Film Gibi...


 01 Şubat 2015


… İnsan etrafında meydana gelen olaylara bazen film imiş gibi yaklaşıyor, hadiselere edebî bir eseri okuyormuş gibi yaklaşıyor; bu durum da bana göre insana sanatın bulaştırdığı bir hastalıktan başka bir şey değildir. Bu gibi durumlarda insan kendini, meydana gelen o olayların içindeki bir birey veya onların seyircisi ya da okuyucusu olarak hissediyor. Türkiye’de, Eskişehir’de yapılan kitap sergisinde işte bu duyguları hissediyorum. Bu “hastalığın” etkisi sabahın erken saatlerinden itibaren kendini gösteriyor. Hava rüzgârlı ve biraz da kapalıdır. Henüz sergiye katılmadan önce otelin önünde üzeri sarı dikenlerden oluşan bir yumağa benzeyen yemyeşil kümelerin üzerinden yuvarlana yuvarlana geçip giderken bu duygular kendini gösteriyor ve bir türlü yakamı bırakmıyor. Gözüme takılan her bir şey bana bir filmmiş gibi geliyor. Üstelik de belirli olayları konu edinen bu filmi bir bütün hâlinde değil kare kare görüyorum. Hayal dünyamı işgal eden sevdiğim yazarların çeşitli eserleri ve beğendiğim yapımcıların filmleri bütün düşüncelerimi kaplıyor,  diğer yönden bunlar meydana gelen olayları gerçek yüzleriyle algılamama da engel oluyor. Bu duygular içinde başat rolü oynayan ise Anar’ın yazarlık gücü ve sanatıdır… Beynimde hikâyeleri, romanları ve filmlerinden oluşan çeşitli kareler birbirini takip ediyor. Galiba sevdiğim yazarla kendi dünyamda sohbet ederken her şeyi birbirine karıştırıyorum. Bütün gücümle düşüncelerimi Anar’ın yazılarındaki Türkiye’ye yöneltmeğe çalışıyorum. Bana göre o bambaşka bir Türkiye’dir… Anar’ın Türkiyesi! Yazdığı şiirde tasvir ettiği ve “Minareli İstanbul’da her gün Bakı’nı yada sala-sala” yaşadığı, yazılarına konu edindiği Türkiye’dir… “Muhakkak Görüşürüz” hikâyesinde işlediği zarif yergisi ve sevgisinin hâkim olduğu duygularla tenkit ettiği Türkiye… “Otel Otağı”nda tabiatını, yollarını, insanlarını, sokaklarını tasvir ettiği, yazdığı Türkiye. “Kerem Kimi” romanında Nazım Hikmet’ini, genelde nazmını, edebiyatını incelediği ve yorumladığı Türkiye. Ve seyahatlerini, konuşmalarını, gerçekleştirdiği toplantıları, görüşmeleri, üstelik başka başka yazılarda dokunduklarını bunlara karıştırmadığım ülkeyi kastediyorum. Bu anlamda Anar ve Türkiye konusu çok ilginç bir olgudur. Onunla burada, Türkiye’nin bu kadim şehri Eskişehir’de sohbet etmemizi istemesi bana göre bir tesadüf eseri değildir. Bu ülkenin, şehirlerinin, özellikle de İstanbul’un, Anar’ın hem davranışlarına, hem de edebî sanatına nasıl etki ettiğini biraz sonra kitap sergisinde, sonra da parkta dolaştığımızda sohbet ederken daha iyi anlıyorum. Kitap fuarı, Eskişehir valiliğinin önündeki parkta düzenlenmiş. Fuara Türk dünyasının çeşitli ülkelerinden gelen yayın evleri katılıyor. Genelde kitap fuarlarının ilginç bir atmosferi oluyor, insanlara bayram havası yaşatıyor. Yayın evlerinde çalışanların koşuşturmaları, reklamlar, eserlerini imzalayan yazar ve şairler, türlü türlü renklerle donanmış bölümler insanda tuhaf duygular oluşturuyor. Ancak Anar’la bu sergide gezmek çok zor bir olay. Daha kapıdan adımını dışarı atar atmaz Tatar gençleri kendisini yakalıyor. Kitaplarını imzalatıyor, onunla fotoğraf çektiriyorlar. İki adım atmadan üniversite öğrencileri… Onlardan kopup sohbete başlamak isterken yayın evlerinden birinin elemanı kendine yaklaşıyor; “Bizim standa doğru gidelim, bilgisayarımda sizinle ilgili bir video var, onu seyretmenizi istiyorum…” -diyor. Mecburen gidip seyrediyoruz. Anar’ın fotoğrafları ve onunla ilgili çekimlerden çeşitli kareler kullanarak ilginç bir seyirlik hazırlamışlar. Nihayet karşılıklı edilen teşekkürlerden sonra yolumuza devam ediyoruz. Hemen hemen her standın önünde durduruyorlar ve bir şeyler soruyor, eserleriyle ilgili konular açarak kendine olan hayranlıklarını dile getiriyorlar. Eğer Anar Bey’le birkaç saat dolaşırsanız profesyonel fotoğrafçı olup çıkarsınız. Bize yaklaşan her şahıs ya fotoğraf makinesini veya telefonunu uzatarak Anar Bey’le birlikte fotoğraflarını çekmelerini rica ediyorlar. Ben de amatör bir fotoğrafçı olarak bu şekilde tecrübe kazandıkça hem seviniyor, hem de kendi kendime kurumlanıyorum. Bu kadar farklı, kendi alanında tanınan bir uzman olmak, böylesine kabul edilmek ve sevilmek hem özel beceri, hem de üstün bir yeteneğe sahip olmayı gerektiriyor. Bunun gizemini o kadar öğrenmek isterdim ki... Bütün bunların temelinde yatan      olgu nedir acaba?! Bey, Azerbaycan’da sevilmeniz ve meşhur olmanız doğaldır, ancak Türk dünyasının her köşesinde bu kadar sevilmenizin sırrı çok ilginç… Size göre bunun sebebi ne? Bu sorumu her zamanki alçakgönüllü tavrıyla cevaplandırıyor: “Türkiye’de tanınmam normal. Yıllardır buralardaki toplantılara katılıyorum, görüşmeler yapıyor, kitap fuarlarına geliyor, konuşmalar yapıyorum. Eserlerim çeşitli yayınevlerinde Türkiye Türkçesine aktarılarak yayımlanmış. Ancak diğer Türk ülkelerinde böylesine meşhur olmamın bana da ilginç geldiğini söylemem gerekiyor. Belki de bu duruma Sovyetler Birliği döneminde eserlerimin Rusçaya çevrilerek çeşitli dergilerde yayımlanması sebep olmuştur. Yaşlı ve orta yaşlı nesil o dönemlerden beni tanıyor, bu normal. Genç neslin ise beni görür görmez gelip sohbet etmesinin, eserlerimi söz konusu etmesinin bana daha ilginç geldiğini ve sevindirdiğini itiraf etmeliyim.” Anar Bey’i dinledikçe onun olağandışı yönlerinden birinin de son      derece alçakgönüllü olduğunu anlıyorum. Belki de özellikle bu yönü onu bazen daha farklı gösteriyor (Devrimizdeki özseverlerle onun durumunu karşılaştırdığımızda oluşan farklılık kendini gösteriyor!!!). Astana’da, Türk Dünyasında Yılın Edebiyatçısı ödül töreninde, Eskişehir’de Türk Ülkeleri Yazarlar Birliği Başkanı seçildiğinde onun bu yönünü dikkatle izlemiştim. Başarılarını böylesine soğukkanlı, sakin bir psikoloji ile karşılayan bu insanın gerçek varlığı konusunda hayrete düşmüştüm. Fırsatını bulduğum için bu sorunun cevabını bulmak istedim. Sorduğum soru hayretine sebep oluyor galiba. “Elbette hep ön planda olmak, ödül almak güzel bir olay. Ancak sevinmem… Son zamanlarda beni neyin gönülden sevindirdiğini biliyor muyum ki? Galiba hayatımın o dönemini çoktan geçmişim. Gelip geçen zaman, su gibi akıp giden yıllar bu duyguları köreltiyor, sıradanlaştırıyor.” -diyor. Bunu söyler söylemez bazı akranlarının yaptıkları son derece sıradan şeyleri kasıntı delikanlılar gibi nasıl şişirdiğini örnek veriyorum, gülüyor. Bana göre konuyla yaşın ilgisi yok. İnsanın iç dünyasının sağlamlığı ve ağırbaşlılığının temel olduğu duygular küçük parıltılara pek ihtiyaç duymuyor, onları önemsemiyor. Böyle olunca da başarılara normal bir olgu gibi yaklaşılıyor ve yöneltilen övgüler karşısında başı dönmüyor “ben dâhiyim” hastalığına yakalanmıyor. Bu açıdan bakınca Anar Bey her birimiz için örnek bir insan. Demek ki böyle de olunabiliyormuş … Kitapları seyrede seyrede sohbetimizi sürdürüyoruz. Bengü Yayınları standında Nigar Refibeyli’nin, Resul Rıza’nın Türkiye Türkçesi’ne aktarılan kitaplarını eline alarak inceliyor. Anar Bey’in babası ve annesi konusunda hayattalarmış gibi sohbet etmesi bana biraz garip geliyor. “Sizsiz” adlı eserini okuduktan sonra bu konuyla ilgili birçok şey apaçık ortaya çıkıyor. Anar Bey, bu eserde annesi ve babasıyla ilgili düşüncelerini, duygularını kaleme almış. Özellikle baba ve annesinin Türkiye ve Türk edebiyatıyla ilgili düşüncelerini soruyorum. “Annemin kardeşi Türkiye’de muhacerette olduğundan Demokles’in kılıcı sürekli olarak tepemizin üstündeydi. Bu sebeple Türkiye konusu ailemiz için özellikle yasaktı. Buna rağmen annem Türkiyeli şairlerin şiirlerini çok     okur, babam da Türkiye’deki edebiyatı sürekli olarak dile getiriyordu. Biz de yabancıların yanında bu konuların konuşulmamasının gereğinin farkında idik.” Anar Bey bunları söylerken ister istemez “Otel Odası” adlı eserinden bir bölümü hatırlıyorum. Eserin kahramanı Kerim çocukluğunu hatırlıyor; babası Türkiye’den yayın yapan bir radyo istasyonunu bulmuş onu dinliyor, radyoyu kapar kapamaz da hemen dalgayı değişiyor, ibreyi Bakü veya Moskova Radyosu’nun bulunduğu yere getiriyor. Bir defasında da babası dalgayı değiştirmeği unuttuğundan bu işi Kerim yapıyor… Eseri ilk defa okurken de, filmi seyrederken de bu sahnenin otobiyografik olduğunu düşünmüştüm. Anar Bey şimdi ailesinde yasaklanan Türkiye sevgisi ve o dönemin yasaklarından bahsederken eserin o kısmını hatırlıyorum. Ancak bunu nasıl  soracağımı bilemiyorum. Çünkü Anar Bey, gerçeği kendine has üslubuyla ne kadar da dakik yazmış olsa da, edebiyatı biraz da normal olayların üstünde görerek yazan bir yazar olduğundan bu tür sorulara, yani “falan olay gerçekten de olmuş mu?” veya “gerçek hayatta falan kahramanınıza örnek olan karakter var mı?” şeklindeki sorulara bazen kızgınlıkla, bazen de ironiyle cevap veriyor. Hatta eserinin kahramanı olan Tehmine’nin telefon numarasını, faksını kendisinden soran gazeteciyi hikâyesinde alay konusu yapmış. Bu sebeple konuya özel hassasiyet gösteriyorum. Anar Bey bu soruyu sormama fırsat vermeden düşüncelerimi onaylıyor ve “Bu olayı çocukluğumda kendim yaşadım. O zaman babam radyoyu dinlemiş ve ibresini çevirmeği unutmuştu, benim onu çevirdiğimi gördüğünde başımı okşayarak Ne çabuk büyüdün… demişti.” Galiba bu da insan psikolojisinin başka bir inceliği, olağan dışılığı idi. Keder, korku, zor hayat şartları insanı çabuk büyütüyor. Sıkıntıdan, dertten uzak, gailesiz çocukluk dönemini bir günde kaybedebiliyorsunuz. Bazen meydana gelen bir olayla on yıl büyüdüğünüzü, olgunlaştığınızı hissediyorsunuz. Bu sebeple o zor zamanlarda, o devrin çocuklarının bizlerle mukayesede daha süratle büyümesi ve olgunlaşması olağandı. Ancak bütün zorluklardan, korkulardan, mücadelelerden, kavgalardan, tartışmalardan geçe geçe böylesine kendini ve sözlerini kaybetmemek, prensiplerine sadık kalmak Anar gibi farklı insanlara has bir özelliktir. Bana göre Anar Bey ne çocukluğu, ne yeniyetmeliği, ne de gençliği ile tam anlamıyla vedalaşmış değil. Onların hepsi karakterinde, anlık reaksiyonlarında, mizahında, eserlerinde ve konuşmalarında kendini gösteriyor. Türkiye ile ilgili olarak yazdığı “Muhakkak Görüşürüz” hikâyesinde de çocukluğunun masumluğunu, yeniyetmeliğinin çılgınlığını, gençliğinin enerjisini, müthiş, biraz da iğneli mizahını duyuyorsunuz. Eserin kahramanının karşısına çıkan her imge başlı başına bir karakterdir. Türkiye’ye en az bir defa gelen bir kimse bile bu eserde tasvir edilen çeşitli sahnelerle mutlaka karşılaşıyor. Bunlarla ilgili sohbetler ederek kitaplar arasında dolaşıyoruz. Karşıdaki stantlardan birinden Anar Bey’in Türkiye Türkçesine aktarılan “Kerem Gibi”, “Sizsiz” adlı eserlerini alıp sayfalarını çeviriyorum. Bence her ikisi de düşündürücü ve ağır eserlerdir, onlarla ilgili konular ayaküstü konuşulamaz. Bundan dolayı o konuları sonraya bırakıp “Muhakkak Görüşürüz” hikâyesindeki Türkiyelileri soruyorum. “Bazı yerlerde biraz sert ve gaddarcasına alaylı yaklaşımlar kendini gösteriyor. Hatta o bölümleri okurken, Türkiyeli dostlarınız yazdığınız hikâyeden dolayı sizden incinebilirler. Doğru, giriş kısmında bunun yazılma sebepleri üzerinde duruyorsunuz, ancak galiba…” Gülüyor ve hikâyeyi ithaf ettiği İldeniz Kurtulan’ın esere gösterdiği tepkiyi dile getiriyor: “Hatırlıyorum, hikâyeyi ilk defa ona okuduğumda başta ve ortalarda gülmüş, sona yaklaştığında ise sevinerek kalkıp beni kucaklamıştı. Türkiye Türkçesine de kendisi aktarmıştı, ancak birilerinin yazdıklarımdan dolayı kırıldığını bilmiyorum. Belki de bana söylememişler. Yayınevinin, Vardan Oteli’nde “Otel Odası” adlı eserimin takdimini yaptığını hatırlıyorum. Otelin yöneticisi bana, ‘Bizim için iyi bir reklam yapmışsınız, eseri okuyanlar gelip, Şu adamın ölmek için geldiği oda hangisidir? diye soruyorlar.’ Elbette yazarken bütün bu tür konuları göz önünde bulundurmuyorsunuz, ancak sonradan oluşan çeşitli reaksiyonlar ilginç oluyor…” Anar Bey’den sanatının sırlarını henüz öğrenmeye başladığımda birden hoparlörden oynak bir parçanın sesi duyuluyor. Galiba fuarın organizatörleri ziyaretçilerin hoşça vakit geçirmeleri için bunu yapıyorlar. Karşıdan bir temizlik şirketinin elemanları çeke çeke getirdikleri sarı renkli kocaman elektrik süpürgeleriyle görünüyorlar. Müziğin duyulan ritmi eşliğinde yürüyen temizlikçilerin çektiği sarı renkli elektrik süpürgeleriyle sırtlarındaki yeşil elbiselerinin oluşturduğu armoni sabahtan beri canımı sıkan hastalığımı daha da şiddetlendiriyor. Gördüklerim bana herhangi bir filmden sahnelermiş gibi geliyor. Hiçbir yorum yapmadan temizlikçileri göstererek “Film sahnesi mi?”, diyorum. Sorduğum soruyu, “Evet film sahnesi”, diyerek öylesine doğal karşılıyor ki, kendim de buna şaşırıyorum. Birden, onun da herkesin baktığı yere baktığını, ancak diğerlerinden farklı olarak tamamen başka detayları gördüğünü anlıyorum. Herhangi bir yeri, filmin bir parçası, herhangi bir olayı ise edebî bir parça olarak görmek, onun için bir hastalık veya özel durum yerine normal bir hâldir. Temizlikçilerin ardınca biz de sergiden çıkıyoruz. O izdiham arasında sohbet biraz zorlaşıyor. Valiliğin karşısındaki parkta dolaşıp sohbetimizi sürdürüyoruz. Yine birkaç dakikalığına amatör fotoğrafçılık mesleğimi yerine getirmek durumunda kalıyorum. Bu sefer Kazakistan’dan gelen yazarlar “Anar aka, Anar aka” diyerek yarı Rusça, yarı Kazakistan Türkçesiyle bir şeyler konuşuyorlar ve bizlerle birlikte dolaşıyorlar, fotoğraf çektiriyorlar. Biraz sonra Anar Beyin röportaj yapar gibi konuştuğunu anlayıp yanımızdan uzaklaşıyorlar. …Tanıdığımız Türkiyeli dostlarımızdan birisi, “Anar’ın yazdığı Abşeron’a âşık olmuştum. Okuduklarımın gerçekte nasıl olduklarını gelip görmek istiyordum…” -demişti. Bir ülkeyi veya bir yeri herhangi bir eserde okuyarak      tanımak çok ilginç. Sohbetimizin başında Türkiye’yi ilk defa Nigâr Hanım’ın okuduğu Türkiyeli şairlerin şiirlerinden, Resul Rıza’nın dinlediği radyo programlarından tanıdığını söylemişti. Baba ve annenin söyledikleri her şey insana güzel geliyor elbette… Sonradan görmüş olduğun Türkiye, önceleri tasavvur ettiği Türkiye’den çok mu farklı idi acaba? diyorum. Bu soruyu sorduğumda biraz düşüncelere dalıyor, hatta doluktuğu intibaına kapılıyorum. Sesinin ahengi değişiyor… “Türkiye’ye gelmek bizim nesil için ulaşılmaz bir şeydi. Hatta uydu ile öteki dünyalara gitmek daha kolaydı bizim için. Eşimle ilk defa gemiyle tura katılmıştık ve bir günlüğüne İstanbul’da kalacaktık. Önceden dayım oğluna telgraf çekerek hangi vakitte İstanbul’da olacağımızı bildirmiştik. O zaman ilişkilerimiz henüz başlamıştı. Sabah erkenden kalkarak geminin güvertesine çıktık. Sahile yaklaşıyorduk. Bir genç kıyıda idi. Zemfira’ya, Bak, şu genç dayımın oğlu Aydın’dır, dedim. İşin garip tarafı şimdiye kadar onu asla görmemiştim. Ancak görür görmez simasındaki Refibeyli çizgilerini tanımıştım. O vakit İstanbul’da topu topu bir gün kaldık. Sonra babam yazarlarla birlikte Türkiye’ye geldiler ve Kâmil dayımla buluşup görüştüler. Bir müddet sonra iki defa başvurarak güç bela olmuş olsa da Türkiye’ye gelmek için izin alabildim. Yazar Simonov’un başkanlık ettiği grupla birlikte   genç bir yazar sıfatıyla Türkiye’ye geldim. Bir vakitler annem, ‘O ülke seni sarhoş edecek’ demişti. Gerçekten de öyle oldu. Cengiz Bektaş beni arabasıyla Türkiye’nin çeşitli şehirlerine götürdü. Eskişehir’i de ilk defa o zaman gördüm. Ankara’da yazar ve şairlerle tanışmam da o zamanlar başladı. Bunu yazmışım gerçekten Türkiye’yi ikinci vatanım biliyorum. Şehirler içinde de İstanbul’u çok seviyorum. Orada tam yedi ay kaldım… Mimar Sinan Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptım.” Anar Bey bunları konuştukça Emin Sabitoğlu’nun bestelediği parçayı hatırlıyorum. Piyanoyu çalarak şu parçayı söylüyor: “Gәl qoşulaq (1) durnalara, vәtәn sarı uçaq-uçaq…” Bu parça çeşitli dönemlerde aynı şehirde, İstanbul’da kaldıklarında vatanlarının özlemini çeken, sıkılan iki dostun, Emin Sabitoğlu ve Anar’ın ortak eseridir. Anar Bey, şiir yazması konusunu “kederlenme”, “heves” olarak değerlendiriyor. Bence onun şiirlerinin asıl özelliği samimi, içten olmalarıdır. O şiirde de beni en çok şu mısralar etkiliyor: “Göy bosforda (2) gәmi üzәr, yada düşәr mavi Xәzәr…” Şiirde söylediği gibi Boğaz’ın güzelliğine vurulsa da, İstanbul’u çok sevse de fikri zikri Bakü’dür, bütün hatıraları Hazar’la ilgilidir. Bir insan vatanından uzakta, hatta çok sevdiği şehirde bile olsa yine gurbettedir ve gariptir. Anar Bey de bu düşüncelerimi onaylıyor; “1993 yılında ülke zor durumda idi. Mimar Sinan Üniversitesi’nden teklif aldım ve bir müddet burada çalışmak istedim. Çok iyi hatırlıyorum, ilk gün, ilk gece sıkıntıdan patlıyordum. Küçük bir otelde eşim Zemfira Hanım’la bir oda kiralamış orada kalıyorduk. Geldiğim ilk gün sabah olur olmaz bilet alıp geri dönmeyi bile düşündüm. Çok sıkılıyor, acı çekiyordum. Günler geçtikçe alıştım, ancak yine de Azerbaycan’ı düşününce daral geliyordu. Buradaki dostlarımızın gösterdiği ilgiye ve etrafımızda pervane olmalarına rağmen kendimizi yapayalnız hissediyorduk. Karabağ da diğer taraftan üzüntü veriyordu. Bir gece “Şuşam” parçasını dinlediğimde gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum…” ”Otel Odası”nda da Kerim bu parçayı dinleyerek ağlıyor, hatırlıyorum… - deyince, hemen ne demek istediğimi anlayarak gülümsüyor. Hatta zarif bir mizahla; “Eserlerimi böylesine iyi okuyan ve bütün detaylarıyla hatırlayan birisiyle sohbet etmek galiba pek kolay değil …” Sanki etrafımızdaki insanlar da bunu, sohbetimizi sona erdirmemizi bekliyormuş. Hemen etrafımızı sardılar, imza alanlar, röportaj yapmak isteyenler… Anar Bey’i hayranlarıyla baş başa bırakıp yavaş yavaş oradan uzaklaşıyorum. Parkın girişinde büyük bir küre var, üzerine de Yunus Emre’nin “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” sözleri yazılmış. Anar Bey’in Türkiye’nin çeşitli şairleri ve yazarları, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Yunus Emre, Mevlana Celaleddini Rumi, Aziz Nesin, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cengiz Bektaş, Ataol Behramoğlu, Orhan Pamuk gibi edebiyatçılarla ilgili yazılarını hatırlıyorum. Bir an, ona bunlarla ilgili olarak sorular sorup sohbet edebileceğimi veya bu sohbetimizi devam ettirebileceğimizi düşünüyorum. Dönüp bakıyorum kalabalığın arasında yok. Bir ağacın gölgesinde yalnızlığa sığınıp tek başına kalmayı tercih etmiş. Şu anda hayal dünyasında bir şeyleri çiziktirdiğini düşünüyorum. Övgülerden, hayranlık dolu itiraflardan “yakasını kurtarıp” gözlerden ırak bir köşeye çekilmesi bana ilginç geliyor. Bir müddet izleyerek kendi kendime, “Sinema sahnesi mi bu?” sorusunu soruyorum: “Evet!...”

1.Takılalım 

2. Boğazda             

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 98. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 98. Sayı