HaftanınÇok Okunanları
COŞKUN HALiLOĞLU 1
KEMAL BOZOK 2
HİDAYET ORUÇOV 3
Kardeş Kalemler 4
Emrah Yılmaz 5
BAYAN AKMATOV 6
MARUFJON YOLDAŞEV 7
Dünyadan murat almadan, Stalin döneminin kan içici kılıcından ölüm bulan mazlumların hatırasına bağışladım. Ya rabbimiz Allah! Bizim kazandığımız sevaplardan onların ruhlarını nasiplendir. Aminnn!
Hapishanenin demir kapısı önce yüreği ezer şekilde gıcırdadı, sonra şiddetlice “Dan!” diye kapatıldı. Erkin’in nazarında demir kapı “Dan!” diye kapanmadı; sanki küf kokusunun yayıldığı bu nemli bina “Çat!” diye yarılıp ikiye ayrıldı, sonra o andan itibaren onu yalayıp yutacak gibi oldu. Uzunluğu üç adım, eni iki adım gelen soğuk, yarı karanlık hücrede yalnız kalan Erkin’in bedenindeki titreme durdu. Titreme soğuktan mıydı yoksa korkudan mı, bunu önce kendisi de anlayamadı.
Kapının “Dan!” diye kapatılması son ümit kıvılcımlarının da üzerine kül serpti. Hapishanenin uzun koridorundan elleri arkasında yürüyüp gelirken içinde yanan ümit kıvılcımları uzaklardaki yıldızlar gibi yanıp sönüyordu.
Artık… Tamam! Öyleyse bu kadar eziyet de durduk yere yapılmıyordu! Demek ki bu bir hata değildi!
Erkin içeri girip bir adım attıktan sonra bir süre hareketsiz kaldı. Gözünün önünü karanlık bir perde kaplamış, sanki ayaklarındaki can da tamamıyla çekilmiş gibiydi. Ne yaptığını kendisi de bilmez hâlde yavaşça yere çökmeye başladı. Önce çömeldi, sonra da oturdu. Bacakları buz kesmiş, titremesi de azalmıştı. Bağıracak oldu, lakin sesi çıkmadı.
… Karanlık oda, şimşeğin ışığı içeriye hücum etmiş gibi birden aydınlandı. İçerisi öyle bir aydınlandı ki hatta gözlerine hiçbir şey görünmez oldu. Bu yıldırımın kılıcı sanki hapishaneyi birdenbire ikiye ayırmış, keskin bir ışık gözlerini kamaştırmıştı. Aradan çok geçmeden oda yavaş yavaş kızıl renge bürünmeye başladı; sonunda kan gibi koyu kırmızı renge girdi, etraf sallandı. Onun düşüncesinde hapishane taştan bir bina değil, belki uçsuz bucaksız kan denizinde bata çıka giden bir gemiydi. Dalgalar gitgide fırtınaya döndü. Dizlerinin üstüne çökünceye kadar tir tir titreyen Erkin, orak yemiş buğday başağı gibi “Pat!” diye yana devrildi. Şakağı betona çarpınca gözünün önünü kaplayan kıpkızıl kan denizi, o anda kapkaranlık bir kuyuya döndü. O, simsiyah kuyuya sanki uçarak yuvarlandı. Titremeleri durmuş, bedenindeki bitmek bilmeyen ağrılar da kaybolmuştu. Erkin, kendini rahatlamış hissediyor, kuş gibi uçuyordu.
Beline genişçe bir kemer takan gardiyan, içerideki delikanlının sessiz kalmasından endişelenmişti. Kapıdaki küçük pencereyi açıp baktı. Arkadaşına dönüp,
“Yere uzanıp yatmış ya! Bir şey olmuş mudur ki?” dedi.
Soluk yüzlü arkadaşı kapıdaki küçük pencereden bir süre baktı, sonra rahat bir tavırla uzaklaştı:
“Ölmemiş! Yatıversin!” deyip rahat bir tavırla biraz uzaklaştı.
Erkin bu hâlde ne kadar yattığını bilmiyordu. Kendine gelir gelmez sükûnetin çınlamasından korkuya kapıldı. O, sessizliğin bu kadar korkunç olduğunu bilmiyordu. Bu sebeple kendine gelip gelmediğini önce anlayamadı. Annesinin bir ara sessizliği yırtarak kendisine “Kalk yavrum, üşüteceksin!” diye seslendiğini duydu. Erkin irkilerek başını kaldırdı. Kulak kabarttı, annesi başka bir şey söylemedi... O, neler olduğunu anlamaz hâlde manasız manasız etrafına baktı: Karşıda demir kerevet belli belirsiz görünüyordu. Tepede cılız bir lamba. Bir tarafta demir parmaklıklı pencere. Arkada demir kapı. Başka da hiçbir şey yok.
Yerinden doğruldu; buz tutan sağ kolunu, sağ böğrünü ovuşturdu. Mecalsiz ayaklarını yavaş yavaş sürükleyerek varıp kerevete oturdu. Battaniye desen battaniye değil, çarşaf desen çarşafa benzemeyen tuhaf bir örtüyü tutup üzerine çekti. Bedenine birazcık da olsa sıcaklık yürüdü. Üşüme kaybolunca açlık kendini hissettirmeye başladı.
***
Delikanlıyı evden alıp getirdiklerinde fecr-i kazib idi. NKVD[1] denince sus pus olan komşuları kapılarının aralığından bakıp durmuş, feryat eden annesini teselli edecek hiç kimse çıkmamıştı. Erkin, gün boyu ayakta durarak sorulara cevap vermiş, karanlık çökmeye başladığında onu getirip bu hücreye tıkmışlardı.
Erkin, yarı karanlık ve nemli hücreye de sessizliğe de biraz biraz alışmaya başladı. Bir yıl içinde önce ağabeyinden, sonra da babasından ayrılan; babasının dostlarının arka arkaya tutuklandığını duydukça ne yapacağını bilemez hâlde şaşırıp kalan on yedi yaşındaki delikanlı için önceki akşam ve gündüz adeta beklemediği bir sınav olmuştu.
Okul müdürü üç gün önce onu odasına çağırtmıştı. Keçi sakallı bu adam gayet nazik biriydi. Hatta o, öğrencilerine bile “siz” diyerek konuşur, birisinden incindiğini asla belli etmezdi. İşte böylesi bir beyefendi adamı, yüzü kireç gibi olmuş hâlde görünce, Erkin de korktu.
O, endişeyle “Akşamüstü Nazımhoca ağabeyinizi alıp götürmüşler. Tek tek topluyorlar. Siz de vakit geçirmeden evinize gidin. Babanızın kitaplarını, günlüklerini, mektuplarını; kısacası, yazılı ne kadar kâğıt varsa saklayın. Culkunbay ile Çolpan’ın kitapları asla göz önünde kalmasın. Kitaplıkta sadece dâhilerin kitapları olsun. Dikkatli olun, evladım! Hemen gidin!” demişti.
Erkin, “Niçin hocam? Babam… Yok ki? Yine de bizim eve gelirler mi?” diye itiraz edince o,
“Gelmeleri mümkün… şimdilerde onlar için insanın dirisi de ölüsü de… Hepsi aynı.” diye cevap verdi.
Erkin müdürün korkaklığına bir gülüp bir şaşırarak evine gitti. Onun söylediklerini annesine anlattı. Annesinin rengi kaçıp “Aman yarabbi!..” deyip iki eliyle yüzünü kapattı. Üç aydır devlet yardımının verilmemesinin sebebini o anda anladı. Bir süre şaşkınlık içerisinde kaldı, sonra nişteki kitapları inceleyip seçmeye başladı. Onun elleri çalışırken dudakları “Aman Allah’ım! Şimdi ne yapacağım, bunları nereye saklayacağım?” diye mırıldanıyordu.
Anası topladığı kitaplara bakarak,
“Erkincan, yavrum! Bunları nereye saklayacağız? Yakmasak olmayacak galiba…” dedi.
Erkin “Anam şaka mı yapıyor?” diye ona baktı. Sonra annesinin mangaldaki ateşi yeni harladığı zamanlardaki gibi sıcaktan kavrulan ellerine yapıştı ve kararlı bir ses tonuyla,
“Yok! Yakmayacağız! Bunlar babamın kitapları!” dedi.
Babasının ellerinin değdiği kitapları yakmaya müsaade edemezdi. Kitaplar yanarsa, sanki babasının hatırası da yanacak, yanıp kül olacaktı. Böyle yaptıkları takdirde bu evde kutsal hiçbir şey kalmayacaktı. Erkin hatırasız yaşamanın, bu duygulardan mahrum olmanın vahşilik olduğu düşüncesi zihninde dolaşıp duruyordu. O şu anda bir şeyi kesin olarak biliyordu; o da babasının ellerinin değdiği her bir eşya kıymetliydi, mukaddesti. Annesinin ellerini tutup gözlerine baktı. Erkin’in bu bakışında “Öleceksem, ölürüm, ancak yaktırmam!” şeklindeki karar açık seçik görünüyordu. Anne, oğlunun kalbinden haykıran ancak dilinin söylemediği bu sözleri yüreğiyle duydu. Ağlamaklı bir sesle Erkin’e,
“Ne yapacağız öyleyse?” dedi.
“Gömelim!”
Mutfakta büyükçe bir küp vardı. Erkin’in aklına bir anda bu boş küp gelmişti. O, aklı yettiğinden beri bu küpe bir şeylerin konulduğunu görmemişti. Dışarıya çıktı, köpeğinin tahtadan kulübesini bulunduğu yerden kenara çekip çukur kazmaya başladı. Annesiyse o sırada ağlayarak mektupları, belgeleri tomar tomar edip bağlıyordu...
Erkin, küpün ağzını sıkıca kapattı, üstüne toprak attı. Köpeğin kulübesini sürükleyerek eski yerine getirdiğinde vakit gece yarısını geçmişti.
Sabah erkenden okula giden Erkin, müdürün “halk düşmanı” suçlamasıyla tutuklandığını duydu. Müdürün akşamki hâli gözünün önünden gitmiyordu. Kendisinin de tuhaf bir şaşkınlığın kölesi olduğunu hissediyordu.
Gece yarısında ise… Evlerine bunlar; bu beklenmeyen, davet edilmeyen, hoşlanılmayan ziyaretçiler geldi. Erkin, diğerlerine emirler veren deri parkalı adamı gördüğü anda hemencecik tanıdı. Cevlan isimli bu adam eskiden de evlerine biri iki defa gelmişti. Erkin, bu ziyaretçiyi görür görmez babasının canının sıkıldığını anlardı. Onun bir âdeti vardı: Herhangi iyi bir adam misafir olarak gelince aile meclisinde onun faziletlerinin överek anlatırdı. Gelen misafir onun hoşlanmadığı, sevmediği biriyse ona itibar etmez, susardı. Bu sebeple deri parkalı Cevlan’ın kim olduğu Erkin için nâmalûmdu. Onun bildiği şuydu: Babası birisinden hoşlanmıyorsa, o mutlaka kötü bir insandı!
Babasının cenazesine de gelmişti bu adam. “Mirabbasov Bolşevik’ti, Bolşevikler gibi gömelim!” deyip herkesin canını sıkmıştı. O anda Erkin’in ninesi çıkıp “Evladım Bolşevik’ti, doğru; lakin ataları gibi gömülsün. Bolşevik ‘tahta kutu’da gömülsün, diyen kanun varsa göster.” dedikten sonra Cevlan, “O zaman yüzünü açın, helâlleşelim!” diye diretmiş; oradakiler de “Kefenlenmiş! Açmak olmaz!” diye karşı çıkınca cenaze namazının kılınmasını bile beklemeden bir şeyler söyleyip homurdana homurdana çekip gitmişti.
Tam da karanlık çöktüğünde bu adamın gelmesi Erkin için bir muammaydı.
Cevlan ayakkabısının tozunu bile temizlemeden eve birden bire girdi. Önce kilime, sonra yere döşenmiş minderlere basarak içeriye geçti, nişin önüne geldi. Oradaki kitapları tek tek eline alıp,
“Hımm… Marks, Lenin… Güzel…” dedi.
Arkasından da hemen,
“Yoldaş Stalin’in kitapları hani?” dedi.
Erkin’in annesi korkuyla sağa sola sallandı, cevap veremedi.
“Nasıl Bolşevik’miş, şu Mirabbosov? Evinde ‘dâhi’nin kitapları bile yoksa… İşte şurada düşmanların kitapları dururdu? Nerede onlar?”
Erkin’in annesi yine cevap veremedi. Soru tekrarlanınca belli belirsiz “Hangi düşmanlar?” diyebildi sadece.
Cevlan “Hangi düşmanlar?.. Gerçekten de bilmiyor musunuz onları?” der gibi bir süre baktı. Konuşmaya devam etti:
“Kadirî, Çolpan denen düşmanları duymadınız mı? Duydunuz… Duydunuz!.. Kitaplarını da bilirsiniz!.. Hiç olmazsa nişin tozunu alırken gözünüze çarpmıştır, ha! Değil mi? Bu sebeple… Beni aptal yerine koymaya çalışmayınnn! Şimdi, tekrar soruyorum: Kitaplar nerede?”
Soru bu defa daha sert, daha yüksek bir ses tonuyla soruldu. Erkin’in annesi bu tondan daha da korkuya kapıldı. Cevlan’ın bu merhametsiz bakışlarına dayanamadı. Ne yapsın? “İmdat!” diyemiyorsa… Komşularını yardıma çağıramıyorsa… Sokağa kaçıp kurtulamıyorsa… Cevap vermekten başka çaresi yoktu.
“Onlar mı?.. Yaktık onları.”
Bu cevapla kurtulmak istiyordu ancak Cevlan buna izin vermedi:
“Yaktık!.. Niye?”
“Bu… Şey için…”
Anasının ne diyeceğini bilmez hâldeki çırpınışına dayanamayan Erkin onun yerine cevap verdi:
“Halk düşmanlarının kitaplarına Bolşevik’in evinde yer yok!”
Cevlan zehirli bir gülüşle Erkin’e doğru baktı:
“Öyle mi? Güzel… Lakin sana sormadım, zevzek! Sen söze karışma… Pek..aaa..la! Yani, kitapları yaktınız! Kocanız nerede? Onu da yakmamışsınızdır ya?”
Erkin de annesi de ne diyeceklerini bilemeden susup kaldılar. Bu adam şaka mı yapıyordu yoksa bunu cidden mi soruyordu, anlayamadılar.
Anası ağlamaklı bir sesle,
“Bu söylediğiniz ne ola ki?..” deyip konuşmaya devam etti:
“Neticede babasını… Aslında kendiniz de gördünüz…”
“Görmedim! Göreyim dediğimde beni uzaklaştırdınız, çünkü kefenin içinde başka bir adamın ölüsü vardı. Mirabbasov, halk düşmanıdır! O adaletin hükmünden kaçıyor.”
“Hakkınız yok böyle konuşmaya. Babam namuslu bir insandı.”
“Kendine hâkim ol, geveze! Babanı senden daha iyi tanırım. Mirabbasov, Buhara’daki aramada bulunan bir küp altının yarısını devlete teslim etmemiş. Arşivi karıştırdık, deliller var. Pekiii… Kalan altını nereye sakladı? Yoksa onu da mı yakıp ortadan kaldırdınız? Tamam, Mirabbasov halk düşmanı olmayıversin. Hatta… O, bu sıfata bile layık değil. Mirabbosov sıradan, aşağılık bir hırsız. Bizimse hırsızı arayıp bulmamız gerek.”
İnsanın kendisinin hakarete maruz kalmaya sabretmesi mümkün. Lakin vefatına henüz bir yıl bile olmamış babasının hatırasının kirletilmesine Erkin nasıl dayansın?! Erkin’in nazarında bu iftira cümlelerinin söylenmesiyle yerin bir anda titremesi, silkinmesi; asumanınsa öfkeden ortadan ikiye yarılması gerekirdi. Muhtemelen mazide, binlerce yıl öncesinde böyle olmuştur. Sonra insanlar kendi dillerinden yayılan iftira ve yalanlara kendileri de alışıp mülâyimleşmiştir. İhtimal… İhtimal… Yerin ve göğün sabrettiği şeye Erkin dayanamadı:
“Kendin hırsızsın!”
Erkin kendini tutamayıp böyle bağırır bağırmaz Cevlan’a doğru koşturdu. Annesi yolunu kesmeseydi onun gırtlağına yapışıp tırnaklarını boğazına geçirmesi kesindi. Cevlan şöyle bir işaret edince kapıda bekleyen asker Erkin’in kolunu büküp itekleyerek onu bahçeye çıkardı.
Karanlık çökmüş, akşam olmuştu. Etrafa bir sakinlik hakimdi. Sanki bütün şehir, bütün ülke huzura gömülmüştü. Erkin o anda yüzlerce, belki binlerce evin de korku ateşinde kavrulduğunu, kapılarının dövüleceği korkusuyla yürekleri ağızlarında beklediklerini biliyordu. “Belki şu anda bile üç, dört evi aramışlardır.” diye düşündü o; lakin onları “Ölen adamı bulup getireceksin!” diye sıkıştırmamışlardır, diye düşündü. İçeride neler konuşulduğunu bilmiyordu. O adamın vızıltıyı andıran homurtusunu, annesinin ağlamaklı sesini duyuyordu: “Acaba gömdüğümüz evrakı, mektupları, kitapları göstersem çıkıp giderler mi bunlar?” diye düşündü. Sonra bu evraktaki herhangi bir satırın bile babasının “halk düşmanı” olarak karalanması için delil olabileceğini anlayıp kendini tuttu. O, babasının günlüklerini okumuş hatta burada yazan bazı mısraları ezberlemişti:
“Dertlerin bir yanda, perişansın millet,
Bedeninden kan emdiren bîmârsın millet…”
Babasının adını karalayıp suçlamaları için sadece şu beytin kendisi bile kâfiydi. Şiirin inkılaptan önce yazıldığına dahi bakmazlardı. Erkin, babasının hapse atılan dostlarını hatırlayıp “Hayatta olsaymış babamı da hapse atarlarmış ya!” diye düşündü, içi cız etti. Babasının şu deri parkalı adama baş eğmesine, onun önüne düşüp elleri arkasına bağlanmış vaziyette evden çıkıp gitmesine Erkin dayanamazdı. Diğerleri nasıl sabretmişti? Niçin onların yürekleri üzüntüden ortadan ikiye ayrılmamıştı?
Erkin, akşamleyin böylesi düşüncelerin işkencesine gömülmüştü. Diz çöküp oturan annesini görünce ona yöneldi. Deri parkalı adam onun önünü kesip bileğinden sıkıca tuttu ve emredici bir tonda,
“Anana acıyorsan, altınlarla evrakın nerede olduğunu söyle!” dedi.
“Bizde altın yok! Evrakı da yakıp kül ettik!”
“He!.. Güzel! Buradan bir şey çıkmayacak galiba. Sen benimle birlikte geleceksin. Sohbeti idarede devam ettireceğiz. Sen NKVD’nin ne olduğunu henüz bilmiyorsun. Gözlerini açıp göstermezsem olmayacak.”
Erkin kendinden emin bir ses tonuyla,
“Biz yoldaş Stalin’e sizi şikâyet edeceğiz. O zaman cevap vereceksiniz!” dedi.
Cevlan “Yılanın yavrusu yılandır, akrebin yavrusu akrep.” deyip yüzünü buruşturdu, Erkin’i tutup kenara ittirdi. Annesi evde feryat ediyordu.
***
İdaredeki sorgu, eski bir kapının aynı tonda biteviye gıcırdaması gibi devam ediyor, Erkin’in sinirleri iyice bozuluyordu. Cevlan evde sormaya başladığı soruları bıkıp usanmadan tekrar tekrar aynı tonda tekrarlıyordu. Bildiğinden şaşmayan tavrını tavizsiz bir şekilde sürdüren Erkin, söylediklerini değiştirmiyor, aynı şekilde cevap veriyordu. Akşam olunca ikisi de oldukça yoruldular. Sonunda Erkin hücresine gönderildi, Cevlan da evine gitti.
“Anam ne yapacağını bilmez hâlde bekliyordur şimdi?” diye düşündü Erkin. “Ağzım kurudu, su istesem mi ki? Ne söyleyip isteyeceğim? Şunlardan istesem mi?”
Erkin, örtüye sarınmış, açlıktan karnı sırtına yapışmış, susuzluktan dili damağı kurumuş hâlde beklerken annesi de hapishanenin etrafında endişe ve korku içerisinde dolanıp duruyordu. Gündüz içeriden belirli bir haber çıkmayınca o, evine dönüp pilav pişirmiş; bunu büyük yayvan bir kaba koyup gelmiş, asker elbiseli ‘vicdan sahibi bir adam’ “Yemeği oğluna ben götürürüm.” deyip de bunu alınca huzur içinde oradan ayrılmıştı. Biçare anne “Artık oğlum aç kalmaz.” düşüncesiyle birazcık olsun avunurken şu duvarın arkasındaki odada üç beleşçinin bir olup kaptaki pilavı iştahla silip süpürdüklerinden habersizdi.
Hava karardığında Cevlan dışarı çıktı. Annenin “Yavrum nerede?” sorusuna “Sorgu bitmedi!” diye azarlayarak cevap verdi ve siyah arabaya binip gitti. Sonraki günün sabahında işe geldiğinde gri binanın soğuk duvarına yaslanmış vaziyette uyuklayan anneyi görünce onu yanına çağırdı:
“Sana NKVD ile dalga geçme dedim mi yahu?” dedi azarlama ahenginde. Onun birdenbire “sen” diyerek konuşmaya başlaması anneyi kendine getirdi. Gönlü bir art niyet olduğunu sezince “Yine ne diyecek acaba?” endişesiyle onun lafının devamını bekledi.
“İnat etme! Oğlun bana hakaret etti. Yılanın çocuğu, yılandır; düşmanın çocuğu, düşman. “Üç kişilik” komisyonun kararıyla uza..aa..klara gidecek. Düşünerek iş yap. Aklını başına toplarsan evladını kurtarırsın, yoksa sorumlusu sensin!”
“Bir kerecik olsun göreyim oğlumu …”
Anne talebini dile getirir ahenkte konuşacaktı lakin titreyen sesi onun iradesine itaat etmedi.
“Mümkün değil. Evrakı nereye sakladın? Tabii ki altınları da…”
“Daha önce söyledim ya?”
“Senin bu yalan dolanına ancak anan inanır, ben değil! Düşün! Akşama kadar düşün! Çocuğu doğuran da sensin, mezara sokacak olan da… Bunu iyice düşün!”
Bu sözleri söylemektense annenin göğsüne bir, iki mermi sıksaydı zavallının kalbi bu kadar yaralanmazdı.
Anne iki ateş arasında kaldı, yanıp kavruldu. Neticede neyi düşünecekti o? Kocası kara toprağın bağrında yatıyorsa… Onu diriltip geri getiremiyorsa... Gerçi diriltebilseydi de bu melunun eline teslim eder miydi? Niçin teslim edecek? Ne günahı varmış o kadersizin? Çar devrinde nice ölümlerden kurtulmuştu. Bu zamanda ölüp de kurtulamamışsa... “Altını bulup ver.” diyor. Altının adını duymuş lakin kendini ömründe görmemişti… Fazladan beş, on kuruşları olsaydı ortanca evladını sağ salim muhafaza etmez miydi? Delikanlı çağında, bu dünyada hiç bir şey görmeden geçip gitti biçare. Pamuk toplamaya çıkmış, ciğerlerini üşütmüştü ya! İyileşemedi… Istırap çeke çeke can verdi. Zavallı baba hayatı boyunca “Vatanım!.. Milletim!..” diye mücadele etmişti. Evladından ayrıldıktan sonra vatanı, milleti bir tarafa bırakmış; kendi canını bile umursamaz olmuştu. Ayrılık ateşinde kavrulup evladının arkasından gitti.
“Erkincan, yavrum! Annen benimle evlendikten sonra gün yüzü görmedi, sen onun gönlünü kırma.” Bu dünyaya veda ederken onun vasiyeti bu oldu. Anasını başının üstünde gezdirmesi, onu üzecek şeylerden uzak tutması, bu talihsize mutluluğun ne olduğunu anlatması gereken evlat, şu soğuk tuğla bina içinde bekliyordu.
Ne işi vardı burada? Ona da zulmediyorlar mı acaba ya da… Bu şeyleri düşünmektense annenin yüreği “Yanıp kavrulayım! Ölüp gideyim!” dedi.
Akşama kadar düşünmesi lazım. Gömülen evrakı, kitapları teslim etse kurtulur mu acaba? O zaman da “Niçin sakladınız? Demek ki bir suçunuz var!” derler de durum daha kötüye gider miydi ki?”
Anne ne yapacağını bilemeden beklerken büyük kapı açıldı; bir asker göründü. Bir o tarafa bir bu tarafa gidip geldikten sonra biçareye yaklaştı. Korkutucu bir ses tonuyla,
“Mirabbosova sen misin?” dedi.
“Benim.” dedi anne belli belirsiz bir sesle.
“Evine git. Geç vakte kadar sürecek daha. Sesini çıkarmadan bekle! Emir böyle.”
Anne, ümit ışığı sönmüş bir sesle,
“Oğlum?.. Ya oğlum?” diye sordu.
“Oğlunu bilmiyorum. Şimdi kalk, git!”
Anne onun donuk bakan gözlerine ümitvar bir bakışla bakmış, nokta kadar bile olsa onlarda bir merhamet izi aramıştı. Yoktu! Merhamet göremedi. Bu askerin bakışları soğuktu. Sanki onun göz çukurlarına iki buz parçası yerleştirilmişti.
Anne ondan uzaklaşmaya başladı. Ayakları taş gibi ağırdı. Adım atmaya dermanı yoktu. O, uzunca bir süre arkasından birinin seslenip “Bekleyin! İşte oğlunuz da çıkıyor. Beraber gidersiniz.” demesini ümitle bekledi. Biraz yürüdükten sonra henüz sönmeyen ümit ışığı onu durdurmuş, dönüp arkasına bakmaya mecbur etmişti. Baktı… Donuk bakışlı asker görünmüyordu.
“… Niçin gidecek? Neden geç vakitte gelsin?..” şeklindeki sorular onu düşüncenin türlü endişe ve korkunun sokaklarına yöneltti. Evine yaklaşınca “Yavrumu bırakacaklarsa evde oturup nasıl beklerim ki?” şeklindeki ümitvar düşünceler bir anda onun zihninde şimşek gibi çakıp onun karanlıklarla kaplanmış gönlünü aydınlattı. Zar zor hareket ettirdiği ayaklarını bile hafiflemiş hissetti. Acele acele bahçe kapısını açtı. İçeriden Erkin’in “Anacığım!” diyen sesini duyar gibi oldu. Annenin yüreği heyecanla tekrar kuş gibi çırpındı. Güçlükle nefes aldı, gözlerinin önü karardı. Erkin’i, Erkincan’ı yine bir defa “Anacığım!” der mi, diye bekledi. Yok! Bahçede derin bir sessizlik vardı. Anne, evde duramadı, sokağa çıktı. Kendini bilmez bir hâlde ağabeyinin evine gitti. O, evdeydi. Biçare kadını oldukça endişeli karşıladı.
“Ne demeye geldin? Böyle bir zamanda evde oturman gerekir! Ya peşine adam takıldıysa…”
O, bunları söyledikten sonra sokak kapısını aralayıp dışarıyı kolaçan etti.
Erkin’in annesi “Anamı alıp gideceğim. Onlar… Geç vakitlerde gelirmiş. Tek başımayım… Korkuyorum…” dedi kısık bir sesle. O, buraya kısa bir süreliğine de olsa, teskin olmaya gelmişti. Ağabeyinin korkmasından da anlamıştı ki kendisinin metanet içerisinde beklemesi, bir ümide kapılması, denize düşenin yılana sarılması gibi bir şeydi. Kendi ağabeyin bile böyle diyorsa…
Yaşlı kadın, kızını bağrına basıp hüngür hüngür ağladı.
“Dün akşam duyduğumdan beri ne yapacağımı bilemedim. Gideyim dedim, ağabeyin bırakmadı. Zaman ağırlaşıp gitti. Ne yapayım, derdimi içime atıyorum.”
“Onlar gece yarısında gelirmiş… Bir başımayım...”
“Gelirim, yavrum! Gelirim. Burada sessiz sedasız beklemeye artık takatim kalmadı.”
Anasının bu kararından sonra ağabeyi de razı olmaya mecbur kaldı ancak şart koştu:
“Sen gidiver! Birlikte gittiğinizi yabancı göz görmesin. Kendisi de arkandan çıkar, yetişir sana.”
***
Donuk bakışlı askerin söylediklerine itaat eden anne, hapishaneden ayrıldığı vakitte Erkin de elleri arkasına kıvrılmış hâlde Cevlan’ın odasına getirilmişti. Cevlan, bu dik başlı delikanlının gözlerine bir şeyleri anlayacak gibi dikkatlice baktı. Erkin’in gözlerinde uykusuzluk, açlık ve susuzluğun verdiği azap açıkça görülüyordu. Ona da tam bu gerekiyordu. “Çocuk işkencede çözüldü mü çözülmedi mi?” Bunu anlamak isteğiyle bakmıştı ve aradığını da görmüştü. Yüzüne galip adamın mesrur gülüşü yayıldı.
Cevlan, mülayim bir edayla,
“Otur! Annen yemek memek getirmiş, yiyiver.” dedi.
Erkin masanın üstündeki metal kâseyi, buharı yükselen çorbayı, bir parça ekmeği görünce yutkundu. Lakin tek kelime söylemek, bu adamın merhametine sığınmak istemedi.
“Karnım tok!” deyip yüzünü başka tarafa çevirdi.
Cevlan yaklaşıp onu boynundan tuttu ve masaya doğru sürükledi:
“Oturrr, ye! Zevzek! Kim sordu sana fikrini? Karnını doyur! Tek bir soruma cevap ver! Sonra da çıkıp git! Annen bekliyor dışarıda.”
Erkin onun söylediklerine bir inandı, bir inanmadı, oturup eline kaşığı aldı. Çorba boğazını yaktı. Yemek oldukça tuzluydu. “Tamam, bir iki kaşık içeyim, böyle dermansız bir şekilde çıkmayayım dışarıya…” diye düşündü. O sırada bir asker elinde sıcak su dolu demlikle geldi. “Çay da verecekmiş.” diye içinden geçirdi Erkin. Sadece “Bir kaşık… Sonra içmem …” diye oturmuştu. Kâsenin dibini buldu. Bir süre sonra içi yanmaya başladı. “Bu adam niçin çay demlemiyor!” diye düşündü. Cevlan’sa demliğe gözünün ucuyla bile bakmadı.
“Karnın doydu mu? Şimdi söyle: Babanın evrakı, günlükleri nerede?”
“Yakkk…tık!”
Geceki soru cevap, geceki gösteri, geceki sıkıştırma yeniden başladı. Hayır, bu gösteri önceki gibi değildi. Dünkü kendine güveni şimdi Erkin’i terk etmiş, hatta bunun tam aksine uykusuz geçen iki geceye ve açlık ıstırabına eklenen susuzluk da hükmünü ona geçirmeye başlamıştı. O sabrediyordu.
“Babanın günlüklerini okudun mu?
“Hayır!”
“Öyleyse niçin yaktın?”
“Gereksiz kâğıtlar, diye düşündüm.”
“Yalan söylüyorsun! Okumuşsun! Bu günlüklerin babanı halk düşmanı olarak faş etmesinden korktun.”
“Babam düşman değildi!”
Erkin bağırarak bunları söyleyip sert bir şekilde yerinden kalktı. Lakin Cevlan onun omzuna bastırarak onu tekrar yerine oturttu.
“Ben okumuştum, babanın günlüklerini. Hainliğin yayıldığı satırlar hâlâ aklımdan silinmiş değil: ‘Halk naçar, halk çıplak, halk ölüm döşeğindeki hasta! Buna sebep yumuşak koltukta gerinip oturan yoldaşların kendilerinin eti yiyip kemiği halka atması, kaymak yiyip bulaşık suyunu halka vermesi, pilavı kendileri yiyip artığını halka reva görmesidir…’ Bunları baban yazdı, değil mi? Evet, yaz..dııı!. Sen de okumuşsun! Okudukça da düşüncelerin zehirlenmiş. Böylesi sözleri sadece düşman söyler. Nerede o günlük? Nereye sakladın? Yaktığına inanmıyorum! Önünde sonunda bulacağım… Senin de derini yüzüp içini samanla dolduracağım! Ananı da ayaklarından asacağım! Konuş!
“Yaktık…”
Cevlan “Şimdi senin gibi çocuğu öyle bir öttüreceğim ki…” diye söylenip demliğin kapağını açtı, şırıngayı kaynar suyla doldurdu ve hemen Erkin’in arka tarafına geçti. Delikanlının başına bir damla kaynar su damlattı. Birden bire ortaya çıkan acıyla Erkin yerinden sıçradı. Sanki kaynar su damlası beyninden girip ayaklarının altından çıkmıştı. Cevlan omzundan onu bastırıp yerine oturttuktan sonra onun başına yine bir damla kaynar su damlattı. Erkin bu sefer “İmdat!” diye bağırdı. Koridorda bekleyen asker içeri girdi, Erkin’in kollarını büküp sandalyenin arkalığına bağladı. Cevlan biri iki defa nefes alıp verdikten sonra tekrar kaynar su damlattı. Erkin bu acıya uzun süre dayanamadı, kendinden geçti.
İki asker sürükleyerek Erkin’i dışarıya çıkardılar. Cevlan onun arkasından zehirli bir gülüşle bakıp “Dangalak!..” diyerek sövdü, sonra da telefonun ahizesini kaldırdı:
“Vadim Akopovich, sorguyu bitirdim! Mirabbosov’un halk düşmanı olduğu kesinleşti... Evet… Uzun yıllar Bolşevik kimliğine bürünüp yaşamış. 1919 yılında Buhara Emiri’yle bizatihi görüşmüş. O günden beri Sovyet hâkimiyetine karşı gizlice mücadele etmiş. Peşine düştüğümüzü anlayınca sırrının ifşa olacağından korkup kendini öldürmüş... Babasının tesiriyle düşünceleri zehirlenen oğlunun serbest bırakılması Sovyet idaresi için fevkalade tehlikeli. Onun düşünceleri de inkılap karşıtı... Evet… Çok katı bir milliyetçi! Fikrim mi?.. Hapis müddeti en az yirmi beş yıl olmalı. Evet… Derhâl “üç kişilik komisyon”un kararını hazırlayıp huzurunuza geleceğim.”
Telefonun ahizesini yerine koyduktan sonra derin bir düşünceye daldı: “Bir zamanlar benim soyumu kurutacaktı. Biraz vakitlice ölseydi, bunun nasıl yapılması gerektiğini kendisi de görürdü.” diyerek yaptığı işten gurur duydu, hemen arkasından da üçlü komisyonun “Milliyetçi Erkin Mirabbosov’un yirmi beş yıl hürriyetten mahrum edilmesi” hakkındaki kararını yazmaya başladı.
***
Erkin, buz gibi hücrede kendine geldi. Toparlandı. Avcuyla başını tuttu. Sanki az önceki deri parkalı adam, başına keskin çiviler çakmıştı. Nedense şu anda ağrı hissetmiyordu. Ama susuzluk ıstırabı bütün vücudunu kavuruyordu. Göğsünü buz gibi taşa yaslayıp yattı, teskin olmadı; yerinden kalktı, yüzünü duvara dayadı; rahatlayamadı. Gardiyanı çağırıp su isteyecek oldu. Bir adım attı, durdu. “Bunlara yalvarmam!” diye geri yerine döndü. O zaman… Suyun mülayim ve latif şırıltısı gelmeye başladı. Bir anda gözünün önüne bahçelerinin hemen kenarından geçen ark geldi: Suyu besberrak… Ark boyundaki uzamış yemyeşil otlar tıpkı kızların ince ince örülmüş saç belikleri gibi sağa sola sallanıyor. Tam da o sırada… Annesi tandırdan ekmek çıkarmış… Kendisi, akızak oynuyor[2]… Sonra arkın ağzına göğsünü vermiş bekliyor… Kana kana su içiyor...
Aklındaki susuzluk ıstırabı daha da arttı. Gözlerini sıkıca yumdu, kulaklarını elleriyle kapattı. Bu hâlde uzun süre bekledi. Istıraplarını unutmaya, başka şeyleri düşünmeye çalıştı. Aklı döndü dolaştı sorguya takıldı...
Bu kadar acı yetmezmiş gibi gönlü de huzursuz oldu. İnledi. Karnı burulup ağrılar saplandı, iki büklüm oldu. Gözünün önüne tıpkı geceki gibi yine kandan deniz gelmişti. Hapishane, bu denizdeki başıboş bir gemi gibi sallanmaya başlamıştı. Erkin’i de içine alan bu başıboş gemiyi bir süre sonra simsiyah bir karanlık yuttu. Kendisini o zaman hafiflemiş gibi hissetti. Ama bu hâli uzun sürmedi. Gözlerini açınca yeniden soğuk duvarı, demir kapıyı, demir parmaklıklı pencereyi gördü. Bir şey bağırsaklarını merhametsizce yakıp kavuruyordu. Kulağının dibinde cilvelenip akan su, artık fıskiye gibi şırıldıyordu. Onun hayalindeki ark genişleyip büyüdü, bir nehre döndü. Nehrin suyu köpürüp taştı, hapishaneden tarafa akmaya başladı. O, kapıları yerinden söküp demir parmaklıklı pencereye ulaştı. Erkin gayriihtiyari yukarıya bakıp ağzını açtı. Onun gördüğü su, nehirden gelmiyordu. Muhtemelen onun aklından çıkıp akıyordu. Bunu anlayınca acıdan feryat etmek istedi. Duvara yumruk vurdu. Diz çöküp oturdu. İçi daha da yandı… Biraz rahatlarım düşüncesiyle çıplak göğsünü soğuk taşa bastırdı. İçindeki alev sakinler gibi oldu. Arkasından da yüzünü taşa yasladı. Taş sanki ıslak gibiydi; dilini çıkarıp taşı yaladı. Bu çare de kısa süreliğine fayda verse de içindeki ateş, taştaki buza galip geldi. Erkin artık gardiyanı çağırıp yardım istemeyi düşünmüyordu. Deri parkalı ejderhanın sorgusunu da hatırlamıyordu. O, tahammül edilemez ıstırabın tamamıyla kölesi olmuştu. Erkin, taşın üstünde çırpına çırpına kendinden geçti... Susuzluğu da, bağırsaklarının burulup durması da son bulmuş gibi rahatladı. Manasız bakan gözlerini demir parmaklıklı pencereye dikti. Onun dudakları, emmeyi bekleyen yavrunun ağzı gibi açıktı. Ağır bir işte çalışıp da yorulan insan gibi kesik kesik nefes alıyordu.
O, pencereye bakıp kurtuluş bekliyordu. Demir parmaklığı umursamadan karanlığı yarıp içeri giren aydınlıkla kurtuluş gelmiyorsa, bir damla bile su düşmüyorsa ne yapmalı? Annesi dışarda mı acaba? Bağırsa duyar mı ki?
Erkin bağırmak istedi; sesi oldukça zayıf bir hırıltı şeklinde çıktı. Başı döndü, gözlerini yumdu... Gözlerini tekrar açtı… Demir parmaklığın arkasında ağabeyini gördü. Yeni terlemiş bıyığıyla karşısında görünen işte o müşfik çehre! İşte o… Sevgi dolu gözlerle tebessüm ediyor…
“Kardeşim, sana ne oldu?”
“Abiciğim, su verin! Yanıp kavruluyorum …”
“Arkta bir avuç su kalmış. İşte… Al, iç…”
Pencereden akan su, taşın üstüne döküldü. Erkin ağzını açtığıyla kaldı.
“Niye geldin, ağabey? Aslında siz…”
“Senin sıkıntıda olduğunu anladım da geldim yanına. Zorlansan da sabret, sakın konuşma! Babamı karalamak istiyor bunlar. Günlükte yazılanları biliyorsun ya?”
“Biliyorum. İnsanlar aslı astarı olmadan kulak[3] ilan edildi.” dediler. Bunlar beni öldürecekse öldürsün, lakin tek kelime söyletemeyecekler bana!”
“Evet... Öleceksen, öl! Ancak asla konuşma. Erkek adamsın sen! Güçlü bir iraden var. Onlar iradeli insandan korkarlar. Senden de korkuyorlar. Bunun için işkence ediyorlar. Sen sabret! Ben yine su getireceğim.”
Ağabeyi kaybolup gitti. Erkin gözlerini kapattı. Ağabeyinin sesini tekrar duyunca, gözlerini hemen açtı. Ağabeyi avucundaki suyu döktü. Su aşağıya ulaşmadı; zerrelere bölündü, parçalanıp gitti.
“Ağabey! Sizin yanınıza gelmek istiyorum. Ne yapayım?”
“Geliver, kardeşim. Babam da haber gönderdi, özledik seni. Sen bileğindeki damarı dişleyip kopar. O zaman bizim yanımıza hür bir kuş olup geleceksin. Acele et! Seni hasretle… Özlemle bekliyoruz…”
Erkin gözünü kapatıp açtı, ağabeyini göremedi. Bileğini yavaşça dişledi. Canı acıdı, elini çekti. Ağabeyinin gözüne görünmesinin ve ona söylediklerinin gerçek olduğunu düşündü. Hâlbuki bileğindeki damarı dişleyip koparma fikri dünkü işkence sırasında onun aklına gelmişti.
Bedenindeki ağrılar daha da çoğaldı; taşların üzerinde hızlı hızlı çırpınmaya başladı. Ağabeyinin söyledikleri kulaklarında yeniden yankılanınca o var gücüyle bileğini dişledi. Bu defa acı hissetmiyordu. Dişlerini daha da sertçe geçirdi bileğine… Aklını fikrini kaybedeyazsa da Erkin bileğini hızlı hızlı dişledi, dişledi… Damarından fışkıran ılık kan yüzüne değince onun içi huzurla doldu. Hayalindeki nehirde su değil kan dalgalanıyordu. Kan dalgalarının üstünde hapishane, hapishanenin içinde de Erkin sürükleniyordu. Erkin, sürüklene sürüklene kendinden geçti. O, ağabeyinin söylediği gibi hafiflemişti, uçuyordu. Uça uça babasına doğru yol aldı.
***
Tam da bu vakitlerde Cevlan, Erkinlerin bahçesindeki tahtadan köpek kulübesini kenara çektirmiş, gömüldüğü yerden küpü çıkarttırmıştı. Evrakın arasından aradığını bulunca içi ferahladı: “Cevlan Cabbarov, millet düşmanlarıyla gizli irtibatı olduğunu itiraf etti. Suçunu kanla temizlemeye ant içti. Heyet onun yeminini dikkate aldı, bir yıllık deneme süresi esasında o, Bolşeviklerin safında görevlendirildi. Komisyon Reisi Mirabbasov… 1919 yılı.”
Anne, ümitvar bakışlarını Cevlan’a dikerek,
“Oğlum ne zaman gelecek?” dedi.
Cevlan umursamaz bir ses tonuyla,
“Bekle! Gelir!..” dedi.
Sonra kâğıtları, kitap balyalarını taşıyan askerlerin arkasından yürüyüp sokağa çıktı.
Sonraki gün avlu uğuldadı: Seherde anneyi de alıp götürdüler.
[1] NKVD (Narodnıy Komissariat Vnutrennih Del): Sovyetler Birliği döneminde içerisinde kamu düzeninden toplum polisine, sınır güvenliğinden ulusal ve uluslararası istihbarat güvenliğine kadar pek çok devlet güvenlik birimini bünyesinde barındıran teşkilât.
[2] Akızak oynamak: Bir şeyi iple bağlayıp suya atarak onu suda yüzdürmek suretiyle oynanan oyun
[3]Kulak, kulaklaştırma (Quloq, quloqlashtirish): 1929 – 1933 yılları arasında müstebit Sovyet rejiminin maddi yönden orta hâlli köylüleri ve varlıklı diğer vatandaşları “burjuva” olarak değerlendirerek bunları ortadan kaldırmak için takip ettiği siyaset. Bu siyaset çerçevesinde değerlendirilenleri bir kısmı hapishanelere atılmış; asıl kısmı teşkil eden kadınlar, yaşlılar ve çocuklar ise çalışma kamplarına gönderilmiştir. 1929-1933 yılları arasında tamamı Rusya’nın kuzeyine olmak üzere 9 milyona yakın insan, kulak oldukları iddia edilerek sürgün edilmiştir. Kulaklaştırma siyasetinin sonucu olarak buna maruz kalanlar Ukrayna, Şimalî Kafkasya, Kazakistan ve Özbekistan’daki çöllere; ıslah edilmemiş, yaşamaya elverişli olmayan yerlere sürgün edilmişlerdir. Bunların büyük bir kısmı, uzun süren yolculuk, hastalık, açlık ve kıtlık sebebiyle ölmüş; bir kısmı da sürgün edildikleri yerlerde 8-10 yıl hapis cezasına çarptırılarak çok ağır iklim şartlarının hüküm sürdüğü Sibirya, Uzak Şark, Kareliya, Magadan gibi yerlere tekrar sürgün edilmişlerdir. Kulaklaştırma devrinde “kulak”lara; “kışlak burjuvası”, “karşıdevrimci”, “halk düşmanı”, “sosyalizm düşmanı”, “kolhoz düşmanı” gibi adlar da verilmiştir. Bu adlar, Özbek millî köylerinde elindekilerle ancak karnını doyurabilen, mülk sahibi, itibarlı aydınlar için de kullanılmıştır. (O‘zbekiston Milliy Entsiklopediyasi, Q harfi, Toshkent, 2009)