HaftanınÇok Okunanları
FATİH SULTAN YILMAZ 1
KEMAL BOZOK 2
FEYZA TUĞÇE FIRAT 3
HİDAYET ORUÇOV 4
OSMAN BEYHAN GÜMÜŞ 5
Emrah Yılmaz 6
M. FATIH KİRİŞÇİOĞLU 7
Bakü’nün en elit bölgelerinden birindeydim. Dördüncü katta dört odalı bir evim vardı. Zaman zaman, neden bu denli asilzade insanların arasında olduğumu düşünürdüm. Çünkü yeryüzünde benden daha asilzade insan yoktu ve buna Allah’ın bir mucizesi olarak bakıyordum. Bu dokuz katlı bina Sovyet döneminde inşa edilmişti ve etrafı askerlerin yaşadığı tek katlı müstakil evlerle çevriliydi. Bu evlere bir araba park edilebilirdi ve bizim bina onlara tepeden bakardı. Balkona çıktığımızda bahçelerini avucumuzun içi gibi görürdük. Her âşığın bir devranı olduğunu söylerler. Şimdi bizim binamızın da etrafına üç dört katlı zengin, kibirli villalar inşa edildi. Onlar binamıza tepeden bakmakla kalmıyor, sanki bizim dokuz katlı binamızın varlığını da yok sayıyorlar. Ancak biz gerçekten varız!
Onların bahçelerine ne kadar istersen o kadar araba park edilebilir. Bahçeleri, kolhoz avlusuna benziyor. Duvarları o kadar geniş ve yüksekti ki bizim binanın çatısından baksan bile hiçbir şey göremezsin. Ancak onlar isterse bizi görebilir. Neyse, belki de bana öyle geliyordu. Aslında mesele nereden bakıldığında değil, kimin baktığındaymış.
Çocuklar büyüdükçe oda sayımız art arda azaldı ve yerimiz daraldı. Çocukları bir yerlere yerleştirmek gerekti. Çocuk sahibi olmakla iş bitmiyor, tabii. İlk oğlumun düğününden önce evimi sattım ve Mikrorayon’a taşındım. Dört odam, oldu iki oda. Kötü de olmadı. İkinci düğünden önce de Mikrorayon’daki evi satıp Bileceri’deki tek odalı eve taşındım.
Bakü’ye ilk kez okumak için geldiğimde Bileceri’den geçerek gelmiştim. Galiba yavaş yavaş ilçeye, doğduğum köye doğru gidiyorum, diye düşünüyordum. Ama köy yoktu ki! Çünkü Ermeniler köye yerleşmişti. Siz bu coğrafyayı iyi bilmezsiniz. Buralar bizimdi, ata yurdumuzdu. Ancak gerçekten de yüzümü Karabağ’a doğru çevirmiştiler. Öğrenciyken tatillerde trene binip evimize giderken Bileceri’yi geçince köye varmaya fazla bir mesafe kalmadığını anlardık. Bu durum trene de bağlı idi. Çünkü bu tren aynı zamanda Bakü-Erivan treniydi ve Bileceri’ye kadar can çekişe çekişe gider, orayı geçtiğimiz an hızlanırdı. Şimdi ben de o durumdayım. Bileceri’deki tek odalı evimde, köyüme doğru oturup şair ve yazarların bizzat imzalayıp bana verdikleri kitapların sayfalarını çevirip keyifleniyordum. Kitabın içeriğini değil, benim için yazılan övgü dolu sözleri okuyup düşünüyor, içten içe kendimi büyük bir adam gibi hayal ediyordum. Çünkü bu yaratıcı insanlar, yazılarında benim hakkımda öyle büyük sözler yazmışlar ki benim yerimde kim olsa kendisiyle ilgili bu kadar yüksek bir beğeniye sahip olurdu. Ben henüz insaflı bir adamım, bunun için çok geciktim!
Tam o sırada elli beş yıllık çocukluk arkadaşımın, “akademik” sıfatıyla yetmişinci yaş günümde benimle ilgili söylediği sözler aklıma geldi:
- Azizim, sen canını sıkma, senin geleceğin çok parlak.
Genellikle böyle sözler yirmi, yirmi bir yaşındaki gençler için söylenir. Bu nedenle de dostumun ne demek istediğini anlayamadım. Ancak o, ne demek istediğini açıkladığında sözleri yüreğime su serpmiş gibi oldu.
Elimdeki kitap sık sık sarsılıyordu. Çünkü ben de evimizle birlikte sarsılıyordum. Bunun nedeni evimizin iki adım ötesinden sık sık ağır yük kamyonlarının geçmesiydi ve ben beş yıldan fazla bir süredir sarsıla sarsıla yaşıyordum. Çok iyi biliyordum ki eğer kaderime karşı gelip rahat bir eve taşınsaydım burayı it gibi özleyecektim!
Böyle hâller bende sık sık olur. Hakkımda yazılan yazıları o kadar çok okudum ki artık çoğunu ezbere biliyorum. Bu kasabada çok uzun zaman kalamayacağımı da hissediyorum. Tüm hayatım karalar bağlamıştı. En kötüsü de bu düğümün çözüleceğine de ümidim kalmamıştı.
Bahçemizde tavla oynayanlar birbirlerine ağzına geleni söylüyordu. İnsanlar, onların bir daha asla birbirlerine selam vermeyeceğini düşünüyordu. Ertesi gün onları yine karşı karşıya oturmuş tavla oynarken görürdük ve yine her zamanki gibi olurdu. Tavlada da aksi gibi beraberlik yoktu. Sonunda yenilen taraf mutlaka tartışma çıkarırdı. Küfürler havalarda uçuşurdu. Çarşıda bile, sözüm meclisten dışarı, herkes birbirine it gibi davranıyordu. Ancak bu durum, ister içeri ister dışarı olsun, gerçekti.
Sosyete mahallesindeki insanlar sonradan zenginleşmiş olmalarına rağmen durumları çok iyiymiş. Mikrorayon’da sosyete mahallesinde yaşayanlar için burnumun direği sızlıyordu. Bileceri’de de Mikrorayon’u düşünüyor ve özlüyordum. Bileceri’den başka bir yere taşınırsam Bileceri’yi çok özleyeceğimi biliyorum.
Ancak bir şey kesinlikle olacak: Bileceri’den herkesin gittiği yere kalıcı olarak taşınsam, bak o zaman, ne sosyete mahallesi için burnumun direği sızlayacak ne Mikrorayon için üzüleceğim ne de Bileceri’yi özleyeceğim. Bu da gerçekti. Ancak, Allah’ın eteğine sıkı sıkı tutunmak gerekir. Çünkü ondan başka sığınacak yer yoktur. Kime sığınırsan sığın sonunda elinde kalır. Çünkü çürüktür. Allah’ın eteği o kadar büyük ki bugün olduğu gibi bütün insanlığın ona sığındığını gördüm. Allah’ın eteğinden tutmak için elinin yeni doğmuş bir bebek eli gibi temiz olması lazım! Yoksa elin tutmayacak ve buna engel olamayacaksın.
Hayatımda hiçbir zaman bu kadar özlememiştim. Sebebini de bilmiyordum. Bu, beni elden ayaktan düşürüyordu. Bunun yeni bir özlem olduğunu hissediyordum. Sanki tüm bedenim, ruhum bir milyon karınca tarafından işgal edilmiş gibiydi. Bu karıncalardan kurtulmak için kalkıp yıkanmak istedim. Ancak suyun gelmesine daha dört saat vardı. Karımı aramak istedim ama korkup endişelenir diye ona kıyamadım. Sonra cep telefonumdaki iki yüze yakın numaranın hepsini inceledim. Fakat hiç kimseyi aramadım. Aralarında öyle merhametli insanlar vardı ki hepsi kalkıp hemen gelirdiler. Öyle adamlar da vardı ki benim yolumda ölürlerdi. Ancak nasıl olduysa elim varmadı, aramadım. Yalnız kalmak istedim. Öyle kaldım da... Birdenbire, ya çok kötü bir şeyin olacağını ya da daha önce hiç kimsenin başına gelmemiş iyi bir şeyin olacağını hissettim. Başka bir şey söz konusu olamazdı.
Cep telefonumu kalın kitabın üstüne koyduğum gibi çalmaya başladı. Her zamanki gibi kimin aradığına bakmadan düğmeye bastım:
- Evet...
- Gardaşım, selam. O sırada sesini tanıdım, o bey soyundandı, Beyzade.
- Selam, dedim.
- Bana bak, neredesin?
- Evdeyim.
- Ne var ne yok, nasılsın?
- Çok iyiyim, diyerek açık bir yalan söyledim.
- Sesin hoşuma gitmedi ama! Şüphelendi.
- Yook... İyiyim... Uyukluyordum. Yalan söyledim!
- Kurban olayım, bir şey olmadı değil mi? O çok hassas biriydi.
- Vallahi yok. Üçüncü yalanı da söyledim, zoru ilk yalandı!
- Bana bak, bugün bir planın falan yok, değil mi?
- Yook... Bak, bu sefer yalan söylemedim.
- Bana bak, saat altıda araba gelecek. Hemen in aşağı, seni güzel bir yere götüreceğim, balık yemeye. Ne dersin? Hazır olduğumu bilmesine rağmen sordu.
- Balık tutmaya gitmiyoruz ya balık yemeye gidiyoruz, dedim.
- Tamam, anlaştık. Saat altıda evin yanında... Araba önce seni alsın, sonra da ben işten çıkıp gelirim. Senin iki arkadaşın daha gelecek oraya.
- Onlar kim? Meraklandım.
- Geldiğinde görürsün... Bizim arkadaşlarımız.
- Uzak mı? Hatırı kalmasın diye sordum.
- Yook, şehirden çıkacağız. Yeni bir yer. Deniz kenarında. Sen oraya daha önce hiç gitmedin.
- Tamam, dedim.
- Öpüyorum, görüşürüz.
- Ben de...
Allah korumuş, doğru zamanda aradı. Hayatım boyunca çeşitli durumlarımda bazen geç bazen erken bazen de tam zamanında beni arayanlar oldu, Yukarıda Allah var. İnsan hasret çeker, ben de onlardan biriyim ve görünen o ki insan böyle özleye özleyeson durağa varır. Ancak daha önce de dediğim gibi ne böyle yeni türeyen özlemlerim olmuştu ne de böyle tam zamanında gelen telefon... Kalpten kalbe giden görünmez yollar var ve bu yollar Allah’ın takdiri. Burada yol inşaatı idaresiyle ilgili bir durum yok! Galiba benim yüreğimden onun yüreğine bir çağrı gitmiş, diye düşündüm. Yine de kalp çağrısı ile konuşmak mümkün değil ki! Sonra, o da alıp telefonu açmış ve şöyle demiş: “Gardaş, ne var ne yok...” Bu da mümkündür ve en eski iletişim biçimi de böyledir. İletişim bakanlığıyla da mobil operatörlerle de hiçbir ilgisi yoktur. Burada İletişim bakanı, Allah’tır. Dünyada kalan ne varsa dünün çocuklarıdır!
O, bey oğlu beydi ama kimse ona “Bey” demiyordu. Bazen, bey bolluğuna düştüğümüzde bile ona bey diyen yoktu. Beylik onun kanındaydı. Bütün varlığına kaplamıştı, gerçek bir beyzadeydi. Geç de olsa bugünden sonra ona “Beyzade” diyeceğim, adını dile getirmeyeceğim.
Hızla kendime gelmeye başlamıştım, kendime ulaşmak üzereydim. Bütün benliğimi etkisi altına alan karıncalar da kendime geldiğim hızla azalıyordu. Kendimi çok yakından görüyorum, neredeyse oradayım. Ben şimdi sadece karınca yuvasına değil, insana da benziyorum... Benzemiyorum, tam olarak insanım ben. İnsan olmaktan daha iyi bir şey yoktur.
Daha önce de dediğim gibi görünüşe göre kötü bir olayın yaşanma ihtimali yok. Eğer öyleyse çok güzel bir şey olacak. Orasını Allah bilir gerçi, ben bilmem. Birlikte olduğumuz süre boyunca eğer içime bir şey doğarsa size söyleyeceğim.
Beyzade’nin babası bizim köyde belki de ilk keman çalan kişiydi. Yüz yıl önce mahlası “uçitel”di, yani “öğretmen”.
Bizim büyük köyümüzde ise Beyzade’nin dedesi ile aynı yaşta olan bir zurnacı vardı. Yaşlı insanlar, Karakuzey’in tepesine tırmanıp kara zurnayı çaldığında, gökyüzünde uçan, yeryüzünde yürüyen ne varsa hepsinin hareketsiz kalacağına dair yemin ederlerdi. Ve o zamanlar köyde bırakın okulu, öğretmen bile yoktu. Herkes ekmeğini topraktan kazanırdı. Toprağı işlerlerdi, toprak da onları ödüllendirirdi. Beyzade’nin dedesine, sonra babasına ve şimdi de kendisine bizim köyde karşılıksız bir şekilde saygı duyulurdu. O zamanlar karşılık bekleyen olsaydı, Andranik gibi tek kulak olurdu, kulağını keserlerdi. Ve o da kulağından dolayı alıp başını köyden giderdi. Van Gogh’a benzetilse de ona hiçbir şekilde benzemiyordu. Kendi de gerçek adını herkesin unuttuğu gibi unuttu, yeni bir isimle yaşıyordu: Tek Kulak.
Kanaldan gelen su meselesi vardı. Beyzade bugün sorumluluk sahibi, sevilip sayılan seçkin bir adamdı. Ve o, yıllardır makam-mevki sahibiydi. Bu makam ve mevkinin onu ele geçirmesine asla izin vermedi. Ne de olsa asil bir nesilden, kökten geliyordu!
Orta boylu, güler yüzlü, son derece hassas, kendi yerini bildiği gibi başkalarının da yerini bilen, yiyip içen, elli yaşını yakın zamanda geçmiş bir oğuldu. Çevresine karşı çok dikkatliydi. Bu da onun yüksek medeniyetinin bir göstergesiydi. O, her zaman medeni insanlarla oturur. Pek çok şaka, fıkra bilir ve bildiklerini yeri geldiğinde arkadaşlarına ve dostlarına kendine özgü bir üslupla anlatmaktan hoşlanırdı. Rahmetli ataları, dedesi ve babası gibi iyilikten de kötülükten de nasibini almıştı. Beyzade’nin atalarını, dedesini ve babasını sevip saydığı gibi evlatları da Beyzade’yi sevip sayıyordu. Şüphesiz ki torunları da kendi evlatlarını sevecek. Ne de olsa armut dibine düşer, buna şüpheniz olmasın, yoksa utanırsınız.
İşindeki ustalığı, ona saygı duyan insan sayısını gün geçtikçe arttırıyordu. Bu alanda çalışan insanların büyük çoğunluğu, şimdi bile ondan tavsiye alır.
Yaratıcı insanlara özel bir saygıyla yaklaşır. Çünkü o da böyleydi, çok şakacıydı. Onun sözleri herkesin boğazından bal gibi geçerdi Aslında, şaka da büyük bir yaratıcılıktır. Eline kalem alan herkesin yazar olamayacağı gibi şaka yapmayı da herkes beceremiyor. Bu, insandan, dünya görüşü ve güçlü bir bilgi birikimi ister.
Aramızdaki ilişkiye gelince… Söylemeliyim ki hissettiklerimi söylüyorum, o benimle biraz gurur duyuyor, sanırım. Sebebini söylemeyeceğim. Çünkü en iyisini o bilir. Bu yüzden bizim yakınlaşmamız için gereken ilk adımı o atmıştı.
Kendim hakkında hiçbir şey söylemeyeceğim. Sadece Beyzade gibi bir adamla arkadaş olduğumuzu ve aramızdan su sızmadığını söylemek istiyorum, vesselam.
Şehir merkezinde, Beyzade orada çalışıyordu, yola çıktık, dolana dolana Pirallahı’ya vardık. Kollarımızda kucağımıza sığmayan çok büyük bir ip yumağı vardı ve onu açıp ölçen olsaydı elli, elli beş kilometre uzunluğunda gelirdi!
Haftanın ortası olmasına rağmen çok sayıda araba vardı. Kendimi tutamadım:
- Ne çok araba var burada, dedim.
- Bu saatlerde Bakü’de buradan daha işlek bir restoran yoktur. Beyzade cevap verdi.
- Bunlar bizden önce gelmiş. Eliyle arkadaşlarını gösterdi ve “Helal olsun!” dedi.
- Gardaş, dedim, “Aydınlar böyle yerlere vaktinde gelirler. Yer kalmış mıdır, acaba?”
- Merak etme, dün telefon edip yer ayırttım. İki kişiden biri şimdi akademik olan çocukluk arkadaşım, diğeri de hükümet karşıtı grubun başkanı, saçları bembeyaz (Ağbaş) olmuşsa da, bizden on beş, yirmi yaş genç olan, elimde büyüdü, ülkede yeterince tanınır.
- Oturalım, Gardaşım, oturalım. Beyzade şimdiden keyiflenmeye başladı. Pencereleri denize bakan son derece düzenli bir odada otururken bir garson, güler yüzlü bir delikanlı geldi:
- Hoş geldiniz.
- Bana bak, neyiniz var, dedi Beyzade.
- Sekiz çeşit balığımız var.
- Ne, diyerek şaşkınlığını dile getirdi, Beyzade.
- Sekiz çeşit balık... Garsonun gözleri büyüdü.
- Sekiz çeşit balık olmaz! Beyzade itirazını sürdürdü.
- Mir Möhsün Ağa’nın mezarına yemin olsun... Önceden güler yüz gördüğümüz delikanlı öyle kibar söyledi ki...
- İnanıyorum, inanıyorum. Ancak unutma, sen hâlâ çocuksun. Dünyada iki çeşit balık olur: Oltaya takılan balık bir de oltaya takılmayan balık. Anladın mı?
- Evet. Öyle? Gülümsedi, Evet, gerçekten…
Baharın kasvetli havasının açıldığı gibi masa da yavaş yavaş açılıyordu. Birazdan bu masanın üzerine güneş doğacaktı, kasvetli bahar havası dağıldıktan sonra doğan güneş gibi! Ve bu güneş dört kişilik olacaktı. Neden olmasın? Umutsuzluğun enginliğindeki dört kişi birbirini özleyip buluşmuştu. Birbirini özleyen insanlar kavuştuklarında bütünleşir, bütünleştikçe birbirlerini daha çok sever, sevdikçe daha samimi ve tanıdık olur, (Bu doğru mudur değil midir!) tanıdıkça nesilleşir, nesilleştikçe de “artıran nesil kadrini de sıdk ile kendi değerini de yükseltir.” 3 kutlu olsun!
Özleyen özlediğine kavuşamazsa kendini kaybeder. Özlemeyen insandan ne akademik ne hükümet karşıtı grubun başkanı ne Beyzade gibi yüksek makam-mevki sahibi ne de benim gibi birisi olabilir! Bir insanın ömür boyu kazandığı her şey özlemle ilgilidir, başka hiçbir şey değil. Özlemek insan için kendi iç dünyasında verdiği bir savaş gibidir. Dünyayı da eski çağlarda özlem duyan insanlar yönetti. Bugün de durum böyle. Nasıl idare etmişler: İyi mi, kötü mü? Artık bu işin başka tarafı.
Dünyada sayısız tiyatro gösterisi ve film var. Hepimiz görmüşüzdür. Ancak dünyanın en eski filmi ya da gösterisi, Adem’in Havva’yı özlediğinde yüzünde beliren görüntüydü! Buna Allah’ın varlığına inandığım gibi inanıyor, bu düşünceye saygı duyuyorum. Çünkü insanlığın bu ilk filminin birinci bölümünün senaristi de yönetmeni de destekçisi (sponsoru) de Allah’tı! Siz de inanın... İnanmazsanız özleyen bir insan gördüğünüzde onun yüzüne biraz daha dikkatle bakın. Dikkatle bakınca sadece bakmadığınızı, sanki bir ekrana bakıyormuş gibi izlediğinizi hissedeceksiniz. Bizler, milyonlarca yıldır insanların yüzüne bakıyoruz. Bazen seyretmek de lazım. Bu seyir, başka seyir... Özleyen birini bulmak da zor değil, bütün dünya özlüyor.
- Gardaş, “yine göklerdedir şair hayalin.” dedi, Beyzade. “Ne düşünüyorsun?”
Beyzade düşüncelere daldığımı anlasa da ileriye gitmedi:
- Pekâlâ... Soğutmayalım... İyi ki görüştük!
Dört el birbirine doğru uzandı, küçük bir çemberde buluştular ve kadehlerini tokuşturdular. Kadehler malum yerde boşaldığı gibi masanın üzerine, eski yerlerine yerleştiler.
Gözlerimle gördüm: İnsan özlediğinde elinin içindeki çizgiler o kadar açık görünüyor ki sanki biri bu çizgilerin üzerinden kurşun kalemle geçmiş, sanki bu çizgileri yeniden çizmiş! Elbette bu sıradan bir kalemle çizilemez. Bu Allah’ın kalemidir! Güzel kadınlardan söz edildiğinde söylendiği gibi sanki kaşları İlahi’nin kalemi ile çizilmiş gibidir! Kalem aynı kalemdir.
Dört el artık yedinci defa birbirlerine doğru uzanmış, küçük bir dairede buluşmuş, kadehler tokuşturulmuş, geri dönüp bilinen adreste boşalmış ve masanın üzerine, eski yerlerine yerleşmişti. Yani meclis, iri bakır bir leğene koyulmuş sıcak süt gibi kaymak bağlamıştı. Dört kişilik güneş; parlak, ağır ve boş kadehleri ışığıyla ağzına kadar doldurmuştu. Beyzade rakıyı içmiş olsaydı ışıkla dolu kadehler masanın üzerine dökülecekti ve sofradan rakı kokusu yayılacaktı, tıpkı bu tür toplantıların sonunda sarhoş olan kişinin dolu bir kadehe rakı doldurması gibi! Bak öyle…
Hoşbeşten sonra ilk olarak Beyzade, bana kadeh kaldırıp “Sağlığa!” dedi. Hemen ardından Akademik ve Ağbaş da özlemle, heyecanla ekleme yaptılar. “Bu adam, bizim aksakalımız, büyüğümüzdür. Onunla gurur duyuyoruz. Meclislerimize de çok yakışıyor. Dürüst olmak gerekirse gösterilen bu ilgi, bana hoş bir rahatlık hissi vermişti. Sanki beni masanın üzerine uzatıp boyuma posuma övgü düzüyorlardı. Eğer başım dönseydi, övgüden mi yoksa rakıdan mı bilemeyecektim. Bence bunu bilmek o kadar da gerekli değildir.
Ne Akademik ne Ağbaş ne de Beyzade şereflerine söylenen sözlerden rahatsız oldu, aksine sağlık dileklerinden büyük bir haz alıp keyiflenmişlerdi.
Beyzade’nin inek dili gibi geniş olan cep telefonunda Yakup Mammadov’un “Mirza Hüseyn Segahı”nı dinleyip duygulandık, bir heykel gibi hareketsizleştik. Ardından da “Karabağ Şikestesi” geldi. Heykeller başladı ağlamaya, heykellerin ağlaması dehşet olur! Bu dehşetten sonra gelen sessizlik de dehşet olur. Bu sessizlik Karabağ’ın sessizliğine, bu sessizliğin sessizliğine çok benziyordu. Bu benzerliğin içinde ne yiyip içtiysek zehir olup burnumuzdan geldi. Sanırım Karabağ, öz evlatlarına helallik vermemişti! Bana öyle geldi.
Ve... ve… Kurtarıcımız, büyük kurtarıcımız Beyzade konuşmaya başladı:
- Alın size daha önce kimsenin duymadığı bir hikâye… Radyo ve televizyonun olmadığı zamanlarda, elli yaşını geçmiş dört yakın dost buluşur. İçlerinde en eğitimlisi Mirza olarak bilinen kişi yüzünü dostlarına dönüp şöyle demiş:
- Arkadaşlar, bir şeye çok şaşırıyorum. Kadınlar için o kadar üzülüyorum ki...
- Neden, Mirza?
- Ne demek, neden? Zavallılar, sık sık onların nasıl doğduğunu ve kendi çocuklarını nasıl doğurduklarını düşünüyorum.
Hazırcevap arkadaşlarından biri şöyle demiş:
- Bak hele, bu da bizim eğitimlimiz! Ee, sen bilmiyor musun? Doğumdan kısa bir süre önce melekler gelir, kapıyı açar ve çocuk doğduktan sonra da kapıyı kapatarak çıkıp giderler.
Mirza ise şöyle demiş:
- Derim tabii ki... Bizim sekizinci çocuktan sonra melekler bizi unutmuş olmalı ki kapıyı açık bırakıp gitmiş!
Heykeller nasıl kahkahalarla güldüler ve sonra yeniden insana dönüştüler.
Bakü’de pek çok heykel var. Böyle içten kahkahalarla gülseler onlar da dirilirler ve bu bir mucize olurdu.
Siz gülmenin gücünü aman ha küçümsemeyin! Birinci Dünya Savaşı’ndan bir iki yıl önce Londra’nın meşhur komedyeni Cou Krimaldi, bir dilsizi o kadar çok güldürmüş ki sonunda dilsiz konuşmaya başlamış. Heykel de dilsiz olabilir, o hâlde…
Akademikle Ağbaş gitmişlerdi. Ben de Beyzade’ye şöyle söyledim:
- Gardaş, sen akıllı adamsın, hesap kitabı da iyi bilirsin. Bakışlarım onun bakışlarının duruluğunda eridi.
- Bak, bana söyle bakalım, benim gibi bir adam öldüğünde, onun defni, üçü, yedisi, kırkı bir de yıllığı ne kadardır?
- Sen ne diyorsun, Gardaşım, seni istemeyenler...
Onun sözünü kestim:
- Rica ediyorum, bana lazım. Çok ciddi bir şekilde tavır aldım.
- Dur, söyleyeyim.
Beyzade masanın üzerindeki telefonu alıp işaret parmağı ile “kurcalamaya” başladı. Yani... Evet... Mezar taşı kara mermerden mi olsun yoksa granit taşından mı?
- Hangisi daha iyi, diye sordum.
- Öldükten sonra ikisi de aynı şey.
- Granit iyidir, dedim. - Tamam, granit... Böyle... Böyle... Bu da böyle... Tüm millet kalkıp gelecek. Kaçkınlar da bir taraftan... Mezarlıkta yerin var mı?
- Yok.
- Evet... Bu da böyle... Evet... Yani, Gardaşım, bir yerlerde itibarlı olmak için... Neredeyse... Evet… Otuz bin... Bak böyle... Telefonunu masanın üzerine koydu, neşesi kaçmış bir biçimde gözlerini bana dikti:
- Peki sıkıntın nedir?
- Beni dinle, dedim. “Bak, ben Bileceri’de yaşamaya devam edersem öleceğim. Bunu sana açıkça söylüyorum. Hem de çok kısa zamanda… Eğer ölürsem sana vasiyetim olsun ki benim cenazemi sen kaldıracaksın.
- Tabii, kaldırırım.
- İyi de ben henüz ölmek istemiyorum, dedim.
- Sen nasıl istersen öyle olsun. Yeter ki senin başından tek bir saç teli bile eksilmesin. Gardaşın henüz ölmedi! Beyzade’nın canı bir hayli sıkılmıştı.
- Bak, Sana ne yapman gerektiğini söyleyeyim. Söyle... Sanki Beyzade acele ediyordu, ben de uzatmak istemiyordum. Uzatmadan konuştum:
- Senin on bin manat kazanmanı istiyorum. Yabancı değilsin ki... Gözlerini dike dike merakla sordu:
- Benim mi?
- Evet, senin.
- Nasıl? Beyzade’yi merak sarmıştı.
- Söylüyorum işte. Altmışıncı doğum günümde bir Lezgi’nin bana bir araba verdiğini hatırlıyorsun, değil mi? “Hunday-Sanata”. Aslında o Lezgi, beni toplasan iki defa anca görmüştü.
- Niye hatırlamayayım!
- Dinle, bak, o arabayı üç dört ay kullandıktan sonra sattım. Merkedan’da ev yaptırmak istiyordum. Yaptırdım da... Ancak, yarım kaldı. Fiyatlar artınca inşaata devam edemedim. Üstünü bir şekilde üzülerek kapattım. Sadece duvarları ve çatısı var. Evet... Orayı bana köylüler bağışlamıştı. Bir çit, bir kapı... Şimdi mesele şu ki, sen bana yirmi bin verirsen ben oranın inşaatını bitirir içine yerleşirim. Böylece... Ölmeyeceğim, yaşamaya başlayacağım! Sen de böylece on bin kâr etmiş olursun! Nasıl fikir?
- Çok iyi... Hayatım boyunca çok çok kâr ettim. Ancak hiçbir zaman böyle kâr etmemiştim. Allah razı olsun!
- Olsun da…, dedim. Bu sözümde biraz da minnet vardı. Belki bana öyle geldi, bilmiyorum.
- Gardaş, derken Beyzade, kelimenin tam anlamıyla on bin manat kâr etmiş insan edası ve atalarına has asaletiyle sevinen bir adam gibi görünüyordu.
- Ne, dedim.
- Bu mesele halloldu. Diyorum ki, belki on bin manat kâr etmemin şerefine meyve ile bir yüz gram içeriz, ne dersin? Elini omzuma koyup kendine doğru çekti, yüzünü yüzüme yaslayıp “Senin gibisi yoktur.” dedi.
Beyzade’nin söylediklerine nasıl kandıysam onu gerçekten de on bin manat kâr ettirmiştim. Kendimi de sanki o yere koymuştum ve öyle gösteriyordum. ,
- Beyzade kadehlere rakı doldurdu. İçi ışıkla dolu olan kadehler ne taştı döküldü ne sofraya yayıldı ne de sofradan rakı kokusu geldi. Bu sırada, mümkün olduğu kadar ciddileşerek şöyle dedi:
- Gardaş, sen değerli bir insansın. Aklı başında olan herkes için değerli bir insansın. Sen hepsinin kıymetlisisin, hepsinin. Biliyorsun, Gardaşım, biz uzun yıllardır seninle dostuz, helal ekmeği bölüşürüz. Bana öyle geliyor ki, zaman geçtikçe güçlenmeyen dostluk mükemmel değil, eksiktir. Biz Karabağlılar yemin ederiz, babamın ruhuna ant olsun ki ben çok mutluyum. (Gözleri doldu.) Nedenini biliyor musun? Çünkü bugün bizim dostluğumuzun güçlendiği gün, dostluğumuzun doğum günü, dostluğumuzun yarım olmaktan kurtulduğu gün. Maşallah, senin etrafın geniş, herkes seni tanıyor, dostun tanıdığın da çok. Sen kime böyle yakınlık göstersen hepsi canla başla yardım etmeye hazır. Ama sen bana dedin, benden yardım istedin! Öpüyorum seni, Gardaşım... Beni seçtin... Sen de seçilen olasın! Nasıl ki sizde seçilmiş eserler var, sen de seçilmiş eserlerin bir cildisin! Öpüyorum seni, var ol, Gardaşım.
Ve aniden yüzündeki ciddiyet maskesini çıkarıp bir tarafa fırlattı, gülerek devam etti:
- Sağlığına… Oturduğum yerde beni bir hayli kâr ettirdin.
Tokuşturduk ve bıraktık...
Yolda Beyzade bana gülümseyerek sordu:
- Gardaş, Sürücü duymasın diye yavaşça söyledi: “Bundan sonra vasiyetin benimle ilgili olmayacak, değil mi?”
- Ona bakarız, dedim.
Ellerini birbirine vurarak söylendi...
Karalama tarzındaki bu “eserimi”, hızlıca Merdekan’daki yeni evimde yazıp size gönderdim. Gönderdim ki siz de bilesiniz. Bilesiniz ki, korkmayasınız, dünya dağılmayacak!
Nasdradamus halt etmiş!