HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HUDAYBERDİ HALLI 2
HİDAYET ORUÇOV 3
UFUK TUZMAN 4
KEMAL BOZOK 5
Kader Pekdemir 6
MERYEM HAKİM 7
Gözlerim kapalı, kalbim uyanık…
Gece lambasının kızıl kör ışığı ortalığı aydınlatmaya yetmiyordu.
Torunum Altınay’ın, geceleri hiç ses çıkarmayan, uslu uslu uyuyan kanaryasında bir huzursuzluk... Huzursuzluk ne ki, hiç duymadığım bir ses tonuyla ötüyor, kendini tel kafesin içinde duvardan duvara çarpıyordu. Sanki kafese bir kedi eli uzanmış da onu yakalamaya çalışıyordu.
Ayaktayım.
Işığı yakıyorum.
Saate bakıyorum: 04.16…
“Korktun mu meleğim? Nedir bu telaş? Ne odu sana?”
Göz bebekleri büyümüş, tel duvarlara sımsıkı yapışıyor.
Demeye kalmıyor, yerin yedi kat zemminden gelen korkunç bir uğultu… Sanırsın ağzından alevler fışkıran dev bir ilk çağ canavarı gelip siteye dayanmış. Kanarya sürekli ötüyor. Gagasıyla çat çat telleri dövüyor. Gür bir kanat şakırtısı içinde kafesten çıkmak için çırpınıyor.
Her şey saniyeler içinde oluyor.
Ev birden beşik gibi sallanmaya başlıyor. Görünmeyen o ilk çağ canavarının alevden nefesiyle ürperiyorum. “Eyvah! Deprem!” diyorum. Sallanmanın şiddeti gittikçe artıyor. Beton kirişler çatırdıyor, duvarlar yerlerinden oynuyor. Tavan üstüme üstüme geliyor. Dengemi kaybediyorum. Bilemediğim bir güç karşı duvara çarpıyor beni. Evin halısı denizler gibi dalgalanıyor. Sanırsın ki koca apartman bir yayın üzerinde inip kalkıyor. Bakıyorum, eşim ve torunum halâ yataktalar. Eşime sesleniyorum:
“Deprem oluyor, kalk!”
“Bismillah, bismillah! Allahu ekber, Allahu ekber! Allahım, Allah’ım sen koru bizi!”
“Sakin ol! Sakin Ol! Panik yapma! Çocuğu uyandır! Şimdi geçer!”
Geçmiyor. Saniyeler uzuyor, saat oluyor. Canavar, korkunç bir homurtuyla mutfağa giriyor. Tabakları şangır şangır yere çalıyor. Sadece mutfakta değil, aynı anda bütün odalarda hayalet gibi dolaşıyor. Duvarları görülmemiş bir güçle zorluyor. Kırmadık dökmedik bir şey bırakmıyor.
Babannesiyle yatan torumum Altınay, acı bir çığlıkla uyanıyor. Olağan üstü bir şeylerin olduğunun farkında.
“Babanne! Korkuyorum!”
Eşim, çocuğa sımsıkı sarılıyor.
“Korkma canım. Bak ben senin yanındayım.”
Ağzında dualar, yakarışlar:
“Bismillah bismillah! Allah’ım sen büyüksün! Allah’ım sen büyüksün!”
Canavar durmuyor. Odaları dut silker gibi sarsıyor. Ne olduğunu bilemediğim devrilme, düşme sesleriyle ürperiyorm.
Altınay ağlıyor. Kanarya durmadan ötüyor.
“Acele et! Hemen dışarı çıkalım.”
Bir avize patlıyor tepemde. Cam kırıklarının içindeyim. Kitaplar savruluyor başıma. Şaşkın şaşkın bir öteye bir beriye savrulup duruyorum. Telefonumu arıyorum. Telefonum koyduğum yerde yok. Nihayet yerde kırmızı bir sinyal… İlaçlarımı bulmak mümkün mü? Bir an önce eşimi ve torunumu alıp dışarı çıkmalıyım. Canavar boş durmuyor. Karşı duvarı bir kâğıt gibi yırtıyor. Ürperiyorum. Ortalığa acı bir barut kokusu yayılıyor. İçeride bir toz bulutu. Ayağımın altından sanki bir halı çekiliyor. Yer, dalgalı denizler gibi oynuyor.
Altınay’ın sesi yeniden duyuluyor:
“Babanne, kanaryamı istiyorum.”
O telaş içinde eşime sesleniyorum:
“Telefonunu yanına al.”
“Nerde olduğunu bilmiyorum.”
Canavar durmuyor, canavar kuduruyor! Duvarlar damar damar çatlıyor. Çatlaklar büyüyor. Elbise dolabı karyolanın üzerine büyük bir gürültüyle devriliyor. Kıl payı kurtuluyoruz.
Elektrikler kesiliyor. Ortalığa zifiri bir karanlık düşüyor. El yordamıyla ceket gibi bir şey buluyorum. Bir kolum tamam, diğer koluma bir türlü geçmiyor. Öfkeyle kaldırıp atıyorum. Üzerimde pijamalar… Kapıdayız. Aman Allah’ım kapı açılmıyor. Bütün zorlamalarıma rağmen açılmıyor. Depremden kasıldığı kesin. Birkaç kez güm güm vuruyorum. Dışarıda sesler var ama kimse bakmıyor kapıya. Ben vurmaya devam ediyorum. Karanlıkta görmesem de hissediyorum. Canavar, büyük bir homurtuyla bize doğru geliyor. Eşim ağlıyor. Altınay ağlıyor. Nihayet bir çat sesiyle kapıyı açıyorum. Kendimizi dışarı zor atıyoruz. O sırada kanaryanın sesi yeniden duyuluyor:
“Çilirink! Çilirink!Çilirink!”
Sanki, “Beni burada bırakıp nereye gidiyorsunuz?” diyor.
“Dede kanaryam…” diyor Altınay.
Kapıyı çekiyorum.
Eşimin bileği sımsıkı elimde… Altınay kucağımda. Karanlığın içindeyiz. Merdivenleri cep telefonunun ışığında birbirini tepeleyerek inenler var. Herkesin ışığı kendi önünde. Yuvarlanarak iniyoruz üçüncü kattan aşağı. Merdiven karanlık bir dehliz… Merdiven inmekle bitmeyen bir gayya kuyusu… İnsan bedenlerine çarpıyorum. Herkes panik içinde… Uyaran kalın bir ses merdiven boşluğunu dolduruyor: “ Aşağı inin. Apartmanı derhal boşaltın. Evlerden çıkın! İçeride kimse kalmasın!” Herkesin ağzında “Bismillah Bismillah!” “Allahu ekber! Allahu ekber!”nidaları… Sağım uçurum, solum uçurum.
Bu arada eşimi karanlıkta kaybediyorum. Birkaç kez çağırıyorsam da duyurmak mümkün mü? Altınay ağlıyor: “Dede kanaryamı istiyorum!”
“Önce babaanneni bulalım.”
Eşimi tekrar çağırıyorum. Sesim gürültü de eriyip gidiyor. Yok…
…
Nihayet dışarıdayız. Bardaktan boşanırcasına bir yağmur... Sitelerden insan boşanıyor karanlığa. Kirli karanlığa rağmen birbirimizi seçebiliyoruz. Mahşeri bir kalabalık... Koşan, bağıran insanlar görüyorum. Arabaların farları gözlerimizi alıyor. Herkes panik içinde bir yerlere kaçışıyor. Bir ihtiyar teyze önümde yere kapaklanıyor. Kendini kaldıranlara yalvarıyor:
“Kocam alzaymır. Çıkaramadım, içerde kaldı. N’olur kurtarın onu!”
İçimde bir kıvrılma, bir eziklik. Bakıyorum herkes can pazarında… Kimsenin kimseye baktığı, dinlediği yok. Çok geçmeden bir delikanlı sırtında ihtiyar bir adamla geliyor. Teyzem sevincinden ne yapacağını bilmiyor. Sarılıyorlar. Dilinde dualar…
Yağmur durmak bilmiyor. Sicim sicim iniyor. Gözlerim, ıslak kirli karanlıkta eşimi arıyor. Karşı çınarın altına sığınıyoruz. Bizim gibi başka sığınanlar da var. Güya yağmurdan korunacağız. Kalabalık gittikçe çoğalıyor. Bir de ne göreyim, eşim arkamda değil mi! Altınay’ı ona devrediyorum. Ayaklarımın çıplak olduğunu sonradan fark ediyorum. Ortalık güçlü farların kesiştiği arabalarla dolu. Herkes daha güvenli yer bulma telaşıyla apartmanların önünden hızla uzaklaşıyor. Arabanın anahtarını almayı unutan galiba bir ben varım. Karanlık ve yağmur… Hava soğuk. Üşüyoruz. Her yer çamur. Titriyorum.
…
Ortalık yavaş yavaş ağarmaya başlıyor.
O sırada önümüze üzerinde yağmur damlalarının patladığı siyah bir araba duruyor. Islak cam aşağı iniyor. Bakıyorum bizim kapı komşumuz polis memuru Salih Bey… Karısı ve çocukları arabadalar. Mesafeli komşuluğumuz burada da sürüyor. Gözleri bende… Eminim bir şey söyleyecek. Başımı çeviriyorum öbür yana.
Bayramlarda, seyranlarda kapımızı çalmazlar. Davetlerimize rağmen evimizi bilmezler. Acımıza ortak, sevincimize yakın olmazlar. Ya asansörde karılaşırız ya kapı önünde. Hemen hepsi bir selamlaşmadan öteye geçmez.
Şimdi durmuş önümde müstehzi tavırlar içinde bana bakıyor. Parkinsonlu sağ elim titremeye başlıyor.
Arabadan iniyor.
“Hocam üşümüşsünüz. Hava çok soğuk. Islanmışsınız da. Lütfen arabamıza buyurun.” diyor.
Yüzüne hayretle bakıyorum.
“Yok,” diyorum. “Sağ ol…”
O ısrar ediyor:
“Lütfen hocam! … Sen benim ağabeyimsin.””
Duyduklarıma inanamıyorum. Sanki eski komşumuz gitmiş yeni bir komşu gelmiş. Asık suratlı Salih Bey gitmiş, güler yüzlü, fedakâr, sevgi dolu bir Salih Bey gelmiş. Arabasına davet ediyordu işte. “Sen benim ağabeyimsin!” diyordu. Sadece arabasını değil, gönül kapılarını da açıyordu.
Hanım ve Altınay, çoktan geçiyorlar arabaya.
O sormadan ben söylüyorum:
-Arabanın anahtarını çıkarken içeride unutmuşum.
-Hocam, gidip alalım.
-Olur mu, artçı depremler devam ediyor!
O sırada Altınay’ın sesi duyuluyor:
-Polis Amca, benim kanaryam içeride kaldı. Ne olur onu da kurtarın.
-Ah canım benim. Tamam. Kanaryanı alıp geleceğim. Haydi hocam! Ya Allah, bismillah!
Apartmana yaklaşıyoruz. “Gitmeyin. Canınıza mı susadınız? Artçılar devam ediyor.” diyenler oluyorsa da aldırmıyoruz.
Telefonun fenerini açıyor. Hızla tırmanıyoruz merdivenleri. Üçüncü kattayız. Kapıyı açıyorum. Benimle birlikte o da içeri giriyor. Doğalgazı kapatıyor. Elektriğin şalterini indiriyor. “Yanına battaniye al” diyor. Ayakkabılarımı çiftleyip önüme koyuyor. Asılı montumu alıyorum ama bir türlü giyemiyorum. Kollarını tutarak giydiriyor. Arabanın anahtarı bende, kanaryanın kafesi kendinde, kapıyı çekip çıkıyoruz.
Kanaryayı kafesiyle Altınay’a uzatıyor. Altınay’ın gözlerinde yıldızlar… Sevincinden ağlıyor.
“Teşekkür ederim polis amca,” diyor.
Arabamın zemin kattaki otoparkta olduğunu ikimiz de biliyoruz. “Sen bu hâlinle arabayı çıkaramazsın Hocam. İş başa düştü! Ver anahtarı! ”diyor.
Otoparka uzanan karanlık dehlizde kayboluyor.
Ben mahcup, şaşkın, donakalıyorum. İçimde bir muhasebe: Gereksiz alınganlıklardan duvar örmek…
Yanımdaki aksakallı ihtiyar, komşumu kastederek ortalığa konuşuyor:
“Vay be!” diyor. “Demek hâlâ iyi insanlar varmış bu dünyada. İnsanlık ölmemiş. Öyle ya, İnsan fâni, dünya boş… Şu kısacık zamanda hâlimize bir bakıyorum da sarayların olsa ne yazar…
Bana dönüyor:
“İstemeden kulak misafiri oldum. Merakımı bağışlayın. Can pazarının yaşandığı, korkunun dağları sardığı şu ortamda sana bu fedakârlığı yapan kimdir? Yakın bir akrabanız olmalı…”
“Komşum… Kapı komşum.”
Bir an duruyor. Sonra yüzü, perde perde aydınlanıyor:
“Doğru ya, insan öbür dünyada komşusundan sorulurmuş. Bütün mesele, o gönül fenerini yakabilmekte, o gül sancısını duyabilmekte…”
Az sonra komşum güçlü bir ışık huzmesiyle arabayı alıp geliyor
El frenini çekip arabadan iniyor.
“Buyur Hocam!” diyor.
Gözlerim dolu dolu.
“Sana nasıl teşekkür edeceğimi, ne diyeceğimi bilemiyorum.”
“Olur mu Hocam, biz komşuyuz. Şimdi tek yürek olma zamanı.”
Sarılıyorum.
Dedim ya içimde derin bir muhasebe: “Biz nerede hata yapıyoruz?”