HaftanınÇok Okunanları
TANER GÜÇLÜTÜRK 1
HİDAYET ORUÇOV 2
KEMAL BOZOK 3
AHMET KARTAL 4
COŞKUN HALiLOĞLU 5
SEYFETTİN ALTAYLI 6
SAFFET YILMAZ 7
Nöbetten sonra, serbest zamanı değerlendirmek üzere okumakta olduğu “Askerî Disiplin” kitabı elinde kantine gitmiş, arka masalardan birine oturmuş, kitabını okumaya başlamıştı. Çok geçmeden nizamiye sorumlusu bir er geldi.
“Ziyaretçin var Çavuşum!” dedi.
Annesi, babası, kardeşleri geçti gözlerinin önünden. Onlar olamazlardı. “Kim ola ki…” diye sordu kendi kendine. Kimseyi beklemiyordu. Karargâh girişindeki ziyaretçi salonuna doğru yürürken Gupse geldi aklına. Anapa’da olanları anlatması için haftalardır konağa izinli gönderilmeyi beklemiş, nedense gönderilmemişti. Hanımefendi, Rıza Paşa’ya durumu anlatmak için uygun zaman bulamamış olabilir miydi? Gupse de beklemekten bıkmış, ailesini anlattırmak için gelmiş olabilir miydi? Hatta Hanımefendi’yle birlikte gelmiş olabilirler miydi?
Sorular kafasından hızla akıp geçerken ziyaretçi salonuna vardı. İçeriye girince çoktandır görüşmediği arkadaşı Tutuşlu Kerim’le karşılaştı. Ayağa kalkan Kerim’in üzerinde sivil kıyafet vardı. Saç sakal tıraşı olmuştu. Gülümsüyordu. Yanındaki sandalyede Sultan Abdülmecit’in terhis olan askerlere hediyesi olan asker paltosu duruyordu. Hasan Çavuş her şeyi anladı. Kerim terhis teskeresini almış, memlekete dönüyordu. Ayrılmadan önce hemşerisini ziyarete gelmişti. Aynı bölükteyken her gün görüşmüşler, Kırım’da sırt sırta savaşmışlardı. Hasan Çavuş teskere bırakarak seraskerlikte göreve başlayınca seyrek görüşür olmuşlardı. Belli ki bu son görüşmeleriydi.
Kucaklaştılar, karşı karşıya durup bakışırlarken;
“Gidiyorum Çorumlu Deli Çavuşum!” dedi Tutuşlu Kerim.
“Deli” derken Anapa’daki herkesi şaşırtan, en çok da İngiliz komutanı şaşırtan çılgınlığa gönderme yapıyordu. Hasan Çavuş hiç konuşmadan ona bir kere daha sarıldı.
“Yolun açık olsun can hemşerim!”
“Memlekete varınca bütün deliliklerini anlatacağım.”
“Sakın ha!.. Hiçbirini anlatma! Sadece teskere bıraktığımı söyle…”
“Niye?”
“Annem, ona verdiğim sözü tutmadığımı düşünerek üzülür.”
“Tamam, öyleyse anlatmam!”
Karşılıklı oturdular. Daha çok memleket ve memlekettekiler üzerine uzun uzadıya konuştular.
Kerim, serbest günlerinde İstanbul’u adım adım gezmiş, çok sevmiş, çok beğenmişti. İstanbul’da kimse aç kalmaz, açıkta kalmazdı. Şimdi gidiyordu ama niyeti bir gün İstanbul’a geri dönmekti. Erken veya geç, evli veya bekar, İstanbul’a mutlaka dönmeyi, İstanbul’da çalışmayı, İstanbul’da yaşamayı, hatta İstanbul’da ölmeyi istiyordu. Mezarlıkları bile ne kadar bakımlı ve güzeldi.
Hasan Çavuş, vedalaşmadan önce kesesini çıkardı, bir miktar para ayırdı arkadaşının avucuna koydu.
“Bu para senin, hemşerinden sana yol hediyesi. Çekinmeden harca; ye, iç, taşıt kirala, nereye istersen oraya harca…” dedi.
Sonra göğüs düğmelerinden ikisini açıp elini koynuna soktu.
“Benimle vedalaşmadan gitmeyeceğini bildiğim için hep yanımda taşıyordum.” dedi.
Ağzı sıkıca bağlanmış küçük, bir meşin kese çıkardı, Kerim’e uzattı.
“Bunu da babama götür.” dedi. Bu kesede teskere bırakıp seraskerliğe geçtikten sonra aldığım ilk maaşım var. Birikmişim vardı, kuruşuna dokunmadım. Götür, benim için elini öp, keseyi avucuna bırak. Annem, kardeşlerim ve kendisi için harcasın. Burada kaldım ama onlar benim aklımdan hiç çıkmayacaklar. Sadık Hocamı da unutmayacağım. En kısa zamanda ziyaretlerine varıp ellerini öpeceğim. Gelişmeler umduğum gibi olursa kardeşlerim için de hayır düşüncelerim var. Onlara layık bir evlat, bir ağabey olmak için elimden geleni yapacağım. Benim için dua etsinler.”
Kısa bir suskunluk girdi aralarına. İkisi de uzak, belirsiz noktalara bakıyor gibiydiler. Aslında uzak belirsiz noktalara değil kendi içlerine bakıyorlar, yaklaşan ayrılık vaktinin hüznünü yaşamaya başlamışlardı. İkisi de duygusallaşmıştı.
“Kerim kardeş!” dedi Hasan Çavuş. “Sadık Hocam, dedim ya…”
Avucunda tuttuğu madalyayı uzattı.
“Bu benim Gözleve’de aldığım madalya. Bunu Sadık Hocama selam ve saygılarımı ileterek sen ver. Babam seni bir iki gece misafir etmeden bırakmaz ve mutlaka onunla görüştürür. Ona de ki, ‘Hasan gece nöbetindeyken, Türk tarafına sızmaya çalışan papaz kılıklı üç Rus fedaisini yumrukla bayıltıp ibrişim kuşakla birbirine bağlayarak kazandığı bu madalyayı size gönderdi.’ Bu kadar de, yeter. O, saygımı, sevgimi, teşekkürümü, dua beklediğimi, her şeyi anlar. Annem, babam, kardeşlerim, hepsi bir aradayken çok rahat yaşadığımı, görevimin hiç de zor olmadığını anlat. Serasker Rıza Paşa’nın bana karşı duyduğu sevgiden, güvenden, beni nasıl koruyup kolladığından söz et. Hem Paşa’yı kıramadığım hem garantili bir işim ve maaşım olsun diye teskere bıraktığımı söyle. Kiralık ev aradığımı, bulunca evimde yatıp kalkacağımı söyle. Başta serasker Rıza Paşam olmak üzere bütün komutanlarımın bir an önce evlenmem konusunda beni ikna ettiklerini de anlat. Sağlam ve güzel bir aile hayatım olursa, görevimi daha sağlam, daha güzel ve hatasız yaparmışım. Evlenince gelinlerini alıp el öpmeye varacağımı da söyle. Bunları söyle ki annem endişelenmesin, darılmasın…”
Vedalaşıp ayrıldılar.
Hasan Çavuş teskere bırakma kararından beri huzursuzdu. Tutuşlu Kerim’i uğurladıktan sonra huzursuzluğu büyük oranda geçti, gönlü biraz rahatladı. Hele bir ev bulsun, yerleşsin, düzenini kursun, kabul ederlerse onları İstanbul’a bile taşıyabilirdi.
Ev bulma işi bir hayli uzun sürdü. Ya çok büyük ya çok küçük ya da iş yerine uzak semtlerden evler bulundu, beğenmedi. Evlenince çocuklarını rahatça büyütebileceği, bir odasını konukları için hazır tutacağı, en az dört odalı, arka tarafında küçük de olsa bahçesi bulunan bir ev arıyordu. Devletten hiç de az sayılmayacak maaş aldığı için kirasını düşünmüyordu.
Rıza Paşa’nın emriyle seraskerlikte çalışan sivillerin araştırması sonucunda aranan özelliklere sahip bir ev bulundu. Eşyaların büyük bir kısmı Serasker Rıza Paşa tarafından “kahraman askere hediye” olarak alındı. Eksiklerini Hasan Çavuş kendisi tamamladı ve taşındı. Bütün eşyaları, evleneceği, çocuklarının olacağı düşünülerek alınmıştı.
Hasan Çavuş görevi dışındaki zamanlarının çoğunu evinde geçirmeye başladı. Odalarını düzenliyor, basit yemekler yapıyor, bahçesiyle ilgileniyordu. En zoruna giden iş bulaşık yıkamaktı. Çamaşır yıkamak da zoruna gidiyordu. Bu ikisinden daha zoru evde akşamları konuşacak birisinin bulunmayışıydı. Okuduğu kitaplar akşam yalnızlığını gidermiyor sanki daha da derinleştiriyordu. Eve döndüğünde onu güler yüzle karşılayan, hâlini hatırını soran, sofrasını kuran birisi olsa… Sözünü dinleyen, söylediği dinlenen; yalnızlığı, derdi, tasayı, iyi günü, kötü günü paylaşacak; birlikte gülüp birlikte ağlayacakları bir hanımı olsa… Komutanlar, arkadaşlar, dostlar, “Artık evlen!” diyen herkes haklıydı. Artık evlenmeliydi. “Evlenmeliyim!” demek ona ayıp gibi geldiği için “Daha erken!” dedi hep.
Onu tanıyanlar, aslında evliliğe hazırlandığını biliyorlardı. Özellikle kiraladığı ev bekâr yaşayacaklara göre çok büyüktü. Eve aldığı eşyalar ailecek yaşamaya uygun eşyalardı. Hatta odalarından bazıları ileride doğacak çocukları, yatıya kalacak konukları düşünülerek döşetilmişti.
Hiçbir kötü alışkanlığı olmayan Hasan Çavuş, doğru sözlü, dürüst, güvenilir bir insandı. Ondan iyi bir eş, iyi bir aile babası olurdu. Yakından tanıyanlardan bazıları, sırf hayra vesile olmak için onu bir bahaneyle çaya, kahveye, yemeğe çağırarak kimi baldızını, kimi komşu kızını, kimi de kız kardeşini gösteriyordu. Fikri sorulduğunda kimseyi kırmak, üzmek istemediği için hiçbir kız hakkında “Beğenmedim! Kanım kaynamadı! Soğuk ve sevimsiz!” gibi sözler söyleyemiyordu. “Henüz çok erken. Şimdilik evlenmeyi düşünmüyorum.” gibi sözler söylüyordu. Bir taraftan da Rıza Paşa’nın eşi hanımefendiye içten içe kızıyordu. Anapa’da olup bitenleri anlattırmak için Paşa’dan izin isteyecekti, henüz ses yoktu. Söylemiş olsa, Paşa hanımını kırmaz, ertesi gün Hasan Çavuş’u izinli sayar, konağa gönderirdi. Uzun zamandır hiçbir şekilde konağa gönderilmemişti.
Kimselere itiraf edemiyordu ama Gupse (Hatice)’yi özlemişti. Uzaktan bile olsa onu görmek istiyordu. Herkese saygılı, alçak gönüllü, bu güzel kadını meleklere denk görüyor, “Herhalde melekler de onun gibidir.” diye düşünüyordu. Ona karşı duyduğu derin ilgiyi herkesten saklıyordu. Doğrusu bu ilgiyi, bu yakınlığı kendisi de anlamlı bulmuyor, açıklayamıyordu. Bir yanda sadrazam ve şeyhülislamdan sonra devlet protokolünde üçüncü sırayı alan seraskerin konağında gönüllere girmiş bir hanım, diğer yanda erlikten onbaşılığa, sonra da çavuşluğa yükselmiş Çorumlu Hasan… Bir yanda onlarca çalışanı bulunan pırıl pırıl bir konak, diğer yanda eşyalarının bir kısmı hediye, bir kısmı veresiye alınmış kiralık bir ev… Hatice’ye karşı yakınlık duyduğunu, konağı bilen birilerine söylese, kesin gülerlerdi.
Birgün Rıza Paşa Hasan Çavuş’u makamına çağırtıp dedi ki;
“Hanımefendi’yle Hatice’ye anlatacakların varmış, izinlisin! Git, anlat!”
O gün, inanılmaz güzelliklerle dolu bir gün oldu. Kuşluk vaktinden ikindi vaktine kadar Hanımefendi, Hasan Çavuş, Hanımefendi’ye göre Hatice, Hasan Çavuş’a göre Gupse hep birlikte oldular. Birlikte kahve içtiler. Birlikte yemek yediler. Birlikte Anapa’dakine benzer pirinç semaverden çay içtiler. Hasan Çavuş’a önce Anapa’yı, aileyi anlattırdılar. Çavuş’un ağzından bir kez “Gupse” iki kez “Denef” kelimeleri çıktı. Gupse zaten duyguluydu, bu kelimelerden sonra göz yaşlarını tutamadı. Ne var ki çabuk toparlandı. Sonra pek çok konu üzerinde konuşuldu. Hatta bir ara iki hanım tarafından öyle bir soru sağanağı başlatıldı ki Hasan Çavuş cevap yetiştirmekte zorlandı. Bu sorulardan bazılarını daha önce Rıza Paşa da sormuştu. Bunlar Hasan Çavuş’u ayrıntılı tanımaya yönelik sorulardı. Cevap olarak Paşa’ya ne söylemişse Hanımefendi’yle Gupse’ye de aynı şeyleri söyledi. Bu derece yakından ilgilenmeleri bir yandan hoşuna giderken bir yandan da onu korkutuyordu.
* * *
Hasan Çavuş mutfağını gerekli eşya ve malzemelerle donattıktan sonra sabah kahvaltılarını evinde yapmaya başladı. Çoğu günler akşam yemeklerini de evinde yiyordu. Seraskerlikteki görevi bitince doğruca evine dönüyor, günlük işlerinden sonra Rıza Paşa’nın hediye ettiği, okuduktan sonra iade etmek üzere kütüphaneden aldığı askerlik ve tarihteki kahramanlıklarla ilgili kitapları okuyordu. Zaman geçtikçe can sıkıntısını kitaplarla gideremez oldu. Yanında bir canlı, bir eş, ille de bir eş olmalıydı. Bunu uygun lisanla Rıza Paşa’ya duyurmayı bile düşündü.
Bir akşam odasında yalnızlığın derinliklerinde kaybolmuşken kapı tokmağının sesiyle kendine geldi. Bu vakitte ona gelebilecek kimsesi yoktu. Toparlandı, merakla kapıya gitti. Karşısında Rıza Paşa konağının kapı görevlisini görünce şaşırdı. Adam hızlı gelmiş olmalı ki nefes nefeseydi.
“Paşam sizi çağırıyor!” dedi.
“Hemen mi?”
“Hemen!”
“Niçin çağırdığını biliyor musun?”
“Hayır, bilmiyorum.”
Görevli döndü, gitti.
Bu bir emirdi. Hemen yerine getirilmesi gerekirdi. Hasan Çavuş çabucak hazırlanıp çıktı. Bu vakitte çağırdığına göre duyulmasını istemediği, önemli bir görev verecek olabilirdi. Daha önce de önemli, küçük, gece görevleri vermişti. Konak uzakta sayılmazdı. Görevliden belki bir iki dakika sonra o da konaktaydı. Heyecanlıydı, verilecek görevi merak ediyordu.
Hemen içeriye, konağın selamlığına alındı. Serasker Rıza Paşa kocaman yemek masası başında ayaktaydı, sivil kıyafetliydi ve yalnızdı. Rahat ve huzurlu görünüyordu. Hasan Çavuş’un selamını aldıktan sonra sıcak bir ses tonuyla konuştu.
“Gel bakalım kahraman Çavuş! Bu akşam seninle baş başa yemek yiyelim ve konuşalım istedim.”
Yemek masasına iki kişilik servis açılmıştı. Önce Rıza Paşa masa başına oturdu, oturması için Hasan Çavuş’a sağını işaret etti. Yemek servisi sıcak tarhana çorbasıyla başladı. Tarhana çorbası Hasan Çavuş’u sevindirdi. Çünkü en sevdiği çorbaydı. Tarhana çorbası onu çocukluğuna, annesine, babasına götürdü. Hanımefendi’yle Gupse’ye Anapa’yı anlattığı gün bir soru üzerine sevdiği yemekleri sıralamış, bu çorbayı çok sevdiğini özellikle söylemişti. Karlı, soğuk kış sabahlarında annesi genellikle tarhana çorbası kaynatırdı. Çorbanın mis gibi kokusuna uyanırlar, ailecek iştahla içerler, içlerini ısıtırlardı. Çorbadan sonra gelen yemeklerin de Hasan Çavuş’un sevdiği yemekler olması, onu hem daha çok şaşırttı hem daha çok sevindirdi.
Genelde Rıza Paşa konuşuyor, söz üzerinde kalırsa Hasan Çavuş da konuşuyordu. Paşa onu havadan sudan konuşmak için çağırtmış olamazdı.
Yemek bitti, koltuklarına çekildiler.
Kahvelerini akşamdan beri ilk kez yanlarına giren Gupse getirdi. Hasan Çavuş onunla bir anlık bile olsa göz göze gelmeyi istedi fakat gelemedi. Gupse’nin başı önündeydi. Paşaya karşı saygısından hep yere bakıyor, başını hiç kaldırmıyordu. Gupse yanlarından ayrılıp kapıyı kapatınca Rıza Paşa kısa sakalını birkaç kez sıvazladı, iyice geriye yaslandı. Gözlerini Hasan Çavuş’a dikti.
“Gelelim asıl meseleye…” dedi.
Bir anda Hasan Çavuş’un heyecanı zirveye fırladı. Asıl mesele neydi ki… Heyecandan, meraktan öte sanki biraz da korkuyor gibiydi. Sanki asıl meseleyi duymaya hazır değil gibiydi.
“Kahraman Çavuş, biz seni evlendirmek istiyoruz. Ne dersin?”
Şaşırdı.
Ne diyeceğini bilemediği için “Emredersiniz Paşam!” deyiverdi.
Heyecanı, şaşkınlığı sesine de yansımıştı. Biraz utandı.
Paşa oldukça sakin ve mantıklıydı. İtiraz etti.
“Hayır kahraman Çavuş! Bu iş emir komuta işi değil, gönül işidir. Rızaya bağlıdır. Seni hanemizden bir hanımla, Hatice ile evlendirmek istiyoruz. Ancak kafamıza takılan bir mesele var.”
“Hatice” adını duyar duymaz Hasan Çavuş’un gözleri parladı. Belli etmemeye çalışsa da onayladığı, hatta sevindiği anlaşılıyordu. Bunu Rıza Paşa fark etti.
“Mesele nedir, diye sormayacak mısın?”
“Siz uygun gördüyseniz, ben ne diyebilirim Paşam?”
“Hanımefendi’yle ben uygun gördük ama aranızdaki yaş farkı kafamızı karıştırıyor. Hatice senden yaşlı, fark epeyce var…”
Hasan Çavuş mahcup bir hâlde yere bakıyordu.
“Yaş farkı için ne dersin Çavuş?”
“Siz uygun gördüyseniz ne diyeyim Paşam…”
“Biz, evliliklerin iki tarafı da mutlu kılmasını isteriz. Hatice’mizle senin mutluluğunu ancak yaş farkı gölgeleyebilir. Biz böyle düşünüyoruz. Senin açından Hatice’nin yaşça büyük olması problem değil mi?”
“Değil Paşam!”
“İstersen önce bir düşün, sonra kararını bildir!”
“Kararım kesindir Paşam! Siz uygun buluyorsanız, o da beni kabul ediyorsa ben bu evliliğe varım. Hatice ile sonuna kadar mutlu yaşayacağıma inanıyorum.”
“Emin misin?”
“Eminim Paşam!”
“O halde tamamdır. Hayır işlerde acele caizdir. Bu akşam isteriz, haftaya nişan olur, hazırlıklar tamamlanınca düğün…”
“Paşam Hatice’nin fikri…”
“Hanımefendi tarafından onun fikri önceden alınmıştır. Tamamdır Çavuş! O da seni canı gönülden istemektedir.”
Bu sözlerin hemen ardından selamlığın kapısı açıldı içeriye Hanımefendi, çocukları, çalışanlardan bazıları girdiler. Karşı tarafa oturdular. En son Hatice geldi, o da karşı tarafa Hanımefendi’nin hemen yanına oturdu. Kapıda içeriyi dinleyen birisi olmalıydı ki konuşmalar olumlu sonuçlanınca içeriye dalıvermişlerdi. Rıza Paşa’nın kararlı, Hasan Çavuş’un ürkek, mahcup bakışlı gözleri Hatice’deydi. Hatice mutlu, huzurlu, rahat görünüyordu. Ortalığı dolduran derin sessizliği Rıza Paşa’nın şaka yönü ağır basan sesi bozdu.
“Saygıdeğer Hanımefendi! Burada toplanışımızın sebebi belli. Allah’ın emri Peygamberin kavliyle kızınız Hatice Hanım’ı oğlumuz Kahraman Çavuş Hacı Hasan Bey’e istiyoruz. Ne dersiniz?”
Hanımefendi önce yanında oturan Hatice’ye, sonra Hasan Çavuş’a baktı. İkisi de durumdan memnun görünüyorlardı.
“Kız evi naz evi, deseler de ben nazlanıp kimseyi yormak istemiyorum. Verdim gitti Paşam! Allah mesut etsin, bahtiyar kullarından eylesin.” dedi.
Herkes alkışladı.
Hatice (Gupse) ve Hasan Çavuş sevinçle ayağa kalktılar. Aslında Hasan Çavuş da en az Hatice kadar sevinçliydi fakat pek azını dışına yansıtıyordu. Onu tanımayanlar çok az sevindiğini sanabilirlerdi. Önce Paşa’nın sonra Hanımefendi’nin ellerini öptüler. Daha sora da orada hazır bulunanlardan kimiyle tokalaştılar, kimiyle kucaklaştılar. Herkes neşeli, mutlu, memnun görünüyordu.
Konakta çalışan hanımlardan biriyle Hatice dışarıya çıktı. Az sonra ellerinde birer tepsi, tepsilerde kahve fincanlarıyla dönünce mutfağa, söz kahvesi yapmaya gittikleri anlaşıldı. Kahve ikramını istenen kız olarak Hatice yaptı. Boşalan fincanları yine o topladı. Kahveler içilirken ve sonrasında epeyce bir zaman Hanımefendi sık sık “Kızımız Hatice” diyerek söze başlayıp ev işlerinde, el işlerinde, mutfakta, çocuk yetiştirmede ne kadar bilgili ve yetenekli olduğunu anlattı, gerçekleri yansıtan övgüler düzdü. Rıza Paşa da Hanımefendi’den aşağı kalmadı. O da “Oğlumuz Hasan Çavuş” diye söze başlayıp dedesinin şehitliğinden, babasının gaziliğinden, kılıç ustalığından, Hasan Çavuş’un diğerlerine benzemeyen çocukluğundan, babasının ve Sadık Hocasının şekillendirdiği gençliğinden, yiğitliğinden, korkusuzluğundan, asker olarak gösterdiği başarılarından söz ederek herkesi şaşırttı. En çok da Hasan Çavuş’u şaşırttı. Çocukluğuyla ilgili bilgilere nasıl ulaşmıştı? Dedesiyle, babasıyla ilgili söyledikleri arasında Hasan Çavuş’un hiç duymadığı bilgiler bile vardı. Her söylediğini, kötüleyerek değil, övgüyle söylemişti ama bu nasıl olurdu?
Rıza Paşa, kocaman olmuş, soran gözleriyle gözlerinin içine bakan Hasan Çavuş’un ne büyük şaşkınlıklar ne büyük hayretler içinde savrulduğunu çok iyi anlamıştı. Onun kadar olmasa da daha hafif şekliyle aynı şaşkınlığı, hayreti, merakı diğerleri de yaşıyordu. Çocuklar sormak istiyorlar, Paşa babalarından azar işitebileceklerini düşündüklerinden soramıyorlardı. Çünkü her daim sükût küçüğün, söz büyüğündü. Öyle eğitilmişlerdi. Büyükler dururken çocukların konuşması hadlerini aşmak olurdu. Hanımefendi herkesin duygu, düşünce ve beklentisine uygun konuştu:
“Paşam, damadımız ve ailesiyle ilgili ne çok şey biliyormuşsunuz!”
Paşa kızmadı. Kısa ve sempatik bir kahkaha attıktan sonra konuştu.
“Hanımefendi soyunu sopunu bilmediğim, kendisini tanımadığım bir adama ne kefil olabilirdim ne de kız verebilirdim. Biraz uzun sürse de iyi bir araştırma yaptırttım. Bana ulaşan bilgi ve görüşleri zaman zaman Hasan Çavuş’u makama çağırıp sorularla test ettim. Gördüm ki Çavuş tertemiz bir ailenin çocuğudur. Yalanı yoktur, sözünün eridir, yiğittir, kahramandır, kefil olunup evlat yerine konulacak adamdır. Ondan sonradır ki ‘Hanımefendi’yle Hatice’ye anlatacakların varmış, izinlisin! Git, anlat!’ dedim.”
Paşa’nın bu sözlerinden sonra başta Hasan Çavuş olmak üzere Hatice, Hanımefendi açılarından pek çok cevapsız soru cevaplanmış oldu. Artık kimse “Paşa bu evliliğe karşı mı? Niçin Hatice ile Hasan Çavuşu görüştürmüyor?” sorularını aklından bile geçirmeyecekti. Herkes mutlu, sevinçli görünüyordu. Rıza Paşa’nın yaptığı kısa bir dua ile gece sona erdi.
Paşa, sabah karargâha gitmek üzere konaktan ayrılırken kendisini yolcu etmek üzere çıkanları şöyle bir süzdükten sonra eşi Hanımefendi’nin gözlerinin içine bakarak emreder gibi kısa bir hatırlatma yaptı.
“Hayır işlerde acele etmek gerek, biliyorsun değil mi?!”
“Biliyorum Paşam!”
Paşa eşine sevgiyle gülümsedi.
Konak halkına iki eliyle hoşça kalın işareti yaparak arabasına bindi.
O günden itibaren nişan, nikâh, düğün hazırlıklarına girişildi.