Fışkılık


 01 Mart 2019

Gün doğuşuyla kalktı Ogah sabah erkenden  ve bahçesine çıktı eskiden beri niyetlendiği için. Ahır penceresinin üzerindeki dört çiviyi çıkararak, çıkardığı pencereyi ahır duvarına dayadı, sonra içeriye girdi ve tabanda duran fışkıyı kazıyarak çıkardığı fışkıyı pencereden dışarıya atmaya başladı. Sonra, bahçeye çıkarak dışarıya attığı gübreyi, fışkılık üzerine topladı. Sürekli çalıştığı için hâliyle yoruldu ve terledi. Güneş de tam tepede kızararak görünmüştü. Ogah, birkaç saat çalıştıktan sonra dinlenmek üzere demir fıçı yanına yaklaşarak elleriyle sıcak suyu alıp yüzünü ıslattı, sonra fıçının yanındaki kütük üzerine oturdu.

Fışkı, her zaman böyledir. Nasıl mı? Fışkıyı, yerinden oynatıp yığınların olduğu yere koyduğunda –bir iki gün boyunca- etrafı görünmeyen bir duman gibi kaplar, koku çok şiddetli bir biçimde hissedilmeye başlanır, etrafa yoğun koku yayıldığı için biraz ağır; ama zengin bir koku hissedilir aynen hayatın kokusu gibi.

Ogah, yarısı toplanmış fışkılığa bir göz attı, sonra fışkılığın yanına gelerek fışkı parçalarını tabaka tabaka alarak başka bir yere taşıdı. Yer yer buğulaşmaya başlayan fışkı kokusu dalga dalga yayılarak burun deliklerine kadar geliyor ve nefes alış verişini etkiliyordu. Havadaki fışkı kokusu dağılmaya başladığında, kafada da eskiden beri olan acı düşünceler yayılmaya başlıyor, göğüs sıkışıyor, yürek acıyor, iç kararıyordu.

Ogah’ın aklına yine Paniski geliyor ve gözleri yaşarıyordu. Ogah, ineği ile birlikte kalbini bıçak gibi kesen acıyla oradan ayrıldı. İki can, iki miskin birbirine dayanarak yaşıyorlardı; fakat geçen yıl, sonbahara kadar bir damla bile yağmur yağmamış, kuraklık olmuş, hiçbir bitki çıkmadığı gibi filizlenme dahi olmamıştı. Bu süreçten sonra köyde otuz baş inekten üç beş tane kalmıştı. Güçlü aileler bile bu durumu atlatamazken nine ve dedeler tek başına bu durumu nasıl atlatacaklardı? İnek satın alanlar için bu yıl başarılı bir yıl olmuştu elbette. Çünkü koyun parası ile almışlardı. 

Paniksi, ineğin genç olmadığını bilmesine rağmen sütün tadına baktıktan sonra, “Bu ineği, İdil’in diğer ucunda oturan ablama götüreceğim, sütü bu kadar tatlı bir ineği hayatımda hiç görmedim, bu inek daha kaç sene yaşayabilir?” deyip şehirdeki Tatar’a yarı fiyatına verdi. Tatar, “Hadi had, gittik!..” diyerek ipi gerginleştirerek hareket etmeye başladığı zaman; Ogah, ineği ile birlikte iki üç adım atarak kuru elleri ile onu sırtından okşamaya başladı ve birdenbire dönerek yerinde donakaldı. Akmaya başlayan gözyaşlarını durduramayarak sessizce: “Hey, af edersiniz, ana-baba af edersiniz, Tanrılar… sen de bağışla beni, Paniski!.. Tanrı aşkına!.. “ diye fısıldadı. Fakat Tatar, yalan söylemişti. İdil Irmağı’ndan değil, köy deresinden bile Paniski’yi geçirmemişti. İneği, dere dibinde kesmiş ve ineğin hem en etli yerlerini alıp hem de derisini alarak kemiklerini olduğu yerde bırakıp gitmişti. 

Şimdi, Paniski’nin kış boyunca yığılarak bir kenara atılmış ve çürümeye yüz tutmuş samanları düzenlemeye koyuldu. Güzün temizleyemediği bu durum için, vücudu neden bu kadar çok sızlamıştı ki? ” Bundan sonra bu ahırda hayvan olmayacak, inek olmayacak. Bir keçi alsam iyi olur. Niye ihtiyar kadın keçi alacak? Süt isteyecek çoluk çocuğu da yok… Hüznümü sakinleştirmek istiyorum…” gibi bir düşünce uğradı zihnine; fakat bu düşünce yumağı birden kesildi ve yakınlarda olan birisi, yüksek sesle çağırdı:

Hey, komşu kadın!..

Ogah, beklemediği bu sesten ürktü, sesin nereden geldiğini anlayamadığı için etrafına bakındı, kimseyi göremedi; fakat sonra birisinin kendisine baktığını sezince çarçabuk Kıtüs bahçesine doğru yöneldi, çitin üzerinden kendisine bakan uzun boylu bir erkeği fark etti. Kendisi ise kısa boyluydu ve oldukça büyük bir karnı vardı. Yüzü biraz buruşuk, akşamdan epeyce içtiği anlaşılan kişinin mahmur bir edâsı olduğunu fark etmek hiç de zor değildi. Galiba birkaç gün traş da olmadığı için genç de görünmüyordu; fakat yaşlı da değildi. Kırklarda birisi olsa gerekti ve onun Vittök’ü ile aynı yaşlarda olmalıydı. Vittök, eğer Kafkasya Savaşı’nda savaşmasaydı, şimdi kırk dört yaşında olacaktı. Demek ki bu kişi, Kıtüs’ün evini yeni satın  almış kişi olabilir. Evin satıldığı haberi köyde daha yeni öğrenildiyse de onu, hiç görmemişti Ogah. Yani evin yeni sahibini görmemişti.

Bazıları, evi satın aldıktan sonra sabredemez, ertesi gün evle ilgili işlere girişir, evin bazı yerlerini yıkıp tekrar yaptırırlar. Evi satın aldıktan sonra da -aradan bir yıl geçer ya geçmez- yeni aldıkları eve hiç gelmezler ve bu kişiler çoğunlukla kendileri için almazlar. Evi, ucuz fiyata satın alıp yüksek fiyata satmak için alırlar herhalde diye düşündü. Şobaşkar Köyü, şehrin yakınlarında olduğu için ev alıp satmalar sıktır burada.

Kıtüs, üçüncü yıl tam patates toplama günlerinde öldü. Toplamaya başladığı patatesleri tam bitirememişken, patateslerin üzerine düşmüştü. Oğlu olmasına rağmen zavallı, tek başına yaşıyordu Kıtüs.. Oğlunun kendisine faydası yoktu doğrusu ve çok içmeyi seven birisiydi. Evlenemedi ve çoluk çocuğu da olamadı. Seroş, onun hakkında son zamanlarda şehirde yaşayan Rus bir kadının evinde onunla birlikte yaşamaya başladığını söylerdi. Köy, şehre yakın olmasına rağmen, Rus kadın köye gelip kimseye görünmezdi. Seroş ise zaman zaman sarhoşken patates almaya gelirdi köye hem de annesi tam emekli maaşını aldığı günlerde. Nereden biliyorlardı ki bunu da böyle söylüyorlardı. Neyi mi? Seroş’un annesi öldükten sonra, evi ve olan mal ve mülkü kendi adına aldıktan sonra Rus kadının kendi kızına apartman almak için Seroş’a kredi açtırması, Seroş’un bu krediyi ödeyemediği için de; Seroş’e kredi verenlerin Seroş’e annesinden kalan ev, mal ve mülke el koymaları ve bu süreçten sonra da Rus kadın Seroş’u evinden kovmuştur.

Seroş, bir gün iyice içtikten sonra Rus kadının evine gelir ve kapıyı kırıp içeriye girer ve az kalsın kadını bıçaklayacak olur; fakat kadın polisleri çağırınca son anda kurtulur bu durumdan. O süreçten bu zamana kadar ise, hapishanede yatmaktadır Seroş. İşte böyle kapanır ve biter terbiyeli, mütevâzı, cömert, ve iyi kâlpli yaşlı Çuvaş kadını Kıtüs’ün canı ve kanı ile yaptırdığı evi, böyle bilinmeyen birisinin eline geçer ter ve gözyaşı ile suladığı toprağı… Şimdi, yeni evin yeni sahibi, yeni komşu… Yeni ev dese de yanlış olmaz şimdi. Kıtüs için hiçbir şey fark etmeyecek şimdi ve o, hiçbir zaman bahçesine çıkamayacak, evleklerini kazamayacak… Fakat Ogah için komşuların ne tür insanlar olduğu önemli. Çünkü, onlarla yaşayacak. Çünkü Ogah, komşuları ile iyi geçinmek istiyordu. Kutüs için evini alan insanlar; iyi insanlar olsa daha iyi olurdu tabiî ki; fakat son yıllarda onların köyünde ev alan insanlar genellikle başka türlü insanlardı, hiç köylüler gibi değildi. Sanki sadece kendileri için yaşayan, yaşadığı çevrenin hiç farkında olmayan, etrafına hiç bakmayan, -insan mı, hayvan mı, ağaç ya da bitki mi- kendilerine lâzım bir şey varsa onu alan, kendilerine lâzım değilse hiçbir şeyin önünde durmadan, önüne gelen her şeyi; acımadan çiğneyip geçen insanlar…

- Hey, komşu kadın!.. diye seslendi erkek. Sen, sağır mısın?

- Dinliyorum, dinliyorum dedi Ogah aceleyle. “Ne o komşu kadın ne diyor, Çuvaş değil mi acaba?” diye düşündü.

Gerçekten, biraz önce düşünceye dalmış olduğundan dolayı; o erkeğin ne dediğini hiç duymamıştı gâliba.

- Komşu kadın, sana bir kez daha söylüyorum: senin bu fışkıları başka bir yere taşımalı!

- Nasıl taşımalı? Böyle bir şey olur mu diye söz konusu olayın ne olduğunu bile anlayamadan şaşırdı birden Ogah.

- Bu kokular, eşime alerji yapıyor. Bu yığınını uzak bir yere taşısaydın ya, baksana kocaman bir toprağın var!.. deyip elini Ogah’ın bahçesinin içerisini gösterdi oradaki erkek. 

- Tamam da, ama benim işim bu, ahır burada. Orası uzak olur deyip kendini mazur gibi göstererek konuştu Ogah.

- Uzak mı yakın mı bilmem. Bu, bizim işimiz değil. Senin işin ise o yığınları sınırdan uzaklaştırmak dedi oradaki erkek.

- Tamam da, ama Kıtüs bu şartlarda yaşardı. Biz, onunla hiçbir zaman dalaşmadık… Biz, onunla akraba gibi yaşadık. Kıtüs’ün adını anarak, ondan yardım ister gibi konuştu Ogah. Fışkı, hiçbir zaman bizim iyi yaşamamıza engel olmadı diye ekledi Ogah.

- Tabîkî engel olmamış. Sizler pis Çuvaşlar var ya, siz kendiniz de fışkı gibisiniz dedi erkek.

Ogah’ın içi birdendire heyecanlandı ve sinirlendi ve bununla birlikte gücenme ve öfke duyguları kımıldandı içinde. Ogah’a her zaman ilkbahar ve sonbahar bile eski zamanlardaki gibi hep geleneksel beyaz giysiler giymiş Kıtüs’e fışkı ile lekelediği gibi göründü Ogah’a ve erkeğe karşı cesurca şöyle dedi:

- Rusların bazıları da pis oluyor, Çuvaşlar ise her zaman temiz yaşamış, beyaz giymiş. Çeboskarı da, rusya’daki en temiz şehir, bunu da televizyon ile söylediler.

- Kim dedi ki sana Çeboskarı Çuvaş şehri diye? O, rus şehridir, komşu kadın! Söz arasında, yüz yıl önce Çuvaşlar’a oraya girmek için hiç izin verilmemiş, bitleri kovukları gibi kovmuşlar!.. diyerek yüksek sesle güldü oradaki erkek.

- Eğer Çuvaşlar bitler ise, o zaman niye Çuvaşlar arasında yaşıyorsunuz? Niye kirli Çuvaş Köyü’nden ev satın aldınız? dedi Ogah’ın içerisindeki kabarmış öfkesi.

- Bizim nereden ev alacağımız, senin işin değil komşu kadın. Nereden istersek oradan ev alırız. Sen, lâfı uzatma artık da fışkılığını akşama kadar buradan kaldır dedi oradaki erkek sonra kasten yalpalaya yalpalaya, ağır ağır yürüyerek –öncesinde Kıtüs’ün olan- kendi bahçesine doğru yürüdü.

- Ne olursa olsun Çeboskarı, Çuvaş şehridir dedi Ogah yüksek olmayan ama kesin ve keskin bir bir ses tonuyla. Erkeğe mi söyledi veya kendisine mi?

Ogah, bir türlü sakinleşemedi ve bir süre fışkılığın önünde dondu ve dizlerinin bağı çözüldü sanki. Düşmemek için fışkılığa dikilmiş çatalın üzerine doğru dayandı. Böyle bir kanun da olur mu acaba? Ogah, fışkıyı her zaman bahçede ahırın arkasındaki bir köşeye koyardı. Ve nasıl durdurmalıydı o çürüyen fışkılığın kokusunu? Herhangi bir şey çürüdüğü zaman kokardı…

Biraz zor gelse de, fışkıyı; Kıtüs’ün bahçesinden kendi bahçesine taşıyabilirdi. Bu olmazsa da, şu anason ağacı denilen elma ağacı altında yer bulunabilirdi. Ancak “akşama kadar” mı dedi o? Hayır, “akşama kadar” değil, en azından üç dört gün uğraşmak gerekir burada.

Ogah, kimden yardım isteyebileceğini düşünerek bir zaman için durdu. Evleri, sırayla saysa da köyde yardım edebilecek kişiyi bulamadı. Tolkoh Mişki, ayak hastalığı nedeni ile yatakta yatıyor, Hvetot Van ise; yürümesine rağmen içki içtiği için onun da faydası dokunmazdı. Şilli’nin karısı Viselis’ten yardım istemek olabilirdi. Viselis de çevik bir kadındır; ama son zamanlarda nasıl bilinmez bir şekilde değiştiği görülüyordu. Oğullarının tarktörü, arabası olduğundan mı her zaman iş üstüne iş, para üstüne para geldiğinden midir ki; soğuktan donan insanı ısıtmak için bile eve almayacak, kara saplanmış bir arabayı çıkarmak için kürek tutmayacak kadar kesin bir yapısı olan biri. Onlardan başka kimse yok köyde çatal tutabilen, hepsi de öldü. Gençlerden yardım istemek nasıl olur? Ogah, gençlerle nasıl konuşacağını da bilmiyordu… Bugünkü gençler, yardım etmenin ne demek olduğunu dahi bilmiyorlardı. Parayla da kimseyi işletemezdin, para versen de kimse, çalışmak istemezdi bugün…

Aynı zamanda, sanki bir önceki fikrine ters çıkarak başka bir fikir de geldi Ogah’ın zihnine. Niye yerinden taşımalı ki bir toprak yığınını? Evlenip buraya kocasının yanına gelindiğinden bu yana fışkılık her zaman burada, ahırın arkasında bulunuyordu. Ahırın penceresini çıkarıp önce fışkıyı içeriye atıyor, sonra da burada yığın hâlinde düzenli bir şekilde koyuyordu. Şimdi, fışkılık rahatsız ediyormuş Kıtüs’ün evini alan yeni ev sahiplerini… Bugün, fışkılığını taşı! dediler de, yarın çit boyunca büyüyen vişne ve erik ağaçları bizi engelliyor diyebilir, ondan sonra daha bir sürü şey bulacak bunlar, birkaç gün sonra da gece uyurken çok gürültülü horulduyorsun diyecekler.

Ogah, çatalını fışkılığın üzerine nasıl koymuşsa o halde bıraktı ve avlusuna girdi. Ev sahibini görünce, tavuklar gıdaklamaya başladı, gıdaklayan tavukları duyan sokaktaki tavuklar da hemen, avluya sıçradılar. Ogah, tavuklara avlunun ortasındaki eski tavaya pişirmiş olduğu patatesleri ezip verdi ve köşede kullanılmış çömleğe su döktü.

Ne yapacağını bilemeden eve girdi, kepçe ile su içti, güçten düşmüş bir şekilde divana oturdu. Başladığı işi bitirmesi, fışkı yığınını taşıması gerekirdi ama, nedense bahçesine çıkmak istemedi Ogah. Belki Kıtüs’ün toprağındaki yeni ev sahibini görmek istemedi. Ogah, yorulduğu için oturdu, biraz dinleneyim diyerek düşündü yanına yattı, uyuklarken yastığını oraya buraya çekti. Ondan sonra da derin bir sesli nefesten sonra uykuya daldı…

Rüyâsında da yeni ev sahibini gördü Ogah. Tek başına değildi, yanında kendisine benzer iki arkadaşı daha vardı sanki. Yeni ev sahibi, Kıtüs ile Ogah’ın bahçesi arasındaki eski çiti kuvvetle tekmeleyip çit takırdı ile yer yer kırıldı ve yıkıldı sanki. Ellerinde üçünün de demir kürek. İşte üç pehlivan, adımlarını kahramanca atarak Ogah’ın bahçesine girdiler ve fışkılığı çevreleyip fışkı parçalarını ortalığa, oraya, buraya atmaya, yığını dağıtmaya başladılar. Aynı anda bahçe arkasındaki çiti yıkarak bahçeye yüksek ve büyük bir KAMYON sürünerek girdi, patates evleklerini çiğneyip geçerek ahıra doğru ilerledi.

- Ezmeyin! Ezmeyin!.. Kendim!.. Kendim başka bir yere taşıyacağım!.. arabaya doğru koştu Ogah.

- Kocakarıya bak, ne istiyor? Geç kaldın demek!.. Ogah’ı maskaraya çevirip yüksek sesle güdü erkekler.

Kamyon, fışkılık önünde durakladı ve şoförü kabinden çıkarıp, hafifçe kasaya benzer bir plâtformun üzerine doğru tırmandı. Kıtüs’ün bahçesinin yeni sahibi ellerini sallayarak şoföre bir şeyler anlattı.

Ogah da, kamyonun yanına koşarak yetişti ve sürücüsüne: “Bir daha ezme, lûtfen, aynı yerden geri çık” deme niyetindeydi. Şoför ise, plâtform üzerindeki bir şeyleri çözüp yüksekçe olan koltuğuna kuruldu. Araba, düzenli bir şekilde ses çıkararak uzun okunu çıkarmaya başladı. Okun uzunluğu gittikçe arttı sonra okun ucundan dört çengel aşağıya indi. “Ne yapmak istiyor bunlar acaba?” Fışkılığı kaldırıp daha içeriye mi taşımak istiyorlar?..” anlamaksızın korkarak baktı Ogah. Ancak, erkekler birdenbire fışkılıktan eve doğru koştular ve evi, alt taraftan çengel ile tutturdular. “bunlar benim evimi yerinden taşımak istiyorlar!.. Nereye?.. Niye?!.. düşünceleri şimşek gibi parıldayıp geçti zihninden. Korkudan beti benzi attı, sarardı Ogah’ın ve söylemek istediği sözler boğazında kaldı Ogah’ın. Hiçbir şey söylemeden, gözlerini çekmeden baktı ve tekrar baktı Ogah sessizce, yerinden hareket etmiş evine ve yüksekte bükülerek oturan şoförün  baygın sırtına. Yalnız, o erkekleri görmedi, görmek istemedi onun gözü.

Birdenbire helikopterin sesi duyuldu. Ogah’ın bahçesinin üzerinden aşağıya doğru indi helikopter, kapısı çabucak açıldı ve oradan birisi indi aşağıya atladı, hemen kamyonun olduğu plâtforma iniş yaptı. Sipersiz kepleriyle, sonbahar ormanındaki boş alanın renginde giyim kuşamı olan, ayaklarında kısa konçlu deri çizmeleri, ellerinde otomatik tabancaları olan insanlar. Yüzünü kapatan siyah şapkalarının sadece gözleri için olan iki deliği vardı. Tabancasını, hemen koltukta oturan şoföre doğru nişan aldı helikopterden atlayıp inen kişi.

- Sen… ne… ne… ise… ateş…et… me… öldürme… sen… titredi şoförün sesi.

Kamyon tam o anda zar zor sanki ıklayarak seğirdi ve derhâl istop edip sustu. Yerinden birazcık oynayan evi yerine oturttu.

Şoför çabukça koltuğundan yere atladı. Tanrım! Tanrım! Viselis’in ortanca oğlu Pettyas imiş şoförü! Nasıl girip ezebilmiş o komşusunun, kendisinin okuldaki öğretmenin patates evleklerini? Para deyince, namus da bir yana mı kayboluyormuş acaba?

Yüzü kapalı erkek, kamyonun öbür tarafına sıçradı ve eve doğru koştu.

Hemen evin yanından ellerini yukarıya kaldırmış bir şekilde üç pehlivan yürüyerek çıktı. Onların arkasında da yüzü kapalı olan erkek onlara, tabancasını hazır tutarak yürümeye başladı.

- Topla! Dedi tabancalı kişi Kıtüs’ün evinin yeni sahibine. Yeni ev sahibi, demir küreği tutarak biraz önce etrafa fırlattığı fışkı parçalarını toplayarak fışkılığa tekrar düzenli bir şekilde koymaya başladı.

Diğer iki arkadaş da, demir kürekleri tutarak bir iki kürek yardım etmek istedi diğerine. Tabancalı kişi, onlara:

- Bırakınız! Kendisi çalışsın!.. dedi.

Erkekler küreklerini bir yana alıp dayadı.

- Eller!.. dedi yüzü kapalı olan kişi.

Erkekler ellerini hemen yukarıya kaldırdı.

- Topla! Topla… acele ettirdi tabancalı kişi komşu evin yeni sahibine. Küreği bırak! El ile topla!..

Kıtüs’ün evinin yeni sahibi, küreğini arkadaşlarına verdi ve dağınık duran fışkı parçalarını emekleyerek elleri ile toplayıp yığına bıraktılar.

Biraz önce kendi dağıttıkları fışkı parçalarını şimdi kendi elleriyle toplayarak bitirdikten sonra yüzü kapalı olan kişi onlara ve Petyasa, kamyonu göstererek:

- Kaldırın!.. diye emretti öfkeyle.

- Vay!.. bu küçük araba değil ya!..dedi Petyas, arabayı kaldırmanın mümkün olmadığını anlatmaya çalışarak.

- Bana göre hava hoş! Dedi tabancalı kişi. Ölmek istemiyorsanız kaldıracaksınız. Kaldırıp bahçeden el üstünde  götüreceksiniz. Anladınız mı?

- Anlaşıldı… Nişan alıp göğsüne değdirmiş otomatik tabancadan sakınarak biraz geriledi Petyas.

- Hemen!.. Derhâl!.. diye bağırdı yüzü kapalı olan kişi, tabancası ile de diğerlerini korkutarak. Anlaşıldı mı?!.

Dört erkek, kamyonu dört yanından kaldırmaya başladılar.

- Durun, durun!.. birden, bir çırpıda, hepimiz beraber!.. işi düzenlemeye başladı Petyas.

Zar zor, ıkınarak, gerilerek de olsa erkekler arabayı kaldırdılar (kim, ölmek istesin ki?) ve sallana sallana bahçenin arkasına doğru yürümeye başladılar.

Helikopterden atlayan kişi, önce göğsünün üzerindeki otomatik tabancasını çıkarıp ahır duvarının yanına yerleştirdi, ondan sonra elleriyle kafasındaki siyah kalpağı çıkardı.

- Tanrı Tanrı!.. Vittök!.. Sen misin?!.

- Benim, anneciğim, benim… annesini kucakladı Vittök.

Ogah, gözyaşlarını tutamayarak ağlamaya başladı:

- Oğlum, oğlum… gözleri yaşlı bir şekilde mırıldandı o. Sen, yaşıyor musun?.. Sen, ölmedin mi?..

- Ölmüş müyüm, ölmemiş miyim, ama kimsenin seni üzmesine izin vermeyeceğim anne! dedi Vittök. Hiç kimseyi dinleme. Hiç kimseden korkma. Bir karış da olsa fışkılığı taşıma. Öyle bir kural yok!.. Senin hakaret görmen için mi koydum ben başımı vatan için, Rusya için, köyümüz için?!. Biz, kommandoslar, başımızda olsalar da kimseye üzerimizden geçmeye izin vermeyeceğiz, olduğumuz yerden kalkacağız! Onun için korkma anne!.. Sert ve cesur konuştu oğlu. Onun sertliği, cesareti Ogah’a rahatlık ve güç verdi.

Yine helikopter sesi duyuldu. Onlara yaklaşınca, helikopter yavaşça aşağıya doğru indi.

- Hey, anneciğim, hoşça kal! Ben gideyim!.. Vittök, annesini apar topar, beceriksizce, alelacele kucakladı ve ahır duvarına dayamış tabancasını alıp göğsüne astı ve kolayca hoplayıp helikopterin en aşağı kirişinden tutundu.

- Dursana, dur, Vittök!.. oğlunun ardından uzandı Ogah. Söylesene bana, Şobaşkar Çuvaş şehridir, değil mi?!..

- Çuvaş, anne, Çuvaş!.. Şobaşkar o bizim, Çuvaşlar’ın, şehrimizdir!.. gürültüyle, yüksek sesle, tüm ortalığa duyururcasına carladı oğlu.

Helikopter, yüksekten yükseğe havalandı. O, tam gözden kaybolana kadar Ogah’ın gözleri gökyüzünde kaldı…

Helikopter gözden kaybolmuştu artık, tam da o anda bir patlama sesi duyuldu.

- “Helikopteri hedef mi alıp vurdular?.. Mahvolacak o zaman Vittök…” korku ile uyandı ve düşündü Ogah.

Gerçekten, gece karanlığını aydınlatan bir şeyler patlıyor ortalıkta, takırdıyor. Susuzluk hissi ile Ogah mutfağın köşesinde duran bardağı alıp demir kova içerisine daldırıp su aldı, birkaç yudum içti, kıpkırmızı gül resmi bastırmış beyaz başörtüsünü çiğnek ensesi üzerine düğümleyip sardı ve dışarıya çıktı.

Gürültü, bahçeden geliyormuş.

Aceleyle ahırın yanındaki küçük kapıdan bahçeye çıktı Ogah. Kıtüs’ün evinin yeni sahipleri, yeni yıl gecesindeki gibi bir şeyler patlatıyor ve her bir şeyi patlattıklarında da “hurra!” diye bağırıyorlardı.

Ogah, Kıtüs ve kendi bahçeleri arasındaki çit boyunca bahçe arkasına doğru yürüdü. Yürüdü, baktı, çit yerinde, iyiymiş, hiç kimse hiçbir yeri kırmamış. Geri döndü Ogah ve fışkıyı toplayıp yerine koymak gerekiyordu diye düşündü sonra kendisini niçin bu işi tamamlamadan evine gidip divanın üzerine düştüğünü hatırladı. Hatırlayınca biraz karıştı gibi oldu! Gerçekten mi oldu bu olan bitenler ya da gerçek değil miydi? Gerçekten mi söyledi ona fışkılık hakkında Kıtüs’ün bahçesinin yeni sahibi? Veya rüyâsında mı geçti bütün bu olanlar? Vittök, gerçekten mi gelmişti yoksa rüyâsında mı gelmişti? Şu ana kadar çok basit gibi görünen bu sorulara bir cevap bulamadı Ogah. Gerçek hayat ile düşündeki hayat karıştı onun zihninde. Eğer şu an sorarlarsa, daha fazla hangi hayatında –gerçek olanında veya düşünde- olmak istediğini kesinlikle söylemeyecekti o.

Şu, “akşama kadar” dediği de gerçekten mi oldu ya da bir şeyleri yanlış mı hatırlıyor o? Gerçekten oldu gibi, gerçekten.. İşte “akşamı” inip basmış o uyuduğu sırada… Yine rüyâsına dönmek istedi Ogah, Vittök’ü bir kez daha görmek istedi… Vittök, hâlâ çok genç, yirmiyi geçmiş bir delikanlı…

- Hey, komşu kadın!.. diye sesi duyuldu yine ev sahibinin.

Şimdi Ogah hiç telâşlanmadı, sesin geldiği yere doğru yavaşça yöneldi:

- Ne var ya? Dedi.

- Fışkılığı niye taşımıyorsun be! dedi erkek. Seninle akşama kadar diye anlaşmştık!

- Bilmem, bilmem, kasten Çuvaşça dedi Ogah, yeni komşusu ile konuşmak istemediğini ve artık ondan korkmadığını göstererek.

- Ne demek ki bilmem? dedi erkek sinirlenerek.

- Hiçbir şey bilmem. Yine Çuvaşça söyledi Ogah. Ömrünü, okulda çocuklara Rus dili edebiyatını okutarak geçirmişti.

- Sen, Rusça anlamıyor musun be? Gündüz anlıyordun ya?.. anlamaksızın ortalığa oraya buraya baktı yeni komşusu 

Ogah’ın.

- Bilmem. Çuvaşça konuş dedi Ogah.

- Peki, tamam, sen bilirsin. Sen, bana söylesene, ne zamana taşıyacaksın fışkılığını?!. diye küstah bir şekilde sordu erkek.

Ogah, bir süre suskun kaldı, oğlu gözlerinin önüne geldi. Ogah, erkeğe baktı ve gözlerini ondan ayırmadan, yüzüne karşı keskin bir şekilde, dişleri arasından:

- Hiçbir zaman!.. dedi.

Ogah, bu sözleri söyledikten hemen sonra Kıtüs’ün bahçesinde yine o ateşli fişek, gürültüyle patlayıp yukarıya fırladı ve hepsi birlikte “hurrah!..” diye bağırdı.

Erkek, Ogah’a bir şeyler söyledi; ama onun sözleri patlamanın sesinde kayboldu.

Ogah, gündüz fışkılık üzerine dikip bırakmış olduğu çatalı aldı ve ahır duvarı dibindeki dağınık fışkı parçalarını yeniden yığın üzerine düzenli bir şekilde koymaya başladı. Ortalığa karanlık basmaya başladığını fark etti, ara sıra vücudunun sancılandığına bakmadan fışkı parçalarını yığının üzerine düzenli bir şekilde koyarak yığının etrafını dolaştı, yığının tepesine çıkıp fışkıyı çiğnedi, yine attı, düzeltti, çiğnedi…

Epey bir süre tamamlayana kadar kadının bahçesinde çalıştı. Yeni komşusu ise ona, artık hiçbir şey söylemedi, onunla bir daha konuşmadı.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 147. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 147. Sayı