HaftanınÇok Okunanları
HUDAYBERDİ HALLI 1
Süleyman Abdulla 2
Ayşe Solmaz 3
MUHİTTİN GÜMÜŞ 4
HÜLYA ÇEL İKTENYILDIZ 5
KEMAL BOZOK 6
Osman Çeviksoy 7
GÜVERCİN
Çocuğunu tren garında karşılamalıydı. Ablası, dün akşam ona telefonla durumu anlatmıştı. Okulda ikinci sınıfta okuyan Aliya, yaz tatilinde birkaç günlüğüne Yarçallı'daki matur apasını (ona sevgiyle ‘matur apa’ yani güzel abla derlerdi) ziyaret etmeye gitmişti. Bugün de Kazan'a dönme vakti gelmişti. Matur apa, Liliya'nın öz ablasıydı ve onun Aliya ile çocukluğundan beri yakın arkadaş olan İlşat adında bir oğlu vardı. Yarçallı otobüsü akşam saat beş civarında gelecekti. Matur apa, Aliya'yı o otobüse bindirip göndermişti. Liliya defalarca ablasına otobüsün ne zaman ve nereye geleceğini sormuştu. Ablası gizemli bir şekilde cevap vermişti: “Saat beşte… Tren garında… Leylak renkli bir otobüs olacak!”
Saat beş oldu, altı oldu, yedi, sekiz… Ancak otobüs ortalarda yoktu. Büyük bir telaşa kapılan Liliya, bir o yana bir bu yana koşturarak garın önünde duran insanlara otobüsü sordu ama kimseden ne bir ses çıktı ne de iyi bir haber… Nihayet ablasının tarif ettiği leylak renkli otobüs garın önünde göründü ve çocuğunu beklemekten yorulan anne, tüm gücüyle o yöne koşuverdi. Ama sonra otobüsün, tren garının önünde durmayacağını ve ters yönde ilerlediğini fark etti. Otobüs sanki durmak istemiyormuş gibi yavaşça park yerine doğru ilerledi ve zavallı kadın uzun süre onun peşinden koşmak zorunda kaldı. Liliya otobüse, ancak trafik ışıklarının önünde durunca yetişebildi. Koşa koşa yorulup biten ve nefes nefese kalan kadının kesintili konuşmasına anlam verebilmek, şoförün uzun zamanını aldı…
“Sizin…le birlikte… bir küçük kız… vardı…” - diye zar zor konuşuyordu kadın. “Nere..de o?”
“Otogarda kaldı…”
“Nasıl… yani…”
“İlk başta tren garında durmamız gerekiyordu,” – dedi şoför, “fakat sonra hareket memuru doğrudan otogara gitmemizi istedi. Yolcuları da orada indirdim...”
Daha fazla konuşmanın bir anlamı yoktu. Liliya caddede bir taksi çevirip bir gardan diğerine doğru gitti. Taksi şoförünü durmadan acele ettirdi ve o da mümkün olduğunca hızlandı! Ancak o da hızlı gideceğim diye yayalara çarpamazdı ki! Kendisini çocuğuna karşı ilgisiz ve umursamaz hisseden kadın (suçu olmasa da) yol boyunca kendini ve dünyayı suçladı. “Çocuğum! Ah Allah’ım keşke kızım orada olsaydı! Umarım kötü insanlara denk gelmemiştir, bir yere götürülmemiştir!” Daha önce çocuğunu kaybetme tehlikesini yaşamıştı. Kocasından yeni boşanmıştı, bir hastanede hemşire olarak çalışıyordu ve o akşam kızıyla birlikte eve dönmek için hastaneden çıkmışlardı. Çift vardiya çalışan Liliya (kocasız bir şekilde yaşamak zorundaydılar!) çok yorgundu. Kızının el ele tutuşmadan yolun karşısına geçmesine izin vermişti. Ama tek başına geçmesine izin vermemeliydi… Birlikte geçmesi gerekiyordu… “Yol açıktı, arabalar da oldukça uzakta, korkacak bir şey yok.” diye düşünmüştü… Fakat Aliya yolun yarısını geçerken aniden (şeritten ayrılarak) çılgın bir araba atlayıverdi. O “şeytan”, gümbür gümbür ileri gitti. Liliya çocuğunu durdurmak için, onun kolunu tutamadı, donakaldı ve araba tam çocuğun üzerine ilerliyordu. Zaman durdu: ya bir saniye ya da bir dakika! Ancak bu an ona bir ömür gibi geldi. “Şeytan-araba” çocuğun sadece sandaletinin ucunu sıyırıp geçmiş ve ondan gelen rüzgârla küçük kızı yerinde taş kesilmiş gibi bırakmıştı. Araba tehlikesinin geçtiğini anlayan çocuk hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve yoldan çıkmasına izin verdiği annesine kendini savunurcasına: “Bana sen izin verdin anne, eğer söylemeseydin yoldan çıkmazdım, sana inandım anne!” – deyip hüngür hüngür ağladı. Şükürler olsun ki Allah onları korumuştu ve kaza, bela olmamıştı. Ama ya aynı şey bugün de olursa? Ne yapmalı?
Akşam saat sekize yaklaşıyordu. Otogar bomboş kalmıştı. Kaybolan kızını bulmaya çalışıp otogarın etrafında koşturdu; otobüslerin durduğu yerde, bekleme yerinde koştururken, anne yüreği göğsünden fırlayacakmış gibi atıyordu. “Kızım, kuzum neredesin sen?” – kafasının içinde dönüp duruyordu. Ah Allah var bu dünyada, onları bırakmamış! Liliya otogarın her köşesinde onu arayıp koşarken, çocuğu (bir bankta) otogardan biraz uzakta oturuyordu ve yere ekmek kırıntıları atarak güvercinleri besliyordu. Annesi bu manzaraya şaşkınlıkla baktı. Güvercinler kızı, kız güvercinleri sevmiş gidiydi. Onlar da birer canlıydı, kendi dillerince konuşuyorlardı… Sanki kızın arkadaşlarıydı. Evet, matur apasının verdiği Yarçallı ekmeğini yesinler ve onu tek başına bırakmasınlar, onun yanında kalsınlar diye güvercinleri besliyordu. Bir tanesi, daha iri olanı, cesurca kızın elinden yemeye başladı, ince gagasını kızın yumuşak avucuna dokunduruyor, sanki oyun oynuyor ya da şefkat gösteriyordu. Sonuçta onlar insanlardan çok daha nazik, çok daha minnettarlar. Güvercinler… Gitmesinler…
O ana kadar sakin oturan, gelip geçenlere belli etmeden bekleyen Aliya, annesini görünce hüngür hüngür ağlamaya başladı. Büyük bir insanın gelişinden korkan güvercinler önce ürkerek göğe havalandılar ama kısa süre sonra tekrar yere inip ekmek kırıntılarını kapışmaya başladılar.
“Ağlama, yavrum, ağlama, sakinleş, ben geldim…”
“Beni unuttuğunu sandım… anneee…”
“Seni unutabilir miyim ben? Yanlış anladım, beni affet, lütfen! Tren garında bekledim, ablan öyle söylemişti ama nedense otobüs buraya gelmiş!”
“An-ne…”
“Sana söz veriyorum. Bir daha seni asla, hiçbir yerde yalnız bırakmayacağım! Duyuyor musun? Bir daha asla! Biz birlikteyiz… sonsuza dek birlikte…”
Liliya, kızını sımsıkı kucakladı ve uzun süre bırakmadı. Kendi içindeki duygularını da serbest bıraktı, doyasıya ağladı. Kızının geleceği için, onları terk eden kocasına, sahip olmadığı zenginlikler için iki değerli hazinesini kaybeden adama öfkeyle ağladı.
“Korktun mu yavrum?”
“Evet…”
“Eğer ben gelmeseydim ne yapardın?”
“Ben mi?”
“Evet, sen…”
“Gişede oturan ablaların yanına giderdim. Annem beni karşılamaya gelmedi, şimdi ne yapmalıyım, derdim. Bana ‘Neden yalnızsın?’ diye soranlar oldu. Ama kimseye uymadım, “Ben yalnız değilim, annemi bekliyorum” dedim…”
Gülümseyerek karanlık terminalden dışarı çıktılar… Yeni bir hayatın habercileri… Güvercinler…