HaftanınÇok Okunanları
COŞKUN HALiLOĞLU 1
KEMAL BOZOK 2
HİDAYET ORUÇOV 3
Emrah Yılmaz 4
Kardeş Kalemler 5
BAYAN AKMATOV 6
MARUFJON YOLDAŞEV 7
Kendim için almayı düşündüğüm boşta, huzurlu bir yer bulma arayışım nihayete erdi. Hiç beklemediğim bir anda, iş dönüşünün ardından sınıf arkadaşım Şevket telefon etti.
“Buna bayılacaksın, arkadaşım. Tam istediğin gibi bir ev buldum. Merkezden de uzak değil. Tek odalı bir daire. Zaruri eşyalar, en önemlisi de telefonu var. Daha sonra fiyatını söylemesin mi, fiyatını! Bu muhitte bu fiyata başka ev bulamazsın.”
Şaşırdım kaldım.
“Hemen gidelim, dostum.”
Arkadaşım beni kandırmıyormuş. Ev, yemyeşil ağaçlar ortasında gölgelik bir mevkide yer alıyordu. Merdivenlerden, şekli şemalı kareye benzeyen biri diye anlatırsam hiç de abartmış olmayacağım, eniyle boyu bir olan kadın güçlükle nefes alarak çıkıp geldi:
“Beklettim mi çocuklar? Şu merdivenleri sevmiyorum. Bu yüzden apartmanda yaşamıyorum. Benim için düz bir yer daha iyi. Lakin kendim yaşamıyor olsam da bir hayra vesile olsun diye kiraya veriyorum. Kadın konuşmasını bölmeden kapıyı açtı, bizi alıp eve girdi. Bence bu ev kötü değil.”
Ev, gerçekten de güzeldi. Tertemiz, rahat. Pencerenin camları gece vakti bile temizlenmiş gibi parlıyordu. Kolalanıp asılan kapı perdeleri de yeni asılmış gibi hâlâ kolalıydı.
“Teyze, kiraya vereceksiniz diye bir hayli zahmet etmişsiniz. Gelen kişi temizleyiverirdi, dedi arkadaşım mahcup bir hâlde.”
“Bak evladım, benim bir ayağım çukurda, yalan söyleyip de ne yapacağım! Önceden burada bir kız kalıyordu. Çok edepli, temiz ve düzenli kızdı. Bu evladım gibi ilim tahsil ediyordu. Bu bedbaht kişi burayı tıpkı kendi eviymiş gibi kullandı. Nasılsa benim değil, kullanır giderim,” demedi. Kadın odanın ortasında durarak oraya buraya bakındı. Birden gözü köşedeki dolabın üstünde duran birkaç dergi ve kitaba ilişti. Gidip dolaptan kitap ve dergileri alarak girişteki elbise askısının üstüne koydu. “Oğlum, şimdilik bunlar burada kalsın. Söylerim, gelip alır.”
Böylece, burayı yeni mekânım olarak tuttum. Ertesi gün arkadaşımla eski dairemden eşyalarımı alıp geldim. Nihayet taşınabildim. Şimdi keyfim yerinde. Şarkı mırıldanarak alıp geldiğim eşyaları yerleştirmeye koyuldum. Öyle çok da eşyamın olduğu söylenemez: Tek varlığım kitaplarım, bir de dışarıda ve evde giydiğim birkaç üst baş. Dışarıda giydiğim ceket ve pantolonu alıp heyecanla askıya astım. Üstten fırçayla orasını burasını temizleyeyim diye fırçalamaya başlamıştım ki birden üstten “küt” diye bir şey yere düştü. Evet, bu ev sahibinin bıraktığı kitap ve dergilerdi. Kitap ve dergilerin kâğıtları yere saçıldı. Eğilip onları toplamaya başladım. Bir an kâğıtların arasından bir resim uçup düşüverdi. Toplamayı bıraktım. Resim dikkatimi çekti. Gayriihtiyari resmi elime alıp baktım. Amatör bir fotoğrafçının çekmiş olduğu bir resim olmalı. O kadar da net değil. Siyah beyaz fotoğraftaki o resimde, bir kız ağacın dalından tutunmuş bir hâlde gülümsüyordu. Bu kız öyle fevkalade bir güzelliğe sahip olmasa da insanı adı konulmaz bir duyguyla kendine çekiyordu. Gülen gözlerinin insanı kendine çağıran bir cazibesi vardı. Ben resmi bırakıp yere dağılan kâğıtları toplamaya başladım. Bir köşede kâğıtları toplarken birden dikkatimi kâğıttaki kelimeler çekti. Silik silik yazılan, iç içe geçmiş yazılarla dolu bu kâğıt, birine yazılmış bir mektup olmalı. İşte o mektup şu sözlerle başlıyordu:
“Azizim!
Ben hâlâ hayatla ilgili, ölümle ilgili elem dolu düşüncelere gömülüyüm. Bu dünyanın faniliği ve bu dünyanın bakiliği hakkındaki düşünceler yine benliğimi sardı. Hatırıma o güzel günler, tatlı dakikalar geldi. Ben bu bahtiyar günleri yaşadım ve böylesi sevinçli anlara şahitlik ettim. Hoşnut oldum. Bunun için Tanrı’ya şükrediyorum. Bu anları bana hediye ettiğiniz için size teşekkür ederim.
Gerçi, biz mutlu olsak da kafa yapımız farklı idi. Çok da birbirimizi anlayamadık. Atalarımızdan birinin dediği gibi, insanın birbirini anlaması da saadettir, demiş. Biz sonunda bu saadetten mahrum kaldık, birbirimizi anlayamadık. Azizim, ben size bir itirafta ya da bir talepte bulunmuyorum. Ben bu hayatta içimden geldiği gibi helal ve temiz yaşamayı düstur edindim. Sizler bu dünyaya geldiğiniz vakit yaşamaya bakın. Hayatın hiçbir lezzeti insana yabancı değil, derdiniz. İvedilikle bunu söylerdiniz. Bu ilke size has.” Mektubun bu kısmı silikti. Şimdi durup yazılanları sökmeye çalışmak olmazdı. İlerleyen kısımda mektup yine devam ediyordu:
“Bu dünyada her şey fani; mutluluk da gam da. Bu kadarı kâfi. Gitme vakti geldi. Azizim, ben gidiyorum… Biraz istesen yeter. Hatırlıyor musunuz, bir keresinde sizinle tartışmıştık. Size göre kendi canına kıymak isteyen insanlar bu dünyayı sevmezler. Yaşamaktan usanırlar. Doğrusu çok da önemsenmediğim bir yerde yaşamanın ne kıymeti var? Böyle yaşamaktansa ölmek yeğdir. Evet, siz orada tam olarak böyle söylediniz. İhtimal ki bu sözleri öylesine söylüyorsunuz. Öylesine söylenilen sözler de insanın kalbinden çıkar. Neyse, bu sözlere hacet yok. Artık bu sözler ehemmiyetini kaybetti. Söylediğim şey, o, öylesine söylenilen sözlerinize karşı cevabımdır. Şimdi ben size kendi düşüncemden bahsedeyim: Kendi canına kast eden insanlar bu hayatı sevmiyor değiller. Onlar diğerlerine göre belki de yüz kat daha yaşama sevinciyle doludur. (“Yüz kat daha yaşama sevinciyle doludur” ibaresinin altı çizilmişti.) Onların bu tutumu toy bir çocuğun davranışlarına benzer. İşte, yarın öbür gün bunlar (insanlar) ziyan olur. Neden onun kıymetini bilemedik, diye üzülürler. Onların bu halleri ayakkabı mağazasına girip kitap soran birinin aptalca halini anımsatır. Lakin, tekrar bu işte kesinkes karar kılmak yürekli olmayı icap eder. Aslında bu o kadar da zor değil.
‘Hakk’ın huzurunda ölü varlık yok.’
Anna Ahmatova’nın böyle bir dizesi var. Sahiden de öyleymiş, Hakk’ın huzurunda bütün kullar eşitmiş. Bunu idrak etmek o kadar da zor değil…’’
Mektup burada bitmişti. Ben heyecanla kâğıtların arasına baktım. Mektubun devamını bulamadım. Diğer sayfalarda bazı bilimsel makalelerden, bildirilerden parçalar vardı. Anlaşılan içeriği birbirinden farklıydı. Artık takatim kalmadı. Dizlerimi kucakladım. Gayriihtiyari ev sahibinin o hali, söylediği sözler aklıma geldi. “Söylerim, gelip alır…” Neden “gelip alır” dedi? Hâlbuki kız da “Gitme vakti geldi” diye yazmış. Ne garip… Yüreğim anlamsız, tuhaf hislerle doldu. Tekrar hemen resme baktım. Resimdeki kız beni kendine çekti. Böyle bir kız… Ne tuhaf! Hiç tanımadığım, ömrümde hiç görmediğim bir kız için içim burkuldu. Hemen sıçrayıp pencereden aşağıya gözlerimi diktim. Beşinci kat. Ağacın dalları beşinci kata kadar uzamıştı. Biraz rahatladım. Eğer kendini atmaya yeltense de ağacın dallarına takılırdı. Fakat cana kıymanın başka yöntemleri de yok değildi. Yeniden içimi bir huzursuzluk kapladı. Aceleyle telefona uzandım. Ev sahibine sorayım desem telefon numarasını bilmiyorum. Şevket’e telefon edeyim. Telefon ahizesinden: ‘‘…Aradığınız kişiye ulaşılamıyor…’’ diye boğuk bir ses geldi. Bu Şevket de nerede kaldı? Arkadaşıma içten içe öfkelendim. Birden keyfi yerine geldi. Tabi ya, kadının evini biliyorum! Kirayı evime getirirsiniz, diye adresini vermişti. Buraya o kadar da uzak değil. Hemen yerimden kalktım.
Ev sahibinin evine gittiğimde vakit öğleni geçiyordu. Kapının kenarındaki zile üst üste bastım. Hiç kimseden ses seda gelmedi. Öylece kapının kenarına çöküverdim. ‘‘Gelene kadar bekleyeceğim, hiçbir yere gitmeyeceğim.’’ Ben dönülmez bir kararlılıkla sabredip kadını beklemeye başladım. Kız, kaderin cilvesine takılıp hayalimi çalmıştı. Hava ısındı. Şimdi de sokağa doğru dallanıp budaklanarak büyüyen dut ağacının altında, gölgelikte beklemeye başladım. Sokaktan geçip gitmekte olanlar bana tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Bir an karşıdaki evin kapısı açıldı. Bir kadın başını çıkararak şöyle dedi:
“Evladım, Kumru ablayı mı bekliyorsun? Onlar kızlarına gitmişler, geç gelirler. Boş yere bekleme, gidiver. Geldiğini söylerim.”
İçimde bir mahcubiyet duydum. Muhtemel ki ‘‘Deli mi nedir! Kadının gelip gelmediğini ne diye soruyor? Aklı yerinde mi bu çocuğun?’’ demiş midir?
İçinde bulunduğum bu durum bana tebessüm ettirdi. Ümitlerim boşa çıkınca geriye döndüm. Eve geldim. İstemsizce heyecanım söndü. Kızın kâğıtlarına en baştan bakmaya başladım. Bir deste kâğıdın içinden bir anda elime bir parça kâğıt ilişiverdi. Usulca elime aldım.
‘‘… yaşamak sanattır. Bu sanatı icra edemeyenler bu dünyada yaşadım demesinler. Hayatın beklenmedik sınavlarına, tüm güçlüklerine yaslanmadan yaşama sanatı… Sahiden, siz bunları nerden biliyorsunuz? Şu andan itibaren sizinle ayrıldık. Hayatın her dakikasını kıymetlendirerek yaşama sanatını idrak etmek için de yaşamak gerekir.’’ Sahi mi, ya az evvel görmeseydim?
İçimde bir durgunluk peyda oldu. Tanımadığım bir kızın hayatta kalma düşüncesi, beni telaşa meylettirmeden sevindirdi.
Telefon üst üste çaldı. Tatlı bir huzurla gidip telefonun ahizesini kaldırdım.
“Evladım, eve gelmişsin, her şey yolunda mı?” Telefonun ahizesinden ev sahibinin sesi yankılandı.
Ben bocalayarak ne söyleyeceğimi bilemedim.
“Ne işiniz vardı?”
Ben, kendimi öne sürdüm.
“Şu kızın şeylerine gözüm takıldı. Ona…”
“Eee, neyini söylüyorsun evladım?” Kadının konuşma şekli beni ürküttü.
“Çok akıllı bir kızdı. Hastalığının ağır olduğunu söylemeden gitmiş…”
“Ne! Ölmüş mü? Kendi kendini mi öldürmüş?” O heyecanla içimdeki duygular dilime döküldü.
“Ne diyorsun evladım? Neden kendini öldürsün? Hasta oldu. Allah’ın takdiri…”
Kadın, hiç ara vermeden konuşmasına devam etti. Elimde kızın sahibine ulaşmayan mektubu… Mecalsiz bir halde duruyordum. Ansızın kulağımda, ömrümde hiç görmediğim fakat gönlümde yer eden o kız, şiirin mısralarını tekrara başladı:
“Hakk’ın huzurunda ölü bir varlık yok…”