HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Osman Çeviksoy 2
HİDAYET ORUÇOV 3
ŞEFA VELI 4
KEMAL BOZOK 5
NIKA ZHOLDOSHEVA 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
EVLİYA ÇELEBİ’NİN ATININ SIRTINDA ZAMANDA YOLCULUK
ÜSKÜP
Evliya Çelebi’nin, “Büyük Vardar Nehri içinden akıp bu şehrin sağ ve solunda bir düz yeşillik, gül ü gülistan, bağ ve bostanlı çemenzar zemininde kârgir garip yapılar ile bezeli büyük bir şehirdir ki güzelleşip durur.” şeklinde tasvir ettiği Üsküp’e doğru yola çıkıyoruz. Çelebi, yıllar öncesinde Üsküp’ün meşhur meyvelerinden de şöyle bahseder:“ Hayevanî elması, ekmek ayvası, bardak eriği ve şeftalisi hoştur ama et şeftalisi ola can kaynağıdır.” Biz de yol kenarlarında, mevsimi olması hasebiyle, can kaynağı şeftalilerinden kasa kasa satıldığına şahit oluyoruz.
Seyahatname’de havası ve suyu bol bol övülen Üsküp, Balkanların en sıcak şehridir. Bununla birlikte Üsküp’ün yemyeşil tepelerine bir hançer gibi saplanmış dev haç, öğle sıcağında vardığımız şehirde daha da bunalmamıza sebep oluyor.
“Cennet bahçesi, yani cihanın meramı Üsküp Kalesi”nin altından surları takip ederek şehir meydanına doğru ilerliyoruz. Üsküp’ün tarihi havasını bozan bir başka yenilik de meydanda 12 yıl önce çok olmayan ve 2014 yılında bir proje amacıyla yapılan heykeller… Mesela Osmanlıya isyan etmesiyle meşhur bir Makedon’un at sırtında yapılmış dev heykeli bunlardan birisi… Türk ve Arnavut nüfusu çok olan bu şehirde bu semboller, Müslüman halkın da canını sıkan ve huzuru bozan unsurlardan. Neyse ki çarşıya doğru ilerledikçe Maraş dondurması satan bir dükkânın içinden bayrağımız kıyafetli bir Üsküp Türk’üyle karşılaşıyoruz. O an “Mağusa Limanı, limandır liman…” türküsü çalınıyor kulağımıza… Selam vererek 15. yy yapısı Davutpaşa Hamamı’na doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Bu tarihi hamam da az ilerisinde yer alan Çifte Hamam gibi sergi salonu olarak kullanılıyor. Çifte Hamam’ın sadece bir odası orijinal haliyle kalmış. İçinde hamama dair eski malzemeler yer alıyor. Diğer bölümlerde yenilenen bölümler çok bariz göze çarpıyor ve hamam şu an çağdaş sanat galerisi olarak kullanılıyor.
Türklerin çoğunlukta olmasından dolayı Türk Çarşısı diye de adlandırılan Eski Çarşı’daki yöresel malzemeleri incelerken bakırcıları, yorgancıları ve küçük dükkânlarıyla Türkiye’dekilerden farksız oluşunu şaşkınlıkla görüyoruz. Evliya Çelebi, bu çarşının eski güzelliğini bakın nasıl anlatır:
“Bezzazlar, gazzazlar, çadırcılar, haffaflar, boyacılar, abacılar ve takkeciler çarşısı gayet süslü tertip edilmiş sultan çarşısıdır ki bütün sokakları pak kaldırım olup her dükkânda kavanozlar ve hokkalar içinde sümbül, menekşe, gül, nesrin, reyhan, erguvan ve zambak ile her dükkân gelin gibi olup bütün ziyaretçilerin ve tüccarların dimağları kokulanır güzellik çarşısıdır. Beyt:
Çarşu-yı hüsn seyredem seraser hocayım
Bir cefa dükkânı yokdur hep hüsün-bazarıdır.”
Çarşının içinde yine tanıdık bir tabela: “Köfteci Süleyman”. TRT’de geçen hafta yayınlanan Balkan Ninnisi adlı dizinin çekimlerinin yapıldığı dükkân…
Yokuş yukarı çıkmaya devam ederek Üsküp’ün tepesinden şehri seyreden Koca Mustafa Paşa Camisi’ne doğru ilerliyoruz. Caminin avlusunda yeni açmış ıhlamurların hoş kokusu ve şadırvanındaki su sesinin serinliği bizi bir süre rahatlatıyor. Bahçede öğle namazını bekleyen ihtiyar Müslümanlar, Türkiye’de bir camideymişçesine huzur içinde sohbet ediyor. Caminin bahçesindeki tepeden Üsküp, uzun uzun seyredilebilir. Ancak süremiz kısıtlı olduğu için Koca Mustafa Paşa Camisi’nin önünde tüm proje ekibimizde yer alan öğretmen ve öğrencilerimizle fotoğraf çektirerek tekrar çarşıya doğru iniyoruz.
Bu çarşıda Türkçe konuşan bir kişiyle karşılaşmak işten bile değil. Makedon esnaf dahi dilimizi güzel konuşuyor. Deri malzemeler satan bir Makedon, bizimle Türkçe konuşuyor ve nerede köfte ve baklava yiyeceğimizi, nerede limonata içip nerede alışveriş yapabileceğimizi tarif ediyor.
Çarıklar, rengârenk çantalar, bakır cezveler, ahşap malzemeler… Biz bunları incelerken kulağımızda yine aşina bir ses… Ezanın huzur verici dinginliği hepimizi sarıyor. Öğle sıcağında Murat Paşa Camisi’nin önündeki sebillerden susuzluğumuzu gidererek minaresinden yükselen ezanı dinlemeye devam ediyoruz.
Buradaki ikinci görevimiz için Vardar Nehri’ne doğru ilerliyoruz. Meydandaki heykellerin yapaylığına rağmen Makedonların Taş Köprü veya Eski Köprü dedikleri Fatih Köprüsü tarihi dokusu ve ihtişamıyla karşımıza çıkıyor.
Vardar Nehri üzerindeki bu köprü, aynı zamanda, şehri eski ve yeni olarak ikiye ayırıyor. Makedonya Meydanı adı verilen geniş alanda bir zamanlar, Evliya Çelebi’nin Üsküp’te 120 adet olduğunu söylediği camilerden biri olan Burmalı Camisi varmış. Osmanlı’dan sonra bu camiyi yıkıp yerine ordu evi yapmışlar ve o da 1963’te Üsküp’e büyük zarar veren depremde yıkılmış. Şimdi bu meydana çeşitli heykeller dikilerek farklı bir hava verilmeye çalışılıyor.
Evliya Çelebi, “görülmeye değer” diye anlattığı bu köprünün 14 gözünden dördünün onarımına düşürülen tarihi şöyle yazar:
“Tamirini görenler bu cisr-i bi-nazirin
Tahsin edip dediler evvelkinden çok a’la
Tamir olunmak ile yapıldı gönlü halkın
Oldu Hilali tarih termim-i cisr-i bala”
Günün en sıcak vaktinde, Köprü’nün taş ayaklarının gölgesinde Hırvat öğrenciler tarafından okunan “ibretlik balık hikâyesi”ni dinliyoruz. Bu hikâye Seyahatnamede şöyle anlatılır:
“Ve bir ibretlik de tâ aşağı şehrin tâ tam ortasında Baba Lokman adında bir ziyaretgâh var. Bir halim feylesof gibi eski hekimlerden bir kimse imiş. Tılsım ilmi ile orada bir kaynak âbıhayat pınar çıkarmış. Bir berrak Kevser suyudur ki bir damla içen hasta, yeniden hayat bulmuş derecesinde sağlığına kavuşur. Gariplik bunda ki bu tılsımlı tatlı su içinde yüz binlerce türde balıklar yüzmededir. Nice insanlar fal tutup ‘Eğer benim işim hayır ile tamamlanırsa bu balıklar benim attığım ekmeği yiye, yoksa işim hayır ile sonuçlanmazsa ekmeğimi yemeyeler.’ diye fal tutarlar. Hayy Kadir Allah'ın emriyle nice insanın ekmeğini yerler. İşi rast gelir. Nicesinin ekmeğine asla bakmayıp yemezler. O kimsenin işi de ileri gelmez, büyük ibretlik iştir.” Biz de temsili olarak Vardar Nehri’ndeki balıkları ekmek ve yemle besliyor ve Evliya Çelebi’nin ruhuna Fatihalarımızı gönderiyoruz.
Dinlenme zamanında, çarşının içindeki köftecilerden birinde Balkan köftesi ve trileçe yiyerek Türk çayı içiyoruz. İkindi sonrası şehrin bir diğer tepesinden yer alan Sultan Murat Camisi’ne gidiyoruz. 12 yıl önce geldiğimizde bahçesinde Avusturalya’dan İslam’ı tebliğ için gelen Türklerle karşılaştığımız bu cami, Hünkâr Camisi olarak da biliniyor. Cami, namaz vakti olmadığı için bahçe kapısı kilitlenmiş bu yüzden avlusuna dahi giremesek de İstanbul manzaralarının yer aldığı dış cephesini seyrediyor ve Seyahatname’deki tasviriyle kıyaslıyoruz.
“Yukarıkale önünde Hünkâr Camii yakınında bir minare mili gibi bir saat kulesi var. Saatin çanı bir konak yerde duyulur bir heybetli sesli çandır. Kulesi de ibret vericidir.” diye bahsettiği kule geçirdiği deprem ve yıkılarla birlikte değişikliklere uğrasa da yanındaki türbelerle birlikte Sultan Murat Külliyesi’nin bir parçası olarak halen ayakta kalmaya devam ediyor.
Zaman çok çabuk geçiyor. Yıllar önce bu topraklarda şiir festivaline katılan Yavuz Bülent Bakiler,
“Türkülerde, dualarda benim mübarek dilim
Hâlâ benim güzelliğim Üsküp’te eskimeyen
Kubbelerde sütunlarda, benim emeğim
Evlâd-ı Fatihan mezarlarında
Gördüm ki asırlarca dipdiri yatan benim.”
diyerek hüzün içinde buradan ayrılır. Biz de Üsküp’te pek çok mekânı görememenin ve bir zamanlar bizim olduğunu bildiğimiz bu diyardan uzaklaşmanın verdiği hüzünle Kruşevo’ya doğru yola çıkıyoruz. Kulaklarımızda Yahya Kemal’in Kaybolan Şehir şiiri:
“Üsküp ki Yıldırım Bayazıd Han diyârıdır
Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır.
Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o.
Üsküp ki Şar-dağ’ında devâmıydı Bursa’nın
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa,
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.
İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı
Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.