HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HİDAYET ORUÇOV 2
HUDAYBERDİ HALLI 3
Osman Çeviksoy 4
KEMAL BOZOK 5
İdris Özler 6
UFUK TUZMAN 7
Mayıs ayına göre hava hayli soğuktu. Akmescit’te uzun zamandır böyle şiddetli fırtına görülmemişti. Evlerin çatıları sökülüp uçuyor, ağaçlar kırılıp yerle bir oluyordu. Dolu yağışı bazı evlerin camlarını tuzla buz etmişti. Dışarıda doluya yakalanan talihsiz hayvanların çoğu telef olmuştu. Bu afeti daha önce yaşamamış olanlar Kalgançı Çağın geldiğini sanabilirdi. Öyle ki havadaki müthiş uğultunun sebebinin İsrafil’in sûra üflemesi olduğu düşünülebilirdi. Sanki gök demir, yer bakır hâlini almıştı. Yer uğulduyor, dağlar sallanıyor, deniz çalkanıyor, bitkiler bir ânda yok oluyordu. Henüz akşam olmadığı hâlde havadaki zifirî karanlık, kötü bir şeyler olacağının mesajını veriyordu. Gök kızmış, sanki biriktirdiği öfkesini yıldırımlarla kusuyordu. Kim bilir, belki de olacakları, Kırım’ın kötü tâlihini haber veriyordu.
***
Elzara, bitayının[1] telâşını görerek küçük yeşil gözleri fal taşı gibi açılmış olduğu hâlde, “Korkmuyorum Nano” dedi ve gülümsedi. Henüz yeni konuşmaya başladığında bitayına “Nano” diye seslenmiş, evdeki herkes bu ismi çok sevmiş, benimsemişti. Avurtları çökmüş, onlarca yıllık çileyi sırtında taşımasından olacak ki kamburu çıkmış, kınalı saçlarını turkuaz renkli bir çemberle örtmüş olan Nano, küçük yetimin başını okşadı. Ne kadar talihsizdi zavallı kızcağız… Kırım yangın yeriyken dünyaya gelen, en çok ihtiyacı olduğu yaşta babasını kaybeden yetim Elzara… “Korkmuyorum” dedi, gülümsedi ve soğumuş reçelli çayından dudağının ucuyla küçük bir yudum aldı. Minik elleriyle tuttuğu cam bardağın üzerinde babasının aksini görmüştü.
Çaya reçel katarak içmek en sevdiği eylemlerden biriydi, Elzara’nın. Babasından öğrenmişti ve ata mirası damak tadı, ona, babasını hatırlatıyordu. Bir anlamda onun hâtırasını yaşatıyordu. Babasının geri dönmeyeceğini bilse de bunu kendisine asla itiraf edemedi. Her zaman kenara bir parça gül reçeli ayırması için tembihlerdi Nano’yu… Babası döndüğünde birlikte reçelli çay keyfi yapacaklardı. Oysaki babası dönmeyecekti. Zîrâ üç yaşındaki yavrusunu bırakıp Alman ordusuna karşı savaştırılmak üzere cepheye alınmıştı. Kim için, ne için savaşacaktı? Bu sorunun yanıtını sâdece Ruslar biliyordu. Çok geçmedi… Ölüm haberini aldılar babasının. Elzara, kendisinden gizleseler de kısa zamanda gerçeği sezmişti. Babasını bir daha göremeyecekti… Şüphesiz, İkinci Dünya Savaşının soğuk yüzü en çok Kırım Tatarlarını vurmuştu.
Elzara’nın babası, yuvasını korumak için büyük zorluklara göğüs germişti. Kırım’ın asıl sâhipleri olan Tatarlar, Ruslar tarafından târifi imkânsız baskı ve zulümlere mâruz bırakılıyorlardı. Asya ve Anadolu’ya kitlesel göçler sürüyordu. Ama o, Kırım’sız yapamazdı. İsmail Beğ Gaspıralı’nın dediği gibi, “Gitmek kolay, dönmek zordur” şiârına sâhipti. Kırım’ı terk etmemişti; fakat Bahçesaray’da da duramamış, otuz iki kilometre uzaklıktaki Akmescit’e, ablasının yanına göçmüştü. Annesi, hâmile karısı ve on bir yaşındaki oğlu ile yeni umutlara yelken açmak; doğacak çocuğu Elzara’yı nispeten daha rahat bir ortamda büyütebilmek istiyordu. 1938 yılı, Kasım ayının onuncu gününde İstanbul’da yitip giden Türk’ün son kahramanına ağlarken bütün âile, aynı gün, Elzara’nın dünyâya gelişiyle teselli bulmuştu.
***
Elzara’nın babasının ölümünün ardından iki yıl geçmişti. Kırım Tatarlarını yok etmeye ant içmiş olan Ruslar bu kez evin tek erkeğini, Aybek’i zorla orduya almışlardı. Elzara’nın biricik ağabeyi, babasının ardından ona kol kanat geren, her ânında yanında olan tek kahramanı, henüz on altı yaşındaki Aybek’i… Kendi hesaplarına olmayan bir savaş için ailedeki iki erkeğin de canına, kanına göz dikilmişti. Peki, kim için savaşacaktı Tatarlar? Sovyetler için… İşin sonunda, kendilerini “Alman casusu” olarak damgalayacak Sovyetler için…
Aybek, ilk izninde vakit kaybetmeksizin ailesinin yanına dönmüştü. Cepheye alınışından bir yıl sonra, yalnızca bir haftalık izni zor koparabilmişti. Bu kadar kısa süre için yol tepmeye değmezdi belki, ama Elzara’yı görmek ve Türkistanlı silâh arkadaşı Sungur’un hediyesini kız kardeşine teslim etmek için günlerce yol almaya değerdi. Aybek, ara sıra fırsat bulduğunda ailesine yazdığı mektupların hiçbirinde geleceğini haber vermemişti. Sürpriz yapmayı severdi. Heyhat, yazdığı mektuplar ailesine teslim edilmediği için geleceğini haber verse bile onlar zaten bunu bilemeyecekti.
Elzara, ağabeyini; anne, yavrusunu; Nano, torununu kanlı canlı karşısında görünce her biri sevinçten çılgına dönmüştü. Özellikle annesinin içinde oğlunu gönderdiği günden beri iflâh olmaz, kötü bir his vardı. Beğ oğlunu, Aybek’ini bir daha göremeyeceğini düşünen gözü yaşlı, çileli anne, şimdi gözyaşını sevinçten akıtıp Tanrı’ya şükre durmuştu. Elzara’nın gözü ise ağabeyinin elindeki nesneye takılmıştı. Daha önce benzerini görmediği bir nesneydi bu. Canlı gibi, ama cansız… Ne olduğunu anlamaya çalıştı. Eline aldı, inceledi, inceledi… Evet, bu, oyuncak bir bebekti. Turkuaza çalan gözleri ile belli belirsiz gülümseyen; uzun sarı saçları, kırmızı, yıldız şeklinde bir tokayla tutturulmuş; içinde kırmızı tonlar taşıyan hâkî renkli uzun elbîse giydirilmiş bir bebek… Elzara önce irkildi, sonra bebeğe ısındı. Ağabeyi bebeğin hikâyesini anlatıyordu o sırada. Ordudaki en yakın arkadaşı, can dostu Sungur, bebeği kendi kız kardeşi için bir Türkiye seyahatinde, Ankara’da satın almıştı. Ne yazık ki kardeşinin vakitsiz ölüm haberini duymuş, oyuncak bebeği can dostuna, dolayısıyla Elzara’ya emanet etmişti. Elzara, gözünden yaş gelerek dinliyordu bebeğin hikâyesini. Aybek, kendisinden bebeğe bir isim vermesini istediğinde hiç tereddüt etmemişti, Elzara: “Ankara” demişti. “Ankara olsun…”
***
Kırım’da güneş akşamüzeri kendisini gösterdi. Şiddetli yağmur ve fırtınanın ardından gizlendiği yerden bir ânda ortaya çıkmış, çekimser duruşuyla ve cılız ışığıyla sanki insanlardan af diliyordu. Gök kuşağının güzelliği Elzara’nın gözlerini kamaştırdı. Bu güzelliğe fazladan on dakika kadar bakabilmek için her şeyini feda edebilirdi. Gökkuşağının bir daha böyle güzel görünmeyeceğini ya da bir daha gökkuşağına bakamayacağını nereden bilecekti ki? Bununla beraber ortalıkta müthiş bir sessizlik hüküm sürüyordu. Şiddetli yağmurların ardından havanın ısınmasıyla bir ânda ortaya çıkıveren ve cıvıl cıvıl öten kuşlar da yoktu bu defa. Tüm insanlık anlaşmalı olarak susmuş gibiydi. Çıt çıkmadı o akşam Akmescit’te. Akmescit, başına gelecekleri sezmiş gibi, sessizce gecenin karanlığına gömüldü. Perdeleri ve kapıları sıkı sıkı örtülen evler de sanki olacakları biliyormuşçasına kasvete büründü bir ânda. Anlamsız bir huzursuzluk bastı hane halkını. Yatsı namazını kılan Nano; gelini, torunları ve bütün Türk-Tatar milleti için dua etti Allah’a. Elzara ise yatağına uzanırken, birazdan, evindeki son uykusuna dalacağını bilmiyordu. Takvim yaprakları 17 Mayıs 1944’ü gösteriyordu.
***
Elzara, korkunç bir kâbusun içinde olduğunu fark etti. Dışarıdan kulakları patlatırcasına ağlamalar, yakarışlar, inlemeler duyuluyordu. Çocukların ve kadınların çığlıkları öylesine acı, öylesine gerçekçiydi ki bir ân bunun kâbus olmama ihtimâlini düşündü. Kâbus değilse ne idi peki? Uyanmak istedi Elzara. Bağırmak istedi, sesi çıkmadı. Nefesini dahi duyamayacak durumdaydı. Hareketsiz ve donuk bir hâlde, bu olan her neyse bitmesini bekledi. Âniden odasının kapısı açıldı. Elzara ürktü. Neyse ki Nano ve annesinin geldiğini gördü ve korkmadığını göstermek istercesine hafifçe tebessüm etti. Ancak netîcede henüz altı yaşında bir çocuktu, Elzara. Elbette korkacaktı... Korkmalıydı da… Dışarıdaki kargaşanın sebebini yaşı ve tecrübesi gereği yalnızca Nano sezebilmişti. Gelinine ve torununa sıkıca sarılarak çâresizce başlarına gelecekleri bekledi. Aynı zamanda, içinden yaradanına yakarmayı da ihmâl etmiyordu. Elzara ise konuşmuyordu. Dikkatini çekti diğerlerinin. Elzara, uyandığından beri hiç konuşmamıştı.
Nano, âni bir travma yaşamaması için torununu diri tutması gerektiğini düşündü. Peki, ne yapacaktı? Aklına, ömür boyu hiç yapmadığı bir şey geldi: Masal anlatmak… Torununa hiçbir zaman masal anlatmamıştı, çünkü Kırım Tatarlarının masalları bile acıyla doluydu. Diğerleri gibi mutlu sonla bittiği görülmemişti. Ne elem! Belki de bunu yaparak tâlihsiz kızı geleceğine hazırlamak istemişti, Nano. Dışarıdaki ses yaklaşıyordu. Nano, torununun başını okşayarak anlatmaya başladı:
“Zamanın birinde, güneşin önce onlara uğradığı, suyun şerbet tadında aktığı, yemyeşil bir köy varmış. Efsâne bu ya, dertsiz dağın yamaçlarından süzülen suyu içen kişioğlu dert-tasa bilmez, mutlu-mesut yaşarmış…”
Dışarıdaki ses gittikçe yaklaşıyordu. Nano devam etti:
“…Tâ ki kötü insanlar gelip onlara kendi yurtlarında eziyet etmeye başlamışlar. ‘Kötü’ kelimesinin ne demek olduğunu bilmeyen ve yapılanları anlamlandıramayan iyi kalpli köylüler, çâresizlik içinde köylerini terk etmeye zorlanmışlar…”
Nihâyet evin dış kapısı tekmelerle kırıldı. Korkulan başa gelmişti. Nano sustu. Masalı yarım kaldı. Masalın sonuna ulaşamayışı iyi bir şey miydi, bilmiyordu. İçeriye birkaç silahlı kişinin girdiği duyuluyordu. Ne dedikleri tam olarak anlaşılamasa da Nano, çat pat bildiği Rusçasına dayanarak içeridekilerin galiz küfürlerle ve hakaretlerle ortalığı birbirine kattığını anlıyordu. Saldırganlar, bir-iki dakika içinde hane halkının bulunduğu odanın kapısını kırıp içeri girdiklerinde abartılı kahkahalar atmaya başladılar. Evet, bunlar Stalin’in askerleriydi. Görünürde beş kişilerdi. İçlerinden diğerlerine nazaran kısa boylu, tombul, ağzından tükürükler savurarak konuşan suratsız olanın, bu küçük birliğin lideri olduğu kolaylıkla fark ediliyordu. Bu, Miloslav’dı. “Merhametli” anlamına gelen ismine karşın, oldukça merhametsiz bir asker olarak bilinirdi. Geçen yıl, Aybek’i almaya gelenlerin başında da Miloslav bulunuyordu. Yine aynı evden birilerini almaya gelmişti. Ancak bu kez gücü biri yaşlı, iki kadına ve bir küçük kız çocuğuna yetmişti. Miloslav, önce yetersiz Tatarcasıyla, ardından anadilinde aynı cümleleri kurarak rahatsız edici sesiyle haykırdı:
“İşte, yüce Stalin’e ve Sovyet halkına ihânet eden zavallılar buradaymış. Siz Stalin’in hiddetinden, saklanarak kurtulabileceğinizi mi sandınız?”
Nano, kaşlarını çattı. Dişlerini sıkarak öfkeyle cevap verdi:
“Biz hiçbir şey yapmadık. Öz vatanımızda uğradığımız onlarca haksızlığa ve zulme rağmen ikilik çıkarmayarak vâdemizi doldurmaya çalışıyoruz.”
“Siz hainsiniz! Sovyet toprağı olan Kırım’dan sonsuza dek sürüleceksiniz. Burada Türk’ün, Tatar’ın bir daha adı bile anılmayacak. Yüce Stalin böylece sizden haklı intikamını almış olacak.”
“Bizim eşlerimiz, yavrularımız Almanlara karşı Sovyet ordusunda çarpışıp can veriyor.”
“Onlar Almanların amaçlarına hizmet eden, Sovyet halkına ihanet eden birer hain. Lâfı uzatmanın anlamı yok. Vakit aleyhinize işliyor. Yanınıza almanız gereken eşyâlarınızı alın, çünkü bir daha bu eve dönemeyeceksiniz. On beş dakîka içerisinde hazır olmazsanız, bu evden cesetleriniz çıkar.”
Nano, çâresizce ve içine düştükleri zor durumun gerçekliğini kabûl ederek şu ânda yapılacak en doğru işin hazırlanarak evi terk etmek olduğuna iknâ oldu. Zâten başka çâreleri de yoktu. Kendisi yaşını-başını almış olsa da yanında gelini ve henüz altısında, gelecek umutları yeni yeni yeşeren küçük torunu vardı. En azından onlar için yaşamalıydı. Olumlu düşünmeye çalıştı. Hiç olmazsa âilesi yanında olacaktı. Bu, teselli edici bir durumdu. Ancak yaşanacaklar hiç de Nano’nun tasarladığı gibi değildi…
Miloslav, Kırım Tatarları ve kamu Türkler hakkında onur kırıcı sözlerini kusmaya devam ediyordu. Hâlâ korkuyla birbirine sarılmış vaziyette bulunan anne-kızı ayırmak için askerlerden biri atıldı. Askerin kanlı elleriyle Elzara’ya dokunması, annesini hayli öfkelendirdi:
“Yavruma, Elzara’ma dokunmayın! Hiçbir yere gitmiyoruz. Bizi bu evden, Kırım’dan canlı çıkaramazsınız!” diyerek eline aldığı gaz lâmbasını askere doğru savurmaya başladı. Üçüncü ve dördüncü denemelerinde lâmbayı askerin kafasına isâbet ettirdi. Aldığı darbelerle sendeleyen asker, kadıncağızı tuttuğu gibi diğer odaya götürdü. Yere yatırdığı zavallı kadını tekmelemeye başladı. Bu sırada askerlerden biri de silâhının namlusunu kadına doğrultmuş, bekliyordu. Bir Tatar kadınına karşı iki Sovyet askeri… Esâsen başka türlüsü de beklenemezdi. Elzara hâlâ konuşmuyordu. Asker, oyuncak bebeğini yanından ayırmayan Elzara’yı kucağına alarak dışarı çıkmaya koyuldu. Küçük kız, annesi ile göz göze geldi. Çok sevdiği bebeğini, Ankara’yı elinden düşürdü. Annesi çâresizce bağırmaya başladı:
“Kızımı bırakın! Elzara’ma dokunmayın! Kanlı, pis ellerinizi onun üzerinden çekin! Elzara! Elzara!”
Elzara, içeriden gelen şiddetli silâh sesi ile irkildi. Yüz ifâdesi donuklaştı. Kulakları uğuldamaya başladı. Bir ân için çevreden gelen diğer sesleri duyamadı. Annesinin sesini de duyamıyordu ve artık hiçbir zaman duyamayacaktı. Elzara’nın, annesinden duyduğu son söz kendi ismi olmuştu. Savunmasız bir kadın, yavrusunun ismini haykırırken ebediyete kadar susturulmuştu. Vatanından ayrılmak istemediği için, Türk olduğu için katledilmişti. Elzara’nın, annesinin yanı başına düşürdüğü Ankara’nın gözüne bir damla kan sıçramıştı. Bebeğin diğer gözünde ise Elzara’nın gözünden düşen bir damla yaş vardı…
***
Evlerinden, yurtlarından koparılan Kırım Tatarları çocuk, yaşlı, hasta demeden kilometrelerce yürütüldüler. İnsanların hiçbirinde nereye götürüldüklerine dâir en ufak bir fikir yoktu. Bildikleri tek gerçek, eli kanlı Kızılordunun Kırım’dan Türk-Tatar izlerini kazımaya yemin etmiş olduğuydu. Yürümekten bitkin hâle gelen Nano’nun gözündeki yaş hiç kurumamıştı. Gelinini kaybettiğinden beri sicim gibi akan gözyaşı, “su gibi git, su gibi gel” anlamını taşıyan, gidenin arkasından dökülen suyu anımsatıyordu. Hâlbuki gelini bir daha gelmeyecekti. Elzara hâlâ konuşmuyordu. Nano, torununun bu durumundan endîşelenmeye başladı. Altı yaşında altmış yıllık çileyi yüklenmiş zavallı kıza sorular sorarak onu konuşturmaya çalıştı. Ne yazık ki çabası nâfileydi! Annesini ölmeden birkaç dakîka önce gördüğünde gözünden süzülen bir damla yaş hesâba katılmazsa ağlamamıştı da Elzara. Son bir saat içinde yaşanan her şeyin korkunç bir kâbus olmasını diledi. Tüm bunlar gerçek olabilir miydi? Yoksa askerlerin bir çeşit oyunu muydu bu? Annesi de bu oyuna dâhil miydi? Ölmemişti de şaka mı yapmıştı kızına? Bu nasıl bir şakaydı ki? Elzara, tüm bu soruları içinden ve yalnızca kendisine soruyordu. Eğer bu bir oyunsa hiç hoşlanmadığı ve bir daha oynamak istemeyeceği bir oyundu. Bu bir oyun değilse yaşananları hak etmek için askerlere kötü bir şeyler yapmış olsalar gerekti. Çocukluğunu yaşayamayacak olan, bir gecede olgunlaşmak zorunda kalan Elzara, kendi kendine soruyordu:
“Biz onlara ne yaptık?”
Masum bir kız çocuğunun zihninde beliren bu soru, yerlilerin beyazlarla karşılaştıklarında sordukları soruyla ne kadar da benzerdi! Kim bilir, Elzara, belki de yıllar önce bu sorgulamayı yapan onlarca kız çocuğundan birinin, kendisinde yeniden vücut bulmuş hâliydi. Elzara, yanına alamadığı için çok üzüldüğü Ankara’yı düşündü. Acaba o, başının çaresine bakabilmiş miydi?
***
Gün ağarmaya başlamıştı. Ortalık aydınlandıkça yaşanan felâketin dehşet verici izleri daha rahat görülebiliyordu. Tüm renkler yerini siyah ve beyaza bırakmıştı. Akmescit’i kapkara dumanlar sarmıştı. Cennet Kırım, cehennem aleviyle sınanıyordu. Yıkık-dökük evlerin bir kısmı hâlâ yanmaya devam ediyordu. Anlaşılan o ki olacakları önceden kavrayan bazı kimseler evlerinden çıkarıldıklarında bir fırsatını bulup kendi evlerini ateşe vermişlerdi. Anılar biriktirdikleri evlerinde artık Rusların yaşadığını bilmek elbette ağır bir yük olurdu. Rus askerlerini çılgına çevirecek bu eylemler, muhtemeldir ki kendi evlerini yakanları bir nebze olsun rahatlatmıştı. Bununla birlikte çevrede bizzat Rus askerlerinin yakıp-yıktığı yapılar da bulunuyordu. Özellikle ibadethaneler askerlerin zulmünden nasibini almıştı. Birbirine yakın mesafede inşâ edilen Müslümanların Kebir Câmiî ile Yahûdî Karay Türklerinin Kenesa Sinagogu yerle bir edilmişti. Demek ki Rusların hedefi sâdece Müslümanlar değil, inancı fark etmeksizin tüm Türklerdi. Kırım’ın en uzun akarsuyu Salgır nehrini görenler gözyaşlarına hâkim olamadı. Bundan sonra Salgır’a akarsu demek mümkün gözükmüyordu, zîrâ nehir tümüyle kana bulanmıştı. Kalgançı Çağın tüm alâmetleri Kırım’da kendisini gösteriyordu.
Yaşadıklarından şaşkınlığa uğramış insanlar direnmekten, gözyaşı dökmekten ve saatlerce yol yürümekten yorgun düşmüştü. Stalin’in kan emici askerlerinden başka hiç kimsenin sesi duyulmuyordu. Saat henüz çok erken olduğu hâlde müthiş kavurucu bir sıcak vardı. Önceki gün çekimser görünen güneş, bugün oldukça kızgındı. Kızgınlığı katillere idi belki, ama kavurucu sıcaktan etkilenenler, sürgün mağdurlarıydı. Balaların alnından durmaksızın akan ter ile gözlerinden ağır ağır inen yaş ağızlarında buluşuyor, böylece susuzluklarını bir nebze gidermeye çalışıyorlardı. Susuzluğu ter ve gözyaşı ile gidermek… Ne acı!
Bir gün önceki doğa olaylarına bizzat şâhitlik eden insanlar, havanın bu denli değişmesine şaşırmayı ve bu durumu sorgulamayı bile akıllarına getirmemişlerdi. Daha ciddî sorunları vardı. Doğdukları, vatan bildikleri ana yurtlarından, ata topraklarından bir daha geri dönmemecesine kovuluyorlardı. Neredeyse her ailede kayıplar vardı. Onların acısını yaşamak şöyle dursun; cenâzeleri gömemeyecek olmaları, cenâzeler gömülse bile bir mezar taşı dikemeyecek olmaları canlarını öylesine yakıyordu ki… Üstelik ölümler henüz bitmemişti. Sürgün edilecek Kırımlıların hiçbiri birkaç gün içinde yaşanacakların bilançosunu tahmin bile edemezdi.
***
Hayvan vagonları Kırımlı sürgünzedelerle doldurulmuştu. Saatlerdir yürüyen zavallı insanların içinde cılız da olsa sürekli yanıp sönen umut kıvılcımı artık tamamen yok olmuştu. Askerler, istasyona yeni getirdikleri balaları, yaşlıları ve kadınları henüz boş olan son iki vagona iterek, tekmeleyerek vahşîce bindirdiler. Nano’yu torunu Elzara’dan koparıp her ikisini de ayrı vagonlara yerleştirdiler. Yurtlarından kovdukları âileleri trende bile ayırma alçaklığı, askerlere târifsiz bir zevk veriyordu. O kadar zulme ve uzun yolculuğa dayanıp hayatta kalması bile mûcize olan Nano, torunundan ayrılırken kendisinde direnecek güç bulamadı. “Elzara!” diyebildi sessizce. Sessizce söyledi, ama aslında bir çığlıktı bu… Cılız, titrek bir çığlık… Annesinden olduğu gibi bitayından duyduğu son söz de kendi ismi olmuştu, Elzara’nın. Elzara ise zâten konuşmuyordu. Elzara bir daha hiç konuşmayacaktı… Reçelli çay geldi aklına, gülümsedi. Evlerinden çıkarıldıklarında sağ omzuna yerleşip bu âna kadar oradan ayrılmayan siyah-beyaz renkli kelebek ansızın uçuverdi. Elzara, kelebeğin gidişinin ardından, tebessüme devam ederek gökyüzüne baktı…
Binlerce Kırımlının gözlerinde korku vardı. Göz pınarları kurumuş olacak ki kimsenin gözünde bir damla yaş görünmüyordu. Bir bala hariç... Bütün dünyanın yükünü bir gecede omuzlarına yüklenip paylaşan Kırımlı analardan birinin kucağındaki altı aylık yavru, durmadan, gözleri yaşararak gülüyordu. Annesi, askerlerden bir kötülük gelir düşünesiyle çocuğun ağzını kapatmaya çalışıyordu. Anlamayacağını bildiği hâlde, yavrusuna, eliyle, susması gerektiğini işâret ederek yalvarıyordu: “Yapma, gülme Mustafa’m! Ne olur gülme artık!”. Adının Mustafa olduğu anlaşılan gök gözlü, kurt bakışlı bala, bu hareketiyle, yaşananlardan hiç etkilenmediğini gösteriyordu, sanki. Derin bir şeyler okunuyordu gözlerinde. Tüm Kırımlıların sözcülüğünü üstlenmiş gibi; Sovyetlere boyun eğmeyeceklerini, ömür boyu karşılarında dimdik duracaklarını, öz vatanlarına daha güçlü bir şekilde geri döneceklerini haykırıyordu, âdeta. Henüz altı aylık olan Mustafa, vagondakilerin yüzlerine küçük de olsa bir tebessüm yerleştirmeyi başarabilmişti.
Birkaç dakîka önce boş olan iki vagon şimdi öylesine doluydu ki ayakta durmaya dahi yer kalmamıştı. Sıkışık vagonlarda rahatça gezen tek bir şey vardı: “Azrâil”. Meçhûle giden yolculuk haftalarca sürdü. “Sürgün” kavramı, gün geçtikçe, yerini “soykırım” kavramına bırakıyordu. İnsanların birçoğu açlığa, susuzluğa, hastalığa ve havasızlığa dayanamayarak can verdi. Cansız bedenler tereddütsüz, trenden dışarı atılıyorlardı. Hayatta kalanlar şanslı mı, yoksa şanssız mı olduklarına karar vermekte zorlanıyorlardı. Bu sürgün, insanlığın şâhit olduğu en acı manzaralardan biriydi. Yazgısını bekleyen insanları taşıyan ölüm treni, tertemiz Kırım’ı kara dumanı ile kirleterek fütursuzca ilerliyordu…
***
Kızılordunun, Kırım’ı yeniden kontrol altına almasıyla, Tatar askerlerinin çalışma kamplarına gönderilmesi karârı verilmişti. Sürgün hâdisesinden bir yıl kadar sonra İkinci Dünyâ Savaşı da nihâyete ermişti. Aybek, bir yıl önce yaşanan utanç verici insanlık dramından bîhaberdi. Birkaç arkadaşıyla berâber ölümü göze almış, kamp yolculuğunu fırsat bilerek birlikten firar etmişti. Yakalanacağını adı gibi bildiği hâlde bir kez olsun âilesi ile hasret gidermek istemişti. Ağır çalışma kampları gereği bu fırsatı bir daha yakalayamayabilirdi. Birkaç aydır, mektuplarında, kısa zamanda döneceğini âilesine haber veriyordu. Bu defâ sürpriz yapmak içinden gelmemişti. Mektuplarına yanıt alamayışını, yine, mektuplarının teslîm edilmeyişine yordu. Üzerinde durmadı. Ancak nedense huzursuzdu Aybek. İçindeki anlamsız sıkıntıyı bastırıp yok etmek istercesine zorla gülümsemeye çalışıyordu. Kendisine, kendisinin mutlu olduğunu kanıtlamaya çalışır gibiydi. Fakat ne yaparsa yapsın sıkıntılı tarafı ağır basıyor, Aybek’i huzursuz ediyordu.
Akmescit’e yaklaştığında sabırsızlanan Aybek, adımlarını hızlandırdı. Sevincini paylaşmak istediği tanıdık yüzler aradı, bulamadı. Ortalıktaki sessizlik hayra alâmet değildi. Akmescit sanki kendisini yabancılamış, tanımazdan geliyordu. Daha da hızlandı Aybek. Delinmiş potinine giren küçük taşların ayağına batmasına aldırmadan tozu dumana katarcasına koşmaya başladı. Hem koştuğundan hem de içindeki huzursuzluk veren heyecandan dolayı kalbi küt küt atıyordu. Evin hemen yanında bulunan iki yüz yıllık hayratın önünde durdu. Su hayratındaki yazıyı görünce şaşkınlığını gizlemeden söylendi: “Elbette öyledir... Lâkin burada böyle bir yazı yoktu ki!”. Hayratta, “Kırım Türklerindir!” yazıyordu. Aybek, “her neyse” dercesine başını iki yana salladı, susuzluğunu gidermek için avuçlarını birleştirip Kırım Dağlarından gelen buz gibi soğuk sudan kana kana içti. Elinin tersiyle ağzını sildi ve ağır ağır ilerledi.
Eve vardığında kapıyı açık görünce bir şaşkınlık daha yaşadı. İçeri girmekle girmemek arasında bir ân tereddütte kaldı. Yüreğindeki sıkıntı şimdi önünü alamadığı bir korkuya dönüştü. Gelgelelim “bismillâh” diyerek eve adımını attı. Ancak bir terslik vardı. Ne Nano ne annesi ne de biricik kız kardeşi evdeydi. Daha da kötüsü, ev, cenk meydanına dönmüş gibiydi. Kapılar ve pencereler kırılmış, türlü eşyâların her biri bir yere dağılmış, duvarlar yıkılmaya yüz tutmuştu. Duvar köşelerinde ağını kurmuş onlarca örümcek, evin yeni sâhipleri olduklarını göstermek ister gibiydiler. Aybek yoğun toz katmanının arasından güçlükle, yerde kan lekesi olduğunu fark etti. Göz bebekleri büyüdü. Dünyâsı yıkıldı. Vuslatın yerini ıstırap aldı. Şerit hâlinde gördüğü kan lekesi, odanın ortasından dış kapıya kadar uzanıyordu. Âilesinden birini vurdukları ve yerde sürükleyerek dışarı çıkardıkları belliydi. Usulca eğilerek yerdeki kana işâret parmağıyla dokundu. Toz katmanı oluştuğuna göre olayın üzerinden uzun zaman geçmiş olması gerekirdi, ancak kan henüz sıcaktı. Sâkin kalıp olanı-biteni anlamaya çalıştı. Hıçkırığı boğazında düğümlendi. Ankara’yı gördü sonra. Elzara’nın düşürdüğü yerde öylece duruyordu. Yerinden hiç kımıldamamış, sanki Elzara’nın ve Kırım Tatarlarının yurtlarına geri dönmesini bekliyordu. Konuşamıyordu, ama gözleri çok şey anlatıyordu. Eğer konuşabilseydi, Aybek’e, tüm yaşananları bir bir anlatmak isterdi. Sürgünün ardından bir yıldır evin kapısında nöbet tutan, eve yaklaşanları kılıç darbeleriyle etkisiz hâle getiren, Tanrı katından inmiş iki büyük kahramandan bilhassa bahsetmek isterdi. Aybek’in tüm yaşananlara şâhit olmasını istedikleri için nöbet tutan iki büyük kahramandan… Aybek yaklaştı. Hâkî renkli elbisesi zaman içinde kararıp siyaha dönen Ankara’yı yerden aldı. Gözlerine baktı. Hayretler içerisinde kaldı. Yalpaladı, dizleri titredi, ayakta durmakta zorlandı. Ağlamamak için kendisini zor tutan dağ gibi Tatar yiğidinin gözünden yaşlar boşaldı. Ankara’nın gözlerindeki birer damla kan ve gözyaşı hâlâ kurumamış vaziyetteydi. Aybek, âilesinin başına nelerin geldiğini hiçbir zaman bilemeyecekti.
Bir uğultu duyuldu o ân. Şiddetli, kulakları sağır edecek derecede, binlerce farklı sesin birleşimi gibi bir uğultu… Aybek, yüzünü gök kubbeye çevirdiğinde gözlerine inanamadı. Güneş, tarak şeklini almış, altın gibi parlıyordu. Manzaradan dolayı efsûnlandı. Ayaklarının dibinde çapraz şekilde duran iki kılıç, henüz gözüne çarpmıştı. Uçlarında kan bulunan kılıçlardan birinde “Temüücin”, ötekinde “Ögedei” yazıyordu. Aybek, Uygur harfleriyle yazılmış isimleri okumakta zorlanmamıştı. Son yarım saat içinde yaşadıkları dikkate alındığında Aybek’ten artık bir şeylere şaşırması beklenemezdi. Öyle de oldu. Gökyüzünde yankılanan haykırışa elini yumruk yaparak yüreğiyle ortak oldu ve birden karşısına çıkan gök kurdun peşinden usulca yürümeye başladı, Aybek:
“Ant içmişim milletimin yarasını sarmaya,
Nasıl olsun bu zavallı kardeşlerim inlesin!
Bunu görüp bunalmazsam, üzülmezsem, yanmazsam,
Yüreğimde kara kanlar kaynamasın, kurusun!
Onlar için üzülmezsem, kaygılanmazsam, yanmazsam,
Gözlerimden akan yaşlar deryâ deniz kan dolsun!”[2]
***
Elzara, dışarıdan gelen korkunç gürültüyle uyandı. Gördüğü kâbusun etkisinden kurtulmaya çalışırken evlerinin kapısı tekmelenerek çoktan kırılmış, içeri eli silâhlı Sovyet askerleri girmişti. Oyuncak bebeği Ankara’nın gözlerindeki birer damla kan ve gözyaşını gördüğünde ürperdi. Saat sabaha karşı dördü gösteriyordu…
18 Mayıs 1944 târihinde o kara geceyi yaşayan Kırım Tatarlarının anısına…
[1] Bitay: Kırım Tatarlarında büyükanne, nine.
[2] Mısralar, Numan Çelebi Cihan tarafından yazılan, Kırım Tatarlarının Millî Marşı Ant Etkenmen’den alınmıştır.