HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HİDAYET ORUÇOV 2
Osman Çeviksoy 3
HUDAYBERDİ HALLI 4
UFUK TUZMAN 5
Emrah Yılmaz 6
KEMAL BOZOK 7
Ferman Dayıma
“…Arap Canuzak biraz tezcanlı ve umursamaz biriydi. Onun için bu dünyada saygıya değer sadece iki kişi vardı. Birincisi, Gapaltepeli reis Raim Gaybarov; ikincisi, Kamaşılı reis Narbota Şeraf.”.
Murad Muhammed Dost’un Lalelik adlı romanından
O zamanlar bambaşkaydı. İnsanların gönlü ile dili aynıydı. Pasaportsuz Arap Canuzak her seferinde Orta Korgan’a doğru kervanla yola koyulurken Narbota Şeraf dorumların boynundaki zil sesi kesilip, sallanan develerle yolcular toz dumanda seçilemez hale gelinceye kadar arkalarından baka kalırdı.
İradesi kendi elinde olsa Kaf Dağı’nda dev olarak yaşamayı arzulayan Arap, her gidişinde ya hilal dolgunlaşınca ya da tepsi gibi ay tam ortasından bölündüğünde Elsaray’ın çayında boy gösterirdi. Geçen bu gece ve gündüzler zarfında gözü ve kulağı kervanda, kervanbaşıda olan Narbota Şeraf’ın içi adeta yangın yerine dönüşürdü. Kervanın yolunu gözlemekten kurtulmak, kendini avutmak için düğün dernek gezer, milletten hal hatır sorardı. Bu alışkanlığı daha sonra göreve dönüştü. Bu günde o yalnız gezmez, ikiz gezerdi. Alpliği Alpamış’a çeken, boy posu Karacan’a benzeyen Pir Şahimerdan’ın oğlu, Çim Sarayı’nın pehlivanı Şaymerdan hep onunlaydı. Tanıyanlar, pehlivana Muhtar İbrayim’in (İbrahim) uşağı derdi, tanımayanlar da Narbota’nın pehlivanı. Ama her ikisi de yanlış değildi.
Öğle… Öğlenin öğle olduğunu bilmenin de zor olduğu an... Eteğini henüz toparlamayan sonbahara kızan kış, kıblede kılıç çekmiş vaziyette. Kar, kişinin yüzünü güldürmez, güldürse bile on on beş adım ötesi görünmez. Kulağa atın soluma sesleri ateşli ateşli konuşmalar duyulur. Sesin kar tanecikleri gibi uzaklardan geldiğini anlamak mümkün. Bir anda her taraf sessizliğe bürünür, tık sesi bile duyulmaz. Sonra tekrar duyulmaya başlayan ayak sesleri fırtınada az ötesini zor seçerek ocağa odun atan, pilav hazırlayan Gelinciklilerin dikkatini çeker.
Böylesi bir fırtınalı havada “seyis” lakabını miras alan Kel Taşkan halk için sofra kurup bu lakaba layık olduğunu ispat etmek, düğün dernek gezip yiyip içtiklerini aklamak, bir sürü kar görüp saçını ağartan elemini köküyle koparıp atmak, milletin önünde dokuzuncu kızına “oğlum” diye omzunu okşamak derdinde!
Taşkan; burnu havada Baysarı gibi bay da, Baybörü gibi şah da değil. Onun yanında Yartıbay gibi danışmanı da yok. Onun serveti bin koyunlu adamınkinden daha ziyade. Son derece kaygısız ve arkadaşlarına düşkün olduğu dikkate alınmazsa Kaldırgaç gibi kızlarından başka kimi kimsesi yok. Seyisin halkın ve Allah’ın hoşuna giden yönü olmalıdır ki bugün Galatepe ve Terata’dan, Hocasaat ve Sengicuman’dan, Kuvkelle ve Bakahavuz’dan, Nakurt ve Arpalı Çölü’nden atlı atsız misafirler sel gibi akın etmiş durumda.
Gözlerin görebildiği, seslerin duyulabildiği mesafeye kadar gençler dizilmiş. Onlar, gelen misafirin bineğini tutup onu toy dolayısıyla dikilen otağa davet ederler. Otağda Molla Buhar, Köse Tirkeş, İşan gibiler Seyis Taşkan’ın yanında oturup gelen konuklarla karşılıklı hal hatır sorarlar.
Derken biri gelip dışarıda misafirler için kavga çıktığını söyledi. Köse Tirkeş keskin bir sesle misafirlerin Kulmirza’ya (Kulmirza’nın kendisi orada olmasaydı isminden sonra Şeytan lakabını da takabilirdi) ait olduğunu söyledi. Sözünü bitirir bitirmez:
– Tirkeş Dede, bize konuk yok mu? diyerek bıyıklarına kar inen bir delikanlı içeri yöneldi.
– Henüz misafirlerin ayağı kesilmedi evlat, dedi İşan aldırmaz bir bakış atarak.
– Sabredin, sıradaki sizin olacak, dedi tespih yerine parmaklarının boğumunu sayan Molla.
– Üçüncü kez aynı şeyi söylüyorsunuz! Bizim toyda Seyis saygılı atlıları misafir etmişti oysa.
– Siz de saygılı misafirleri ağırlarsınız pehlivan, dedi Köse seyrek sakalını etli elleriyle kavrayarak.
– Seyisin saygılı olmayan misafiri mi var?! Onu bunu bilmem, bana misafir vereceksiniz. Misafirsiz şurdan şuraya gitmem, diyerek olduğu yere oturan delikanlı bizim Atlı Bazirgan’dır.
Tartışmadan sıkılan Taşkan dışarı çıktı. Adamlardan uzaklaştı. Gözlerinde yaş damlacıkları belirdi, dolup taştı… Omuzları erkek devenin hörgücü gibi titredi, göz yaşları aşağıya doğru akın etti…
Karla yüzünü yıkayarak geri döndü. Otağı çevreleyenlerin konuşmalarına kulak verdi.
– Köpkari vermezse Seyis’in seyisliği nerde kalır?!
– Köpkari değilse de güreş veriyor ya!
– Ben dediğimi dedim. Yaptığı işe bak!
– Seyis, şayet oğlum olursa köpkari vereceğim. Köpkari’da Narbota Şeraf cazgır olacak diye niyet etmiş.
– Narbota Şeraf artık yaşlandı. Köpkari’ye karışması çok zor.
– Uzaktan cazgırlık yapamaz mı?
– Onun, cazgırlık yaptığı tüm köpkarilerde atlılarla birlikte at koşturduğunu söylerler.
– Seyis’e helalla haramı ayırabilecek başka adam mı kalmamış?
– Vardır. Muhtar Rayim!
– O da moruk ya. Ayrıca o, Narbota’ya karşı bu saygısızlığı yapmaz.
– Desene, atlara yazık oldu! Köpkari da yok!
– Olsa ne olacaktı ki sanki?! Pehlivan’ın elinden ulağı kapacak yiğit var mı?
– Narbota Şeraf başı Şaymerdan’a vereceğim diye cazgırlığı kabul etmiş olamaz mı?!
– Şaymerdan, Narbota’nın olmadığı zamanlarda da başı kimseye kaptırmadı. Ayrıca bir yanlışı olsaydı Seyis onunla arkadaşlık etmezdi.
Taşkan öksürerek tartışmayı kesti:
– Ben sadece Narbota Dede’nin cazgır olacağını söyledim, o kadar. Yoksa, Şaymerdan’a baş vereceğim diye yanıp tutuşmuyorum. Gücün yetiyorsa, halkın namusuyum, Gelincik’in yiğidiyim, diyorsan Pehlivan’la güreşip başı kazanacaksın! Pehlivanın karşısına benim dikilmem yakışık almaz… Misafirler, Seyis kusur etti, pehlivana başı vermek istemedi, buduna saldırdı, demezler mi?! Henüz yolda olan bir kişi için bunca laf! Konuştuklarımız Narbota Şeraf’ın kulağına varıp da sonra gücenmesin bozanın pehlivanları!
– Abi, gaflette kaldın. Zira Muhtar’ın başında olduğu Elsaraylılar çoktan Pehlivan Bazirgan’ın evine geçtiler…
Akşama doğru fırtına dindi. Kıble kan kırmızısına dönüştü. Yeri kaplayan kar, topukları geçer yükseklikte. Her adımla gıcırdayan ses duyular. Soğuk hava kemiklere kadar işlemiş olmasına rağmen sanki fırtına yokmuş gibi herkes kendi işiyle meşgul. Köyde ne kadar ocak varsa hepsine ateş yakılmış durumda. Sanki böylece Seyis’in toyu bahanesiyle Tanrı’nın köhne evini ısıtmaya çalışıyorlar.
Yatsı ayak bastı. Aysız ve yıldızsız, karın aydınlattığı bir gece. Güreşi iple çeken kalabalık cazgırın seslenmesini beklemekte.
– Kardeşlerim! Taşkan, baylardan bay, beylerden beydir! Hatırı için şeytanın başı koparılan, imanlı, inançlı delikanlıdır. Allah’ın avlusunda hiçbir canlıyı haram boğazlamadı. Helal kestikleri de siz ve bensiz boğazından geçmedi. Bugün hayırlı bir sebepten dolayı hepimizi bir araya getirdi. Aslında halka vereceğim diyen Hatem-i Tai’nin bahanesi çoktur. Her neyse “Düşerken dayayan, işitmezsem arkamdan seslenen, çevik atımın dizginini tutan şu halkımdır” diyen Seyis’in verdiğini helal yolla, herkesi razı ederek alacaksınız pehlivanlarım! dedi meydana çıkan orta boylu, nur yüzlü, keskin sesli bir ihtiyar. – Bu halkada helalı söyleyecek olan, benim! Vicdanını yemiş, namussuz bir pehlivan varsa Elsaray’ı meşgul etmeden şimdi gelip karşıma dikilsin. Toy sahibinin “baş” için ayırdığı deveyle kaftanı kendisine vereyim!
– Namussuza pehlivan deme, öyleleri aramızda yoktur! itiraz etti kalabalık.
Pehlivanlara Allah’tan güç, yiğitler pirinden yardım temenni eden cazgırın sesi daha da keskinleşti:
– Pehlivan, adın nedir?
– Calpan!
– Seninki nedir pehlivan?
– Artuk!
– Hey insanlar! Artuk ve Calpan halkın baş pehlivanı olsun! Aslında eksik değiller. Dişleri tam, rızkları bol, kadın eli değmemiş, sırtı yere gelmemiş güçlü pehlivanlardır! Bu pehlivanlar için toy sahibi bir sum, Deve Taşman uç sum, Pehlivan Taştemir de bir kaftan ayırmıştır. Dürüst güreşip helal kazansınlar. Ne dersiniz ey kara gözlü kanatlarım? diyerek halka yüzlendi Narbota Şeraf.
Halkanın her tarafında misafir pehlivanlar avuç kadar köyünün onurunu korumak için kolları sıvamış vaziyetteler. Birbirini “aslanım” diyerek güreş meydanına davet etmekte. Gelincikliler ise bu güreşte sanki Şeymerdan’ı devirecek pehlivan yokmuş gibi etraflarına bakınıp onunla boy ölçüşecek mert yiğidi ararlar. Belinden güç, gözlerinden nur giden ihtiyarlar bıyıklanan her gence umutla bakarlar. Dikkatle güreşenleri izlerler. Sonra kim meydanı zaferle terk ederse onun akrabalık bağlarını sorarlar.
– İşan, demin Kel Yoldaş’un oğluyla güreşen kimdi?
– Köse, gözlerine ne oldu senin, İzillaklı Orak’ın yavrusuydu tanımadın mı!
– Öyle mi, Taştemir boşuna ona kaftan dikmemiş. İkisi dayı yeğendi değil mi?
– Bilmiyorum, kendileri bilir…
– Ne diyorsun sen İşan? diyerek sohbete karıştı Molla. Sonra aniden yerinden kalktı:
– Arzi’nin konuğuydu. Saygıda kusur etmiş olacak ki güreşi beklemeden ayrılmış. Seyis’in yüzüne kara düşürdü.
– İşan, boş boş konuşma! Belki de bir işi çıktı adamın!
– Oğlunu güreştirmeye gelen adamın ne işi çıkabilir toygar!
– Bana bak İşan, dilini keserim ha! Hemen Kulmat’ı bul, gayrısı “ağır ayak”tır.
– Neden o yetime bu kadar önem veriyorsun? Topu topu bir sığıntı değil mi? dedi Köse Tirkeş.
– Kardeş, sana köse demişler ama, çok bile demişler! Keşe iki gözü parlayan bir çuval deselerdi!.. Bana Orak lazım. Size değilse de Gelinciklilere lazım! Oğlum Kulmat, gel, yavrum! diyerek çağırmaya başladı halkaya gözlerini dikmiş yumruk kadar çocuğu. – Oğlum Kulmatbay, Kulmuhammedbay, şimdi İzillak’a, Börü boyundan Orak’a gideceksin. Seyis Taşkan çok üzgün, de. Eğer gelmezseniz seyisin eski düğümü tekrar düğümlenecekmiş de. Molla Buhar söyledi, de. Şu Tirkeş deden ile İşan dedenin adına da konuşabilirsin. Haydi, toy evinden, konuk evlerinden istediğin en hızlı atı seç. Yalnız Narbota Şeraf’ın dorusuna dokunma. Haydi, yavrum, haydi koş!
Aydınlık gecede bembeyaz kar üzerinde at koşturan çocuğun arkasından Molla Buhar bir müddet bakakaldı. Gidip yerine oturamadı. Bu arada biraz seyrekleşmiş, aynı boy postaki birbirine eşit pehlivanların ortaca güreşinden sıkılan halk, Pehlivan Şaymerdan’ın yakasından tutmaya kim cesaret edecek acaba, diyerek bekliyordu.
Dik halde pehlivanları süzen Molla’yı gittikçe yaklaşan ayak sesleri halkadan çekip çıkardı. Ağzından apak buğu soluyan atın dizginini sıkıca tutup gelenleri: “Pehlivan Orakbay hoş geldin, gözümüz yolunda kaldı. Böyle bir güreşten vaz geçmek sana yakışır mı?!” diyerek karşıladı.
– Molla dede ısrarınızın nedeni nedir?
– Senden gayrısı Şaymerdan’ın yakasından tutmaya cesaret edemeyecek galiba kardeş.
– Bu ne demek şimdi? Ben güreşi severim. Dengim olan herkesle de güreşirim. Ama baş pehlivanlarla hiçbir zaman karşılaşmadım ki?
– Pehlivanım, söz konusu Gelincik’in onuru!
– E-e! Gelincik benim değil ki. Gelincik sizlerin…
– Ama mezarlığımızın aynı olduğunu unutma! diyerek gözünün içine baktı.
– Molla dede, ataların mezarını çiğneyen Kökemen’in kalbini sökerim. Ama pehlivanı köyünüzden bulsanız iyi edersiniz.
– Pehlivanım, ataların mezarını çiğnetmem, diye ne güzel dedin. Başka birini aramaya ne gerek var? O zamanlar henüz çocuktun, bilmezsin. Baban bu mezara Elsaray’dan bir kadını kanımdır, diye getirip defnetmişti…
– Duymuştum Molla dede, duymuştum! O dediğiniz halam olur.
– Duyduysan, şimdi onların çiğnenmesine izin mi vereceksin? Bile bile niye inat ediyorsun?
– Peki, dediğiniz gibi olsun, dedi içini çekerek Mahsum Orak.
– Korkma pehlivan, Şaymerdan’ın sana gücü yetmez. Eğer dediğim çıkmazsa Buhar’ın diliyle bana kafir deyiniz!
Meydanda Pehlivan Şaymerdan’ın elini yukarı kaldırarak ona rakip arayan cazgırın yanına yaklaşmaya kimse cesaret edemedi. Bundan Elsaraylılar ne kadar sevinçliyse Gelinciklilerin başı o kadar aşağı eğilmişti. Bu yüzden kimse Mahsum Orak’ın meydana geldiğini fark etmedi.
Narbota Şeraf, Şaymerdan’ın rakibinin Pehlivan Orak olduğunu ilan etti. Cazgırın kendi eliyle pehlivanların kuşaklarını bağladı. Seyirciler tüm vücutlarıyla göz kesildiler. Sessiz sessiz göz kırpmadan pehlivanları izliyorlardı. Pehlivanlar önce iki elle selamlaştılar. Sonra Şaymerdan sağ taraftan halkayı dönmeye başladı. Rakibi onu takip etti. Karşı karşıya gelip sağ ayaklarını solundan yarım adım öne çıkararak biraz eğik vaziyette durdular. Tıpkı kanat çırpan horozlar gibi birbirine saldırmaya hazırlandılar.
Şaymerdan rakibine bakarken… on yaşındaki o çocukluk yıllarına dönüverdi.
…Öğlen olduğu gibi fırtınalı bir gündü. Biri gelip alnından öptü. Sıkıca sarılarak alnını alnına koydu ve: “Bu dünyanın düğümünü bir gün elbet çözeceksin. Bana kolay sanma, babanı da bekleme. Bugüne kadar kafirin götürdüğü kimse evine dönmedi. Başkasının malına dokunma. Elin helaldir. Ne yapsan yap, bir gün bizim taraflara Hudaykul nerededir, diye ara gel. Allah yetimi sever, incitmez. Kendine iyi bak…” diyerek iki çuval dolusu samanın altında sadece başı seçilen beyaz burunlu, ala kilitli kulaya cenazeyi yükledi. Şaymerdan ağlayarak kısrağın arkasından koştu. Düştü, karda yuvarlandı. Yattığı gibi arkadan bakakaldı. Simsiyah kuyruk kar üzerinde sürükleniyordu…
Önce kervanbaşı, sonra kısrak, daha sonra da karda kalan kuyruk izi fırtınada yitip gitti. Kısrağın dizgininden tutan kişi göz kapakları badem, kısık gözlü, uzun kaşlı, büyük burunlu, yuvarlak yüzlü, esmer biriydi. O, yaşlanmak yerine daha da gençleşmiş ve küçülmüş halde şu an karşısında duruyordu.
Şaymerdan onu iki kez aradı: ilk defa savaşa gitmeden önce soruşturdu. Öğrendi ki adam halkın mollası ve çoktan göçmüş. Annesi emaneti teslim ettiğinde “öldür, vur” zamanıydı. Babasının da buna kurban gittiğini sonradan öğrendi. İkinci kez savaştan döndüğünde aradı. Hudaykul’dan ölüm mektubu geldi, dediler. Böylece dayısının kanından, annesinin soyundan umudunu kesti. Hudaykul’un Orak adını taşıdığını da kimse söylemedi. İşte bugün o karşısında duruyor!.. Pehlivan diklendi. Rakibinin yakasını toplamaya hazırlanan elleri doksanı bulan, baston tutan eller gibi güçsüzlendi. Aniden geri bastı, elini yukarı kaldırarak “güreşmeyeceğim” işaretini verdi.
Millet şaşkına dönmüştü. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı.
Gökyüzünün bağrında bir tüy gibi olan bulutun köyün hemen üzerindeki yeri düğümlenmişti. Sanki Samanyolu’nda ilerleyen “develer” yorgun düşerek halkanın üzerine çökmüşlerdi. “Yolcuları” herkesi uğurlamış ve sessiz sedasız dağılıyorlardı. Kalabalık nasıl toplandıysa öyle dağıldı.
Gece boyunca konaklarda Mahsum Orak ile Amin Şaymerdan’ın kaderi konuşuldu. Köy halkı sabahleyin Pehlivan Şaymerdan’ın mezarlıkta Kur’an tilavet ettiğini duydu. Gelincik’ten dönen atlılar arasında iki kişi sessizce konuştular. Narbota Şeraf’ın gözleri “Güreşirken babana bile acıma, derlerdi, n’oldu Şaymerdan?” derdi. Bunu anlayan Pehlivan’ın gözleri “Bir gün bu tenimi sahibine teslim edecek olursam beni toprağa koyacak adamın yakasından nasıl tutayım muhtarım?!” derdi.
Muhtar için için “pehlivan, senin değil de benim sırtım yere geldi. Ömrü boyunca kimsenin yakasından tutmayan Molla dize getirdi! Molla! derdi. İşte böyle toylarda bağıra bağıra halka seslendim. Artık yaşlanmışım... Değil mi?! Bir kurnaz hem seni, hem beni, hem dayını devirdi. Artık o, olup bitenleri değil toylarda, yaslar da bile ballandıra ballandıra anlatacaktır. Anlata anlata dünyadan geçecektir… Ah beyaz gömlekli, kara kalpli adam ah…”
Hüzünlü sohbet dillere göçtükçe gönüller çöküyordu:
– Muhtar, bu dünyada dayı neden bu kadar azizdir?
– Pehlivan dünyayı bırak da kapkaranlık mezarın doğduğu yeğenini baş köşeye oturtup iltifat eden yüce kalpli bahadır dayı değil miydi?! Er yiğidi mazardan alıp tahta oturttuğu için belki de onu mezara koymak da dayının hakkı olmuştur. Elsaray’da Narbota Şeraf isem de onların neye dayanarak yaşadığını bilmem, pehlivanım!
Muhtar, uzaklara bakarak kervanı, kervanı değil Arap Canuzak’ı beklerdi. Keşke şu an görünüverse. Görünse de gördüklerini bir bir anlatsa. Anlatsa da Narbota’nın içi açılsa. Açılsa da gönlünde herhangi bir düğüm kalmasa. Yenik düşen elemi kalbini tırmalamasa. Yüreğinde de kervan yollarında da çiçekler açsa. Bütün âlem yemyeşil olup yeşerse… Âlem yeşerse de Narbota Şeraf gençleşip, Şaymerdan değil ben güreşeceğim, diyerek meydana atılsa… Keşke öyle olsa! Öyle oluverse…