HaftanınÇok Okunanları
MARUFJON YOLDAŞEV 1
AYSUN DEMİREZ GÜNERİ 2
ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU 3
RECEP KOÇAK 4
Burcu Aliyi 5
SÜMEYYA GÜNAYDIN 6
Emrah Yılmaz 7
Artık ne kadar üzülsem de, ben o günlerin geri gelmeyeceğini iyi biliyorum. Gitti onlar; benim ak göğüslü kırlangıçlarım, rüyalarımı, gecemi süsleyen yaz güllerim. Köyümün başında eski yıldızlar, dedemin masallarıyla benim etrafımda parlayan parlak gecelerim. Nereden baksam aynı derecede, parlak görünürdü onlar. Güz sonrası büyük yamaçlardan armut kokularıyla, kışın tepelerde kayak izleriyle, yazın da gökkuşağı yüzüne yansıyan çocuğun gelişiyle. O günlerin aydınlığı hangi yönüyle görünse de, ben kendimi dedem ile görüyorum. Benim yol tanrım, ilk çocukluk sevgim dedem. O uzak hayaliyle bakarak gülümsüyor. “Vefalı evlat, söylediklerimi kulağına asmazdın, şimdi öyle kal” diyor. O günler benden uzaklaştıkça, sıcaklığı, sözleri, verdiği hayat dersleri dedemin kutlu yüzünü çok net ve yakın bir şekilde göz önüme getiriyor.
İşte, bu yolda biz eski köyümüzden aşağıya iniyoruz. Elinde bastonu var. Üzerinde ise koç derisi paltosu, kalpağı, ayaklarında annemin yağlayarak yumuşattığı deri çizmeleri, baldırlarını saran keçeden tozlukları ile dizlikleri göze çarpıyor. Bastonunu paltosunun içinden beline bağlayıp, bir kolunu bastonunun arkasından sarkıtmış. Diğer kolu ile de bastonunu tutmuş. Onun paltosunun kokusunu hissediyorum. Zor yürüdüğünü de görür gibiyim.
Tozluğunun bağları çözülmüş, tozluk ve dizliği yere sarkıyor. Fakat bir şey söyleyemiyorum. “Dede dur, tozluklarını bağlayayım” diyemiyorum. Onun yerine:
“Dede sen kaç yaşındasın?” diye soruyorum.
“Vefalı evlat, dedenin kaç yaşına geldiğini bilmiyor musun? Yüz olmuştur kuyruğuyla birlikte. Ne yapacaksın?!”
“Hiç, öylesine işte.”
“Benden hayır yok artık dedi o kendi kendine.”
“Dede düşman gelirse… Düşmanın geleceğini söylüyorlar.”
“Git, çenebaz!” dedi hemen yarasına basmış gibi.
Ondan sonra biraz konuşmadan yürüdük.
“Ya sen kaç yaşına geldin?” diye sordu eve yaklaşırken. Onun yerine “Öğle namazı yaklaşıyor mu?”, “Yoruldun mu?” ya da “Aç mısın?” diye sorabilirdi. Kendi yetiştirdiği çocuğun kaç yaşında olduğunu iyi biliyordu. Açıkça benim çocuk olmadığımı kendime söyletmek istiyordu.
“On” dedim ben şaşkınlıkla.
“Senin için her şey ilerde!” dedi.
“Ya senin için dede?”
Dedem bir süre sessiz kaldı.
“Kim bilir oğlum!” dedi, sabırlı bir şekilde.
“Kim bilir benim için de en hayırlısı gelecektedir!”
Bizim yeni köyümüz büyük nehrin sağ yanındaydı. Eski köye gitmek için Çerek nehri üzerindeki dar bir köprüden geçerek, dik ve sarp yollardan giderdik.
Eskiden ben dedemi beklemeden, koşarak giderdim ve orada onu beklerdim. O ise, nefes nefese yanıma geldiğinde “Arkadaşını senden başka yarı yolda kim bırakır?” diye, bastonuyla göğsümden iterek, kayanın üzerine otururdu.
“Hayırlı evlat, bu şekilde yapman çok yanlış” diye de eklerdi.
Bizim eski köyümüze yolculuklarımızda dedemin bana anlattığı hikâyeler beni mutlu ederdi. Ben her yönden kendimi büyük bir dünyanın sahibi sanırdım. Yeryüzü, dağlar ve sonunda dünyanın tüm yolları eski köyden başlardı sanki. Daha önce hiç kimseye söylenmemiş sırlar benim için gizlenmiş gibiydi. Bir an önce büyümek için acele ederdim. Dedem ise, eski köyden dünyaya öyle bakardı ki, dostluk, bilgelik ona nasip olmuş, göz alabildiğine görünen her yeri dedem yaratmış sanırdım.
O çok konuşmazdı. Bir kenarda oturup, anlatılanları dinler, bastonunu enine yaslayıp, koltuğuyla yaslandığında, anlatılanlar mıydı düşüncesi, yoksa hatıralara mı dalardı anlamak güçtü. Dedemin bu hali bir kenarda kavga edenler olduğunda bozulurdu. Böyle zamanlarda dinleyen dedem “Durun!” diye bağırırdı. Konuşkan gününde olsa dedem kavga edenlere, “Gençler, kavga olan yerin rızkı mı olur?” diye sorardı. “Hiçbir zaman kavga olan yerin rızkı olmaz!” diye öğütlerdi. Dedemin nasihatini ileri götürmeyeceği bilinir, nasihatten sonra ona sorular başlardı. “Cansoh dede sen hiç hayatında kavga etmedin mi?” diye sıkıştırdıklarında dedem, “Hey hayırlı evlatlar!” dedikten sonra kısa süre dalardı. Sonra da “Kavga etmem mi, ben erkek değil miyim?” diye anlatmaya başlardı.
“Neden kavga etmiştik? Toprak için! Vatan için! İnan ki yer için! Kodunalar sülalesi bereketsiz tarlaları halktan almak istediğinde… Siz de vatan için kavga edin. Canınızı bile verin! Yurduna toprağına göz diken kim olursa olsun. Baban dahi olsa! Yoksa siz dünya malı söz konusuysa… Mal için kavga etmek, yiğidin işi değildir!”
Ben dedemin tek torunuydum. Babam askere gitmiş, dönmemişti. Anam bunu bildiğinden mi, yoksa başka şeyler hatırladığından mı, pişmanlık duyduğunda dedem hemen farkına varırdı.
“Hislenme gelin!” der anam sakinleştiğinde ise sözlerine devam eder “Benim oğlum er kişi. Hileli yolda yürümez. Kötülük yapılmasına dayanamam” der anamı neşelendirir fakat gözden uzakta kendisi bazen kızardı.
“Evlat, geç dünyaya geldin. Benim cenazemi kim taşıyacak?”
Bense, delidolu, haylaz, öyle dedeme hayrı dokunmayan bir çocuktum.
“Ben taşırım!” dedim.
Sevinmişti dediğime dedem. Büyülendiği için mi, yoksa çok bekleyip, oğlunu beklemeye başladığında, vasiyet edecek, kabrini bırakacak adam olduğundan mıdır, bilmem neden beni bağrına sıkı basarak, uzun süre bırakmadı.
Yaz başından itibaren babamdan mektup kesildi. Onun son mektubu Harkov denilen şehirden gelmişti. Biz iki aydır mektup beklerken, üçüncü ayda düşman Kafkaslara dayandı diye haber geldi. Zaten çok konuşmayan dedem, bunun üstüne haftalarca tek bir kelime etmez oldu. Yolda yürürken kamburu çıkıp, yürüyüşü dans eder gibi olmaya başladı.
“Vallahi gelinim, çok yaşadım sanırım, ölsem yeridir artık” dedi bir gün.
Her zaman cesur olan dedemin bu söyledikleri bir şey olacakmış gibi korkuttu.
Dedem, bizim korktuğumuzu az da olsa umursamadan, düşüncelerini söylemeye devam etti “İnsan yaşadıkça, göreceğini de, görülmemesi gerekeni de görüyor… O günü, konuşmadan dedemle kaygılı geçirdik. İkinci günün sabahında o gençleşmiş gibiydi. Çok erken kalkarak, beni de uyandırdı.
“Oğlum, bugün eski köye gideceğiz, dedi bana.
“Sen büyümüş de küçülmüşsün, sana hep masallar mı anlatacağım. Başka şeyler de söyleyelim, işe yarayacaksa.”
Sonra beni sınarcasına gözleriyle süzerek, nişan alarak baktı.
Onu dinlerken “Neden dinliyorsun, yoksa söylemeyeyim mi?” dedi.
“Söyleyeceksin her şeyi!” dedim. Sonra o gerçekten de caydığımı sandı, evden ondan önce çıktım. Yolda giderken ne konuştuğumuz aklıma gelmiyor. Eski köye çıkarak, ön cephesi, minaresinin yarısı, arkadaki sağ köşesi kalmış, yıkık mescidin önünde oturuyorduk. Oradan bakınca Çerek nehri, kiremit çatılı evleriyle yeni köyümüz, sıcaklığını esirgemeyen dağlar tam karşıda görünüyor.
Hala keskin bakışlarını yitirmeyen dedem, ne olduysa bir şeyler arar gibi, dağlara, geçitten yukarıya kıvrılan karlı yollara dikkatlice bakarak, bir şeyler mırıldanıyor, sonra da kafa sallayarak, onaylıyor. Öyle otururken yukarıdan buzağılarını güderek gelen herkesin tanıdığı bedduacı Melek kadın önümüzden geçti. Dedem ayağa kalktı:
“Uğurlar olsun Melek”, diye selam verdi.
“Sağol, Cansoh”, diyerek otur bile demeden Melek kaçarcasına gitti.
“Bir de o bedduacı kadın için ayağa kalkmasan!” diye ben sitem ettim.
“Vefalı evlat, o da kadın değil mi ki!” dedi dedem. Sonra tüm sinirini beklenmedik yerde benden çıkarmak istercesine azarladı:
“Sen yozlaşmaya başladın sanırım, it yavrusu. Ne demek o, “kadına ayağa kalkıyorsun”! diyerek dedem bastonunu kaldırdı. Vurmayacağını bilsem de “Sakın!” diyerek, geri çekildim.
“Sakın deme vallahi… Ben sağken böyle yapan, ben öldüğümde… İnsanın onuru olsa, ite bile kalkar!”
Ben içimden yanlışımı kabullenmesem de, tuhaflaşan dedemin kalbini kırdığım için pişmanlık duyarak, yakınlaşmanın yolunu aradım.
“Dede söyle söyleyeceklerini.”
Eski cami bizim önceki evimize uzak değildi. Oraya varana kadar dedem ve ben sonunda barıştık. Evin temelinden başka hiç bir şeyi kalmamıştı. Fakat temeli de iyi bir ev kadar vardı. Yekpare kayadan koparılmış düzgün taşlar, insanın kaldırabildiğine inanamazsınız. Dedem ise:
“Onu ne ki evlat onları babam Zavurbek sırtıyla taşımış”, dedi. Kodunalar öküzlerini vermeyince, onlara kızdığı için kendisi taşımıştı. O dönemler Zavurbek’in yeni evlendiği, kayın biraderlerinden saklandığı zamanlardı. Dedem başını sallayarak, güldü:
“Zavallı Zavurbek taş taşırken, kendisinden küçük kayın biraderi birden karşısına çıkmış! Arkasını dönerek, hemen kaçmış… Gariban sırtında taşıyla! Zavurbek gibi olsaydın keşke.”
Tekrar belirtmem gerek, her yönüyle ilginçti bizim eski köyün hikâyeleri. Bizim topraklarımıza düşmanın gelişiyle alakalı dedem, eski köyün her taşında kendi kanı dolaşır gibi, utancı, zorlukları, mutlulukları yaşamış olsa da, kaderi eski köyün taşlarıyla yazılmış gibi konuşurdu. Eski köyden dünyaya bakarak, “Oğlum, bütün bu gözünle görebildiğin topraklar bizim evimiz!” dedi.
Ben ise kavak ağaçları arasından az görebildiğim kiremitli evimize bakıyordum.
“Evlat elimde olsa bunları sana söylemezdim” diye tekrarladı, o.
“Ama ne çare yorum yapılacak zaman değil… Allah’tan sağlıklı olmanı diliyorum. Büyüyüp, kalpak giyer yaşa gelince unutma! Bu gözünün gördüğü yer senin evindir. Evine gülümseyerek gelene sen de gülümse. Yüzsüzlükle gelene yüzsüzlük yap.”
Dedemin gözleri doldu, sesi titremeye başladı.
“Burada benim anam yaşadı” dedi en sonunda. Hayatını burada sürdürdü. Her taşa onun bakışları düşmüştür. “Ölürsem, bu taşlardan mezar taşımı dikersin.”
“Dede, dede, sen ölmeyeceksin!” dedim, gözyaşlarım damağıma düğümlenerek, ona doğru kendimi attım.
“Dediklerimi dinle, sen erkeksin!” dedi o, az da olsa beni teselli etti.
“Çocuk da olsan bir erkeksin. Onun için inanarak, son sözlerimi sana söylüyorum.”
Dedem tereddüt edercesine düşündü, bekledi bir süre. Nereden bilmem, top sesleri duymaya başladık.
“Benim silahım var” dedi, gözlerini kısarak.
“Oğlum bilirdi, artık döner mi, dönmez mi… Sen de öğren.”
Sonra dedem eski evin arka duvarındaki büyük taşın yanına gitti.
“İşte, bu taşın altına bakarsan bulursun. Keçeye sarılmış olmalı”, diyerek ileri yürüyüp duvara oturdu.
“Oğlum, her sırrını insanlarla paylaşan erkek olmaz. Gerek duyulduğunda kendini insanlardan ayrı tutan ise tam bir ahmaktır! Silah ise şu fani dünyada sana tek bir şey için lazım olacak. Nedir dersen unutma, vatan için. Doğduğun topraklar için! Eğer bunlar dışında başka sebeplerle eline silah alacak olursan, ben sana bu konuşmayı yaptığım için pişman olup, mezarımda huzur bulmayacağım.”
İşte, o an benim ak göğüslü kırlangıçlarım, rüyalarımı, gecemi süsleyen yaz güllerim yok oldu, yol ağzında dedemin ağır emanetleri ile dona kaldım! Zaten bu yüzden değil miydi, masallar anlatan dedemin vasiyet edişi!
Ben sanırım iki dünyanın arasında kalmış gibi sıkılarak, ne diyeceğimi de bilemedim. Dedem ise, işlerini halletmiş, acelesi varmış gibi hızlıca yürümeye başladı. Artık ben de ona lazım değildim. O eski borçlarından kurtularak, hafiflemiş gibi gidiyordu.
İkinci gün topraklarımıza düşmanlar girmeye başladı. Kimisi dağ geçidine doğru kaçıyor, kimisi ise pencerelerini keçeyle kapatıp evlerinde saklanıyordu.
Biz oraya, buraya koşuşturmadık. “Düşmandan kaçarak, kurtulamazsın” derdi dedem. Tayyareler uçup, bombalamaya başlayınca dedem, anam ile beni siperlere doğru kovalayarak, kendi ise ağaç döşekte sırtüstü kaygısızca yatıyordu.
İhtiyar görünüşü kaybolmuş, sanırım kafese kapatılmış aslan gibi, çaresizlik ayağına dolanmış bir şeyleri düşündüğü belliydi.
Bir gün, siperde çok kalmış olmalıyız ki, ben uyuya kalmışım. Çıktığımda dedem yoktu! Anam ise:
“Savaş bitmişe benziyor, deden sokak meclisine çıkmış olmalı” dedi.
O günler aklıma düşünce kalbim hızlı çarpıp, saçlarım diken gibi oluyor. O gün, kurşunların uçuştuğu gökyüzünün altında eski köyüme koşarak gittiğim de, anamın çığlığı da, dedemin son sözü, son vasiyeti olan benim evim “Gözümün görebildiği topraklar” etrafımda dönmeye başladı. Başımın dönmesi geçene kadar, ben o gün yaşananları yeniden gördüm. Dedemin hala soğumamış göğsüne yıkıldım.
Hayır, dedem anamın dediği gibi sokak meclisine gitmemişti.
Çok geçmedi biz eski köyün yanında silah seslerini duyduk.
“O, dedemdi!” dedim, hıçkırarak.
“Çok konuşma!” dedi anam. O an ikinci kez benim önümü kesti, dikilmeye başladı. Pencereden atlayarak kaçtım. Anamın çığlıkları uçan kurşunlardan daha hızlı peşime düştü, ben eski köye nasıl vardığımı hatırlamıyorum. Ne çare, dedemin kurşunları bitmişti. Temel taşını kucaklayarak, öylece kala kalmıştı. (1974)