toplayıp kışın yakmıştım. Kayın babamın küçük de olsa beni geçindiren tarlasını ekip biçmiştim, benim köylülerim merhametliydi, kocası gurbette diye sahiplenmişlerdi, yaşı daha küçük diye ana, baba, kardeş olmuşlardı. Arada bir de anam babam gelip yoklamışlardı. Yanıma da yoldaş olsun diye küçük erkek kardeşimi bırakmışlardı.

Evin daracık avlusunu saran yüksek duvarları, içimi karartan koyu yeşil yapraklı asmalarla çevriliydi. 

Üzümleri de ekşiydi. 

Hiç yenmezdi ki. 

Elinde bir paketle gelen tanımadığım bir adam üç kişinin olduğu bir fotoğrafı getirmişti, selamı var demişti. 

Son mektubumda, gel diye yazmıştım ona. 

Boş ol, boş ol, boş ol diye yazdığı fotoğrafını aldıktan birkaç ay sonra çıkageldiğinde yirmi sekiz yaşındaydım. 

O kışın ardından gelen yazın, kapıyı açtığımda tanımadığım üç kişi vardı karşımda, beni görünce niye hâlâ buradasın der gibi bakıp yanındaki kadına bilmediğim dilde bir şeyler söyleyen ve içeriye girmeye kalkışan uzun kumral saçlı bir adamla yanında soluk yüzlü bir kadın, sekiz yaşlarında bir çocuk vardı.  Evin daracık avlusunu saran yüksek duvarları vardı. Birkaç kişinin aynı anda geçmesinin imkânı olmayan daracık bir kapı girişi vardı. Yol vermedim, hoş geldiniz de demedim,  pullu şalın olduğu paketi eline tutuşturdum. Yirmi yaşlarındayken buralardan imar geçtiği zaman bu evi ve küçük tarlayı kayınvalidemin benim üzerime yaptırdığını söyledim, niye oğlunun üzerine yaptırmadığını ve ona haber vermediğini o zamanlar anlayamadığımı ama şimdi onu çok iyi anladığımı söyledim.

Gönderdiği parayı yüksek duvarların ve eskimiş evin tamirinde kullandığımı, asmanın ekşi üzümlerinin aşılanarak tatlılaştırdığımı, isterse birkaç salkım da karısıyla oğluna ikram edebileceğimi ne de olsa köy havasında yetişen üzümün bir başka olduğunu söyledim. Allak bullak olmuş yüzüne bakıp içeriye giremeyeceklerini çünkü resmi nikâhla yeni evlendiğim eşimin bu durumdan hoşlanmayacağını söyledim. 

Tüm bu olanları daha önce haber veremediğim için de kusura bakma, dedim. Elinde pullu şal paketi, arabasında valizleri, yanında soluk benizli eşi, sekiz yaşındaki çocuğu olan bu tanımadığım adamın şaşkın yüzüne kapımı kapatıverdim. 

Bu evin daracık avlusunu saran yüksek duvarları, içimi karartan koyu yeşil yapraklı asmalarla çevriliydi. Üzümleri eskiden ekşiydi. Eskiden hiç yenmezdi ki. Odanın birisi artık delikanlı olmuş ve yeni evli kardeşimin diğeri de eşimle benimdi. Sabahları ne varsa yiyip hep birlikte tarlaya gidiyorduk. Tavuklara yem atıp civcivlere dadanan kediye kızıyorduk. Akşama da sofrada toplaşıp gülüşüp konuşuyorduk.

İyiydik biz. 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 214. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 214. Sayı