Erkekler de Ağlar


 01 Nisan 2025

Türk askerlerinin Kırım’a gidişleri heyecanlı ve bilinmezliklerle doluyken dönüşleri sevinçli ve biraz da hüzünlü oldu. Sevinçleri; peş peşe gelen Gözleve, Kerç, Yenikale, Soğucak ve Anapa’daki başarılarından kaynaklanıyordu. Buralar Rus işgalinden kurtarılarak tüm dünyanın dikkati üçlü ittifak üzerine çekilmiş, ittifaka büyük itibar kazandırılmıştı. Türk askerlerini bundan daha çok İstanbul’a dönüyor olmaları sevindiriyordu. Savaş bitmişti. Pek çok asker için İstanbul’a dönmek demek teskere demekti. En hızlı şekilde birliklerine intikal edecekler, teskerelerini alıp memleketlerine gideceklerdi. İçlerinde altı yıldır memleket hasretiyle yaşayanlar vardı. Evli çocuklu olanlar vardı. Teskere almak; anneye, babaya, kardeşe, eşe çocuklara kavuşmak demekti. Hüzünlü oluşlarının sebebi de uzak topraklarda bıraktıkları şehit arkadaşlarıydı. Onlar teskere sevinci yaşayamayacaklar, yakınlarına kavuşamayacaklardı. Onların yeryüzünde bir mezarları bile olmayacaktı. 

Hasan Onbaşı yüzlerce askerle birlikte geminin güvertesindeydi. Rahat edeceği şekilde oturmuş, gözlerini ufka dikmiş, düşünüyordu. Aklında annesi, babası, kardeşleri vardı. Kardeşleri dört yılda kim bilir ne kadar büyümüşler ne kadar değişmişlerdi. Muhtemelen annesini evde, küçük kardeşi Ömer’i sokakta, Osman’ı babasıyla çalışırken dükkânda yakalayacaktı. Hepsini habersiz yakalayacak, birdenbire çıkı çıkıverecekti karşılarına. Hepsini şaşırtarak sevindirecekti. Hiç şüphesiz en çok şaşıran da sevinen de annesi olacaktı. Oğluna dört yıllık hasretle sarılacak, öpecek, koklayacak, uzunca bir zaman bırakmayacaktı. 

Şehir meydanında uğurlanışını hatırlıyordu. Ömer çok küçüktü. Ağabeyinin nereye gittiğini bile anlamamıştı. Şimdi tanıyacak mıydı, mümkün değildi. Osman ilk gençlik yıllarına adım atmış ve babasına yardım ediyor olmalıydı. Görür görmez tanıyacak, “Abim hoş geldin!” deyip sarılacaktı. Babasının gözleri parlayacaktı gördüğü an. Örsü, demiri, çekici bir tarafa bırakacak, vatan hizmetini tamamlayıp dönen oğlunu önce alnından öpecek, sonra gururla kucaklayacaktı. 

Sadık Hocayı ihmal edemezdi. Ona anlatacakları o kadar çoğalmıştı ki… Hepsinden önce Gözleve nöbetini anlatacaktı. Üç Rus fedaisini nasıl bayılttığını, sonra hediye ettiği ibrişim kuşakla birbirlerine nasıl bağladığını anlatacaktı. Belinden hiç eksik etmediği kuşağını göstererek “Onbaşılık rütbesini bu kuşakla kazandım!” diyecekti. 

Hatırdan, gönüldendir, hepsine İstanbul’dan küçük hediyeler alıp götürmeliydi.   

Hasan Onbaşı, babasının yayında demir dövmeyi özlemişti. Eskiden olduğu gibi yine baba oğul güzel işler çıkaracaklar; yine yılmaz, kırılmaz, dönmez, paslanmaz “Ha Mim” (Hacı Mustafa’nın baş harfleri) damgalı yatağanlar yapacaklardı. Yine hep aranan, yine hep sipariş yetiştirmeye çalışan ustalar olacaklardı. 

Sabah annesinin pişirdiği çorbayı kaşıkladıktan sonra onun dualarıyla evden ayrılmayı, dükkâna varıp besmeleyle açmayı, ortalığı silip süpürmeyi, körük yakmayı, işe başlamak için babasını beklemeyi, birlikte çekiç sallamayı ne çok özlemişti. Babasının kıssalarını, öğütlerini, sert sözlerini, hatta azarlarını bile ne çok özlemişti.

Bir hafta geçmeden “Askerliğini de yaptın. Baş göz olma, ev yurt kurma zamanın geldi.” diyecekti annesi. Babası bu fikri onayladığını göstermek için sessiz kalacaktı. Gizliden gizliye gelinleri olacak kızı aramaya başlayacaklardı. Adaylar belirlenecek, kız tarafıyla anlaşıp bire bir görüşmeler ayarlanacaktı. Karşılıklı beğenme gerçekleşirse kız istemeye gidilerek duruma resmiyet kazandırılacaktı. “Hayır işlerde acele etmek evladır!” kuralı gereğince söz, nişan, nikâh, düğün peş peşe, hatta birleştirilerek yapılacaktı. Sonra torun beklemeler…

“Onbaşım yine daldınız!” dedi, yanı başında oturanlardan bir er. Söze şaka katarak devam etti. “Ufka biz de bakıyoruz, bir şey göremiyoruz! Onbaşım, sen ne görüyorsun Allah aşkına?”

Şakalı soruya Hasan Onbaşı’dan şakalı cevap geldi: 

“Ben baktığım yerde ailemi görüyorum. Onları çok özledim. Eminim sizler de ailelerinizi benim kadar özlemişsinizdir. Gözlerinizi ovuşturup tekrar bakın, orada özlediklerinizi mutlaka göreceksiniz.”

Tek başına kaya doruğundaki topçu bataryasını susturduktan sonra serbest saatlerde Hasan Onbaşı’nın çevresi hiç boş kalmamıştı. Üç beş, bazen sekiz on kişi birikiveriyor, sorular soruyorlardı. Erlerin, erbaşların, hatta bazı subayların bile Hasan Onbaşı’yla vakit geçirmek hoşlarına gidiyordu. Hasan Onbaşı’da büyüklenme, böbürlenme yoktu. Kimseyi kırmıyor sorulan her soruyu cevaplandırmaya çalışıyordu. Gerçekleştirdiği büyük başarılardan biri sorulduğunda, pek önemsemeden, övünmeden, sanki biraz cesaret gösteren herkesin üstesinden gelebileceği basit bir işmiş gibi kısaca anlatıveriyordu. Abartmayı sevmiyordu. Bu onun, çocukluğundan beri doğal hâliydi. 

Çorumlu Hacı Mustafa oğlu Hacı Hasan İstanbul’dan Kırım’a giderken er olarak bindiği gemiden dönüşte Onbaşı olarak indi. Onbaşılık ona Gözleve hatırasıydı. Gözleve’den yüzlerini bile açık seçik olarak göremediği papaz kılıklı üç Rus fedaisini hatırlıyordu. Anapa’dan aklında kalanlar daha çoktu. Topçu bataryasının ölen komutanı, can korkusuyla toplarını bırakıp kaçan erler erbaşlar, rehber Şamil, babası Betaşe, anası, ablası… Şamil’in ablası Denef’in yüreklere kadar inen etkili bakışlarını, gözyaşlarını, sesini, yalvarışlarını unutmak mümkün değildi. İstanbul’da yaşadığını bildiği başka da bir şey bilmediği ikizine selam göndermişti. Milyonda bir bile olmayan karşılaşma ihtimali, teskereyi alıp Çorum’a döndükten sonra tamamen ortadan kalkacaktı. 

Sefer yorgunu teskere bekleyen erler, İstanbul’da geçici olarak çeşitli kışlalara yerleştirildiler. Nöbete, eğitime çıkarılmadılar. Teskereleri, yol paraları ellerine verilince serbest bırakılacaklardı. Herkeste bir heyecan, bir sevinç… 

Tertipleri gibi teskere bekleyip dururken Hasan Onbaşı bölük komutanlığına çağrıldı. Niçin çağrıldığını bölük komutanı da bilmiyordu. Emir yukarıdan denilerek Hasan Onbaşı bölükten bir subayla alay komutanlığına gönderildi. Alaydan tugay, tugaydan tümen komutanlıklarına yanında yeni subaylarla niçin çağrıldığını bilmeden gitti. Komutanlıklar da bir şey bilmiyorlardı. Söylenen tek söz vardı: “Emir yukarıdan!” Yukarıda seraskerlikten başka askerî makam kalmamıştı. Demek ki Hasan Onbaşı seraskerlikten çağırılmıştı. Bu, inanılmazdı. Bir onbaşı ne diye en yüksek askeri makamdan, seraskerlikten çağırılırdı? Bu durum, şaşırtıcı, heyecan verici olmaktan öte korkutucuydu. Askere eğitim vermek, subay yetiştirmek, askeri sevk ve idare etmek gibi büyük sorumlulukları olan seraskerlik makamının bir onbaşıyla ne işi olabilirdi? Sadrazamlık, şeyhülislamlık, seraskerlik devletin zirvesini oluşturan üç makam değil miydi? Kendi halinde Çorumlu bir demircinin oğlu Hasan Onbaşı bu zirve makamlardan biri tarafından çağırılmışsa bu işin içinde bir iş olmalıydı. 

Hasan Onbaşı önce makam odasının bitişiğindeki özel kalem odasına alındı. Kısa bir süre orada tutularak kendisine Serasker’in emir subayı tarafından bazı sorular soruldu. Ciltli, kalınca bir deftere kaydı yapıldı, sol duvardaki gösterişli kapı açılarak makama alındı. Karşısında kırk dört, kırk beş yaşlarında gösteren, siyah, gür bıyığı sakalına bitişik, uzun boylu, derin bakışlı Serasker Rıza Paşa vardı. Yanındaki subay Anapa’dan tanıdığı Hasan Onbaşı’ya ödül olarak Anapa’yı Şamil’le gezme izni veren komutandı.

Hasan Onbaşı selam vererek esas duruşunu bozmadan beklemeye başladı. 

“Rahat ol onbaşı!” dedi Rıza Paşa.

O, yine de esas duruşunu bozmadı. 

“Seni tebrik ve taltif etmek için çağırttım Hasan Onbaşı. Sen Kırım’dan dönmeden kahramanlıkların buralara kadar ulaştı. Ayrıca cephe komutanın her şeyi anlattı. Cesaretinden, yiğitliğinden, ordumuz ve ittifakımız yararına gösterdiğin kahramanlıklardan dolayı seni tebrik ediyorum. Rütbeni onbaşılıktan çavuşluğa yükseltiyor, seni seraskerlikte görevlendiriyorum. Askerliğini burada tamamlayacaksın. Şimdi Gözleve nöbetinde ve sonrasında olanları, Anapa’da Rus topçu bataryasına tek başına yaptığın başarılı baskını bir de senden dinlemek istiyorum. Anlat bakalım Çorumlu Hasan Çavuş!”

Memleketinin adını, kendi adını ve yükseltilen rütbesini birbirine eklenmiş olarak Serasker Rıza Paşa’nın ağzından duymak onu hem çok sevindirdi hem de heyecanlandırdı. Çorumlu Hasan Çavuş… Kulağa ne kadar da hoş geliyordu. Heyecanı sevincini bastırdı. Yaklaşmış teskereyi, memlekete dönüşü, kılıç yapım atölyesini bir anda unuttu. Söze nereden, nasıl başlayacağını bilemedi. Bir emirle Osmanlı ordularını harekete geçirebilen Serasker Rıza Paşa onu tebrik etmiş, çavuşluğa yükseltmişti. Bu, ne büyük bir onurdu. Yaşadığı heyecan anlatılır gibi değildi. Kelimeleri yan yana getirip yaptıklarını anlatabilecek miydi? 

Babası, ustası, rehberi olan gün görmüş, sert adamın söylediklerini hatırladı. Yeri geldikçe derdi ki; “İnsan taş değildir, sevinir, üzülür, heyecanlanır. Bunlar normaldir. Normal olmayan, hatta ayıp sayılan, bir erkek için bu duyguları dışa yansıtmaktır. Bu yüzden “erkekler ağlamaz” denilmiştir. Erkekler de ağlar, heyecanlanır, sevinir, üzülür, fakat herkese göstererek değil, iradesini kullanarak hep kendi içine doğru…” 

Hasan Çavuş, sevincini, heyecanını saklayarak olanları abartmadan anlatmaya başladı:  

“Gözlerime güvenirim komutanım. Gözleve’de gece nöbetindeyken karanlıkta üç karartıyı uzaktan gördüm. Çalıların arkasına saklana saklana bana doğru geliyorlardı. Bekledim. O vakitte silah kullansam dinlenmedeki askeri uyandırmış olacaktım. Sessiz halletmeye karar verdim. Gözlerim kadar yumruklarıma da güvenirim komutanım. Önce yumrukla üçünü de bayılttım, sonra Sadık Hocamın armağanı ibrişim kuşağımla bir güzel birbirlerine bağladım. Nöbet bitiminde nöbetçi subayla birlikte götürüp teslim ettik. Komutanlarım sorgulayınca ortaya çıktı: Meğer papaz kılığına girmiş Rus fedaileriymiş. Anapa’da her şey daha kolay oldu. Topçu bataryası kayanın doruğundaydı. Kayayı onlara görünmeden tırmandım. Tepelerine kadar sokuldum. Birden ortalarına atlayıp kasaturamla komutanlarını öte tarafa gönderince koktular. Her şeylerini bırakıp kaçtılar. Bu kadar…” 

“Askerimiz gelinceye kadar bataryayı terk etmemişsin.” 

“Doğrudur komutanım. Etkisiz hâle getirdiğim Rus komutanın silahını almıştım, bekledim. Çünkü kaçanlar geri dönebilirlerdi. Bekledim ve bataryayı kendi askerimize teslim ettim.” 

Serasker Rıza Paşa başka sorular da sordu. Her soruya samimi, kısa, özlü ama doyurucu cevaplar aldı.  Aldığı cevaplar Paşa’yı fazlasıyla memnun etti. Hasan Çavuş’un iyi yetiştirilmiş dürüst, açık sözlü, güzel ahlaka sahip bir genç olduğuna inandı. Bu genç, vatanı, bayrağı canından aziz biliyordu. Ordunun böyle insanlara ihtiyacı vardı. Rıza Paşa sesini yükselterek seslendi: 

“Hasan Çavuş!”

“Emret komutanım!”

“Akşam, Kırım’dan dönen gazi komutanlara konutumda yemek vereceğim. Sen de davetlimsin. Ayrıca sana teskere bırakıp orduda kalmanı teklif ediyorum. Hemen şimdi karar verme. Bu konuda komutanların seni bilgilendirecekler. Akşama kadar iyice düşün, kararını ver, yemekte açıklarsın. Tamam mı?”

“Tamam komutanım!”

Görüşme bittiğinde “Ha Mim” damgalı kılıçlarının ustası Hacı Mustafa oğlu Hacı Hasan; onbaşı olarak girdiği seraskerlik makamından orada görevlendirilmiş çavuş olarak çıktı. Ayrıca hayatının akışını tamamen değiştirecek çok önemli bir teklif almıştı. Birliğine dönünce onu bölük komutanı çağırttı. Bölük komutanına Hasan Çavuş’a yapılan teklif haber verilmiş, Çavuş’u ayrıntılı olarak bilgilendirmesi istenmişti. 

Seraskerliğin isteği daha doğrusu emri eksiksiz yerine getirildi. 

Kararı Hasan Çavuş verecekti. Teklifi kabul etmezse olacaklar belliydi. Teskeresini alıp Çorum’a dönecek, babasının dükkanında çalışmaya başlayacak, evlenecek, çoluk çocuk sahibi olacak, birbirine benzer günleri yaşayıp gidecekti. Bölük komutanı bunları sadece hatırlattı, yorum yapmadı. Teskere bırakır, askeriyede kalırsa neler olabileceğini, hangi güzelliklerin, hangi heyecanların yaşanabileceğini, hangi makamlara kadar yükselebileceğini ayrıntılı olarak anlattı. Şimdiye dek seraskerlik makamına bir çavuşun kabul edildiği, yüksek rütbeli subaylar için konutta verilen yemeğe çağrıldığı görülmüş değildi. Bunlar Hasan Çavuş’a değer verildiğini, Serasker Rıza Paşa tarafından sevilip takdir edildiğini, dolayısıyla yolunun açık olduğunu gösteren işaretlerdi. Bölük komutanı, böyle bir teklifi kabul etmeyecek bir er veya erbaş düşünemiyordu.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 220. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 220. Sayı