El Değirmeni


 01 Ekim 2024


Köyde Hıdırellez günü için muhteşem hazırlıklar yapılıyordu. Komşular ayıklanmış buğdayları kalburla elemek için biri birilerine duvarları üzerinden sesleniyordu. İbrahim Usta rahmetli olduktan sonra kalburlar azalmıştı. İbrahim Usta hayattayken, çabuk kırılan bu hacatı yapabilecek, onaracak bir çırak yetiştirmemişti.

Onun için köylüler Namaz emminin yaptığı büyük, iki kişilik kalbura muhtaç kalmıştı. Kalburla elenen buğdaylar kavrulduktan sonra sofra bezlerinin üzerine dökülerek soğutulur, avuç avuç el değirmeninin boğazından dökmek için hazır hale getirilirdi. Kavrulmuş buğday yani kavurga el değirmeninde öğütülerek kavut yapılırdı.

Hıdırellez gününün özelliği kavuttu. Bu kavut bütün evlerde pişirilirdi. Hıdırellez gününde akşamdan bir tabak kavut dama konulurdu. İnanışa göre; aynı gece Hıdır ile İlyas damları gezer, o kavutların tadına bakardı. Bu durum sonraki senenin mahsullerinin daha bereketli ve bollukla gelmesi için edilen dua yerine geçerdi.

Bu sene köyde el değirmeni de bulunmuyordu. Birisi yukarı mahallede Nizam Hanımdaydı. Her sene bu vakitlerde Nizam Hanımın gözü açılırdı. O, babasının ona çeyiz olarak verdiği el değirmenini, dokuma hurçtan çıkarır, silerek temizler sonra da överek kapıya gelip isteyenlere verirdi.

“Gadan yüreğime gelsin, dikkat et kırma, el değirmenin taşı gevrek olur. Küçük bir yerinden oyulsa küser, oyula oyula gider.”

İkinci el değirmenini Samet geçen yaz yapmıştı. Bu aleti hala kimse siftah etmemişti. Herkes kavut yapmayı hayal ediyordu ama el değirmeninin siftahını Samet kendisi yapar diye düşünüyordu. Otuz yaşında olsa da evlenme fikrinde olmayan Samet yalnız yaşıyordu. Konu komşunun dediğine göre o, bu sene hiç kalburla buğday elememişti.  Köyde herkes sıra beklerken, Bahtiyar Samet’den el değirmeni isteme cesaretinde bulundu. Birgün akşam vakti Samet’in sevinerek, gururlanarak keçeye sardığı yeni el değirmenini Bahtiyar’ a vermesi herkesin kendi evinde kavurgasını parmakla karıştırmasına sebep oldu. Sonrası gün sıra kendisine gelecek diye herkes hazırlıklıydı.

Sabah sabah köye düşen telaş kavurgaların sofra bezlerine daha sıkı sarılarak kapılardan içeri girdi. Bahtiyar akşam Samet’ in el değirmenini eve götürerek küçük çadırın üstüne kurmuştu. Boğazından dökülen ilk avuç buğdaylar öğütülmüştü. Lakin el değirmeninin etrafına kavutla birlikte kan da akmaya başlamıştı.  Kanlı kavut evdekileri hayrete düşürmüş, bütün gece yatırmamıştı. Gece yarısı el değirmenini çeşmeye götürmüşlerdi. Ter temiz yıkanan el değirmenini eve getirip işe başlayınca aynı hadise tekrarlanmıştı. El değirmeninin her dönüşünde çadırın üstüne kavutla karışık kan akıyordu. El değirmeninin bu kanlı hikayesinden sonra kimsenin Nizam Hanımın el değirmeni için sıraya girmekten başka çaresi kalmamıştı.

Samet ise boynunu bükerek köy halkından kaçıyordu. Bu kanlı kavut meselesinden kendisine nasıl bir günah bulabileceğini bilemiyordu. Sadece köyde onu azarlayan yaşlı kadınlar bile onu çoktan dışarı çıkamaz hale getirmişlerdi.

Samet’ in lanetlendiğini konuşuyorlardı. Daha on yaşındayken anne babası göç yolunda arabanın altında kalarak ölmüştü. Bakacak kimsesi olmadığından köylüler onu aralarında büyütmüştü. Gündüzleri ortalarda dolansa da akşamları kendi evlerine giden çocuğun bazen sabaha kadar penceresinden süzülen lamba ışığı sönmezdi. O zamanlar çocuklar onun devlerle oynadığını uydurmuşlardı.

 Lakin zamanla Samet köyün en sayılan sevilen oğullarından olmuş, ağaçtan kaşıklar, balta sapı, bel sapı, havan yapmış. Köy halkının işine yaradığı için çocukların uydurduğu “Devlerin oyun arkadaşı.” gibi konuşmalar unutulmuştu. 

El değirmeninin kanlı ahvalinden sonra herkes o zamanlar konuşulanların her kelimesini hatırlıyor, Samet’ in evini işaret ederek akıllarını karıştırıyorlardı. Yaklaşan Hıdırellez gününe kadar yaptığı hazırlık da genç adamı köy halkının yanından uzaklaştırmıyor, söylenenler de kenarda tutmuyordu.

Bir gün sabah karanlığında birisi Samet’in omuzunda el değirmeni ile köyden çıktığını, dağ yoluna doğru gittiğini görmüştü. 

Köye bir telaş düşmüştü. Her ne olursa olsun dillerindeki söylemler büyüyüp dağdan büyük olsa da bu köyde herkesin yüreği saf, duyguları bugün yarın gelecek bahar kadar zarifti. Hiç kimse Samet’ in bu köyden gitmesini, üstelik küsüp gitmesini istemezdi. Meseleyi köyün aksakalları müzakere etmeye çalıştılar. Lakin müzakere anlayışı henüz bu köye yerleşmemişti. Herkes kendi fikrini bağırarak söylüyor, karşıdaki insanın ne düşündüğünü işitmeye sabrı yetmiyor, sinirle elini kolunu sallıyordu. Nihayet yine Nizam Hanım temkinli bir şekilde meseleye müdahale etti.

O, bir ucu kurşunlu değneğini dizine destek edip dağ yoluna yöneldi.  Birinci taşlığa varmadan köy halkı Muncuklu gölünün karışmış boncukları gibi onun arkasınca yola düşmüşlerdi. Köylüler Samet’ i çok uzakta buldular. Oğlan orada “Kanlı taş” denilen taşın yanında el değirmeninin karşısında oturmuş, mahzun mahzun bayatı söylüyordu. Adamları görünce ayağı kalktı. Gömleğinin koluna göz yaşını silmeye ceht etti. Nizam Hanım yaşı bilinmeyen, asırlardır yağışlarda yıkanmış, kardan   kürk giyinmiş, yazın sıcağında demirci küresi gibi sıcaktan kavrulmuş boz taşların birinin üstünde oturarak nefesini topladı. Sesine biraz merhamet, biraz da kızgınlık kattı.

- Bala insan insanın yüreğini üzmez. Sabahın ala karanlığında burada ne işin var ay gadasını aldığım? Sen bilmiyor musun rahmetliklerin bu köye emanetisin? Bizi onların yanına yüzü kara göndermek mi istiyorsun? Demezler mi “Ey millet emanete hıyanet ettiniz?”

Samet suçlu gibi bakışıyla adamların yüreğini çoktan yumuşatmıştı. Şimdi herkes onun ne söyleyeceğini işitmek için birbirini itekliyordu. Samet gözünü kanlı el değirmenine dikerek söze başladı.

-Ne zaman bu taraflara gelsek babam bana kanlı taş efsanesini anlatırdı. Buraları o kadar hüzünle seviyorum ki… Babam o ahvali anlattıkça kendimi bu taşın karşısında suçlu sanırdım. Bu Kanlı Taşın hikayesini de söylenti sanırdım. Gerçekmiş.

Köy halkı birbirini sabırsızlıkla biraz daha itekliyor, Samet’ in sözlerini kelime kelime akıllarında şekillendirmeye çalışıyorlardı. Samet konuşuyordu…

- Sarısu’da genç bir avcı yaşıyormuş. Hiçbir hedef okundan kurtulamazmış. Onun avcılıktaki maharetini gençler de yaşlılar da konuşurmuş. Genç avcı komşu kızı Gülperi’ nin aşkına tutulmuş. Nasıl denir? Sinesi işvesinden, gamzesiyle kara taşları eriten güzeller güzeli Gülperi’nin nişangahına çevrilir. Gündüzleri ormanları dolaşan aşığın geceleri gözlerine uyku girmez olmuş. Gülperi diye yıldızlarla konuşuyormuş. Avcı adet üzere kıza elçi göndermiş. Kızın babası oğlanı çetin bir sınava sokma kararı vermiş. 

- “Ormanda Maralı nenemde vurur. Kepez Dağında Maral Gölün kenarında, taşlar arasında mesken tutan bir maral var. Eğer onu vurup getirirse kızı ona vereceğim.” Genç avcı okunu yayını alarak taşlı kayalı yere gitmiş. Denilen maralı görünce peşine takılmış. Ok atıyormuş ama marala değmiyormuş. Yine ok atıyor yine maralı vuramıyormuş. Her defasında kaya siper oluyor, ok marala değmiyormuş. Oklar kayaya değiyormuş, marala değmiyormuş.

Gece gündüz maralla okçu arasında çetin bir mücadele geçiyormuş. Ancak avcı yavaş yavaş maralı sıkıştırıyormuş. Yönünü kayalıktan taşlığa çeviriyormuş. Kayalar küçülüyor, siperler ufalıyormuş. Maral için saklanmak iyice zorlaşmış. Takati kesilen, kayalardan uzaklaşan maral taşlara sığınıyormuş. Taşlar da fedakarlığını gösteriyor, sadakatini ispat ediyormuş. Küçük sinesini büyük Maralın önüne veriyor, mahir avcının okuna hedef ediyormuş.

Nihayet avcı maralı halden düşürmüş. Maral amansız oktan kurtulmak için gittikçe küçülen taşların arkasında çok zorlukla gizlenmeye çalışmış. İşi kolaylaşan avcı maralı yaman yerde yakalamış. Bu dağların, ormanların yakışığını koruyan taş, maraldan kat kat küçülüyormuş. Marala siper olmaya, destek olmaya imkânı yetmiyormuş.

Tam da bu dem, avcı arzusuna çatmak için yayı çekmiş. Ok beş adımlık mesafedeki marala saplanmış. Ancak onun sesine taş inlemiş. Son nefeste maralı koruyamayan taşın göğsünden al kırmızı kan akmaya başlamış. Oğlan “Kanlı Taşa” bakarak avcılıktan da, böyle sevdadan da vazgeçmiş.

Ben el değirmenini bu taştan yapmıştım. Bu taşın lanetli olmadığına, insanların işine yarayacağına kendimi inandırmak istiyordum... Ama, taş beni yendi. O, hâlâ maralın yasını tutuyor.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 214. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 214. Sayı