HaftanınÇok Okunanları
TANER GÜÇLÜTÜRK 1
FATİH SULTAN YILMAZ 2
OSMAN BEYHAN GÜMÜŞ 3
FEYZA TUĞÇE FIRAT 4
KEMAL BOZOK 5
ENVER SALİHOĞLU 6
Özge Züleyha Ömeroğlu 7
Bazı hatıralar yıllar geçse de hiç unutulmaz. Belleğimize derin yer etmesinden midir, yoksa o önemsediğimiz anları değişik vesilelerle çevremize anlatmamızdan mıdır bilinmez, hayatın bazı kesitleri, adeta dün yaşanmış gibi tazeliklerini korurlar.
Benim Ulupamir köyüne ilk seyahatim de bu tarz hatıralarım arasındadır.
Daha sonra değişik vesilelerle defalarla gitmiş olmama rağmen o gidişlerimin vesilelerini bile zor hatırlıyorum.
Ama ilk seyahat, o başkaydı.
Yıl 1988.
Van’a gitmeden, daha Ankara’dayken yapmayı planladığım işlerden birisi de Ulupamir köyüne yerleşen Kırgızları ziyaret etmek ve özellikle son Kırgız Hanı Rahmankul Hanı, tanımaktı.
Bu heyecanımı çevremle paylaşıyorum. Onların bu fikrime gıptayla baktıklarını fark ettikçe, Ulupamir’e gitme arzumu tekrar etmek hoşuma gidiyor.
Bir vesile yine Ulupamir’den bahsettiğimde o yıllarda İstanbul merkezli Türkistan Araştırmaları Vakfı’nın Başkanlığını yürüten daha sonraki yıllarda milletvekili ve bakan da olan Prof.Dr. Ahat Andican Hoca birkaç duvar takvimi verdi ve Rahmankul Hana kendisi adına bu hediyeleri vermemi söyledi.
Türkistan Araştırmaları Vakfı’nın bastırdığı takvimler, Türk Dünyası ile ilgilenenler için pek revaçtaydı. Takvimler bir anlamda referans mektubu gibiydi.
Van’a Mart ayının üçüncü haftasında gelmiş ve o günden itibaren de Ulupamir’e gitme planlarına yapmaya başlamıştım.
Benim Rahmankul Hanı merak ettiğimi öğrenen dostlarım, oğullarının ressam ve heykeltıraş olarak Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde çalışmakta olduklarını söylediler.
Şaşırmıştım doğrusu. Hayat serüvenleri hakkındaki algım, Dünyanın damı diye tarif edilen ve yeryüzünde yerleşimin olduğu en yüksek platoların birinden gelen bu Kırgız grubunun arasından ressam ve heykel alanında sanatçıların bulunasını yadırgamıştım.
Ressam Malik Kutlu ve Heykeltıraş Ekber Kutlu’yu Van şehir merkezindeki evlerinde ziyaret ettik.
Son Kırgız Hanının şehzadeleri ile tanışmaktan dolayı heyecanlıydım.
Hanlık kurumunun, Hanın Türkiye’ye gelmesinden sonra da devam edip etmeyeceğini merak ediyordum.
Rahmankul Han ve bir grup Kırgız Sovyet ihtilalinden sonra Kırgızistan’ı terk etmiş ve Doğu Türkistan’da bazı yerlerde geçici olarak kaldıktan sonra Afganistan’da Pamir yaylalarına yerleşmişlerdi. Sovyet döneminde adeta bir sürgün hükümeti gibi, Pamir yaylalarındaki varlıkları, kimi Kırgızlar için bir siyasi alternatif gibi görülmüştü. Belki de bu yüzdendir, Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal ettikten sonra kendisi için tehlike olarak gördüğü bu grubu rahatsız etmiş, onlar da Pakistan’a göç etmek zorunda kalmışlardı.
Türk Büyükelçiliğine yaptıkları başvuru ile dönemin hükümeti Türkiye’ye getirilmelerine karar vermişti.
Şimdi Son Kırgız Hanı ve şehzadeleri Türkiye’deydi.
Bu durum bir yönüyle önemli bir siyasî araç olarak kullanılabilirdi. Acaba Türkiye, böyle bir imkanı bugün veya gelecekte değerlendirmek isteyebilir miydi?
Genç ve atak düşüncelerimle bu konuda düşünceler üretmeye çalışıyordum.
Ömrümde ilk deva gerçek şehzadelerle tanışıyordum.
Şehzadeler bizleri büyük nezaketle evlerine buyur etmişlerdi.
Bir apartmanın ikinci katında bir dairede yaşıyorlardı. Dairenin içindeki masa sandalye gibi birkaç modern eşyanın dışında, salon genel olarak bir Kırgız otağı gibi döşenmişti.
Yer minderlerine oturup sohbet ilerleyince uygun bir vesile bulup başından beri hep aklımda olan soruyu sordum:
“Rahmankul Handan sonra han kim olacak?”
İki kardeşten büyük olanının adı Malik’ti, yani sahip demek. Elin, yurdun, kültürün sahibi. Han olmak için gayet iyi seçilmiş bir isimdi: Malik Han.
Küçük kardeşi ise Ekber. Tarihteki Ekber Şah gibi Ekber Han ismi de kulağa gayet etkileyici geliyordu.
Verilen cevabı hiç beklemiyordum doğrusu;
“Hiçbirimiz” dediler. “Babamız Kırgızların son hanı olacak o kendisiyle birlikte hanlığı sonlandırdı. Ondan sonra han olmayacak.”
Rahmankul Han, tacın getirdiği sıkıntılardan evlatlarını korumak istemiş olmalıydı. Madem demokratik bir ülkenin vatandaşı olmuşlardı, o da “hanlığı” sonlandırmıştı. Belki de bunu Türkiye’ye saygısından yapmıştı. Veya bunların hepsi ve belki bizim aklımıza gelmeyen başka da sebeplerle kendi hanlığına son verme kararı almıştı.
Verilen cevabı anlamıştım ama kabullenmekte zorlanıyordum.
“Yani sizler şimdi şehzadeler değil misiniz?”
“Evet biz artık şehzade değiliz. Hanımızın kararı bizleri bu şerefli ama bir o kadar da ağır sorumluluktan kurtardı. Biz Yüzüncü Yıl Üniversitesi personeli sanatçılarız” dediler.
Biz de onları evimize davet ettik ve o akşam güzel arkadaşlıkların temelleri atılmış oldu.
Bu karar, benim Rahmankul Hanı tanıma isteğimi daha da artırmıştı.
Havaların ısınmasını beklemeye başlamıştım.
Aslında Ulupamir Köyünün kurulduğu bölge hakkında bilgim vardı. Köy, Altındere Harasının arazisinden bir bölüm alınarak kurulmuştu. Altındere Harası yetiştirdiği Arap atları ile meşhurdu. Tayın doğduğu ve yetiştiği yerin rakımı ne kadar yüksek olursa, akciğerleri de ona paralel olarak iyi gelişir ve büyük akciğerler sonraki hayatında katılacağı yarışlarda ona önemli ayrıcalık sağlardı.
Ben henüz bu bölgeyi görmemiştim. Denizden yüksekliği 1800 metre civarında olan bu plato acaba Pamir yaylalarına benziyor muydu? Yüksekliği ve genişliği Pamir kadar büyük olmasa da yine de vatan hasretine bir nebze çare oluyor muydu?
Nihayet Mayıs ayı gelmiş, baharla birlikte havalar da ısınmıştı.
Artık Ulupamir’e gitme zamanını daha fazla geciktirmemeliydik.
Bir hafta sonu dostum Erol Baytok ile birlikte Ulupamir Köyüne gitmek üzere yola çıktık. Bizimle birlikte Fakülteden bir Suphi adında arkadaşımız daha geliyordu ama o Altındere Harasında araştırma yapmak üzere gidiyordu.
Altındere Harası Erciş’e 17 kilometre uzaktaydı biz onu indirdikten sonra 3-4 kilometre daha gidecektik.
Suphi daha önceden Haraya gidip geldiğinden köy dolmuşlarının duraklarını, oralara nasıl gidildiğini biliyordu. Ulupamir Köyüne ulaşım aynı yol boyunca yerleşen 4-5 köyün ortak dolmuşları ile oluyordu. Mağara Deresini takip ederek giden yolda dolmuş yolcular indirerek çalışyordu.
Maalesef, Rahmankul Hana geldiğimizi haber verme imkanımız yoktu. Onlar da Ulupamir köyüne yeni yerleşiyorlardı ve köye henüz telefon bağlanmamıştı.
Davetsiz ve habersiz konuklar olarak nasıl karşılanacağımızı da merak ediyorduk. Bir aksilik olursa Altındere Harasına gelip oranın misafirhanesinde kalmayı planlıyorduk. Ahat Hocanın gönderdiği takvimleri de yanıma almıştım. Bu hediyenin güzel karşılanma katkı sağlayacağını düşünüyordum.
Erciş’de köy dolmuşlarının kalktığı durakta hangi dolmuşun Ulupamir’e gideceğini sorduğumuzda, bize dolmuşu gösterenler;
“Orayı bir yabancı da soruyordu. Buralardadır. Belki ona da yardımcı olursunuz” dediler.
Biz zaten habersiz gidiyoruz, bir de “yabancı” ekleniyordu. Bu durum hiç hoşumuza gitmemişti.
“Kimmiş, sordunuz mu?” dedik.
“Valla bilmiyoruz ama Amerikalı mı, İngiliz mi emin değiliz. Ama Türkçeyi çok az biliyor” dediler.
Yabancıdan rahatsızlığımız yeni sebepler eklenmişti.
Çok geçmeden merak ettiğimiz “yabancı” Ulupamir dolmuşunun yanına geldi.
Amerikalıydı. İki yıl önce bir dergide Pamir Kırgızları hakkında makale okumuş. Dediğine göre sosyoloji doktorası yapıyordu ve saha çalışmaları için üniversitesi onu İstanbul’a göndermiş. İstanbul’da bir gazetede Pamir Kırgızlarının Van’a yerleştirildiklerini okuyunca o da gidip ziyaret etmek ve onları yakından tanımak istemiş.
Yirmili yaşlardaki Amerikalı kırık bir Türkçeyle konuşuyordu.
Erol’la bu durumda, onun doluşa binmesini engellemek de dahil ne yapmamız gerektiğini değerlendirmeye başladık. O güzergaha her gün tek dolmuş vardı. Sonra biz onu bu dolmuşa bindirmesek bir sonraki dolmuşla gelecekti. Kolombiya’dan Van-Erciş’e kadar gelen birini durdurmanın kolay olmayacağı hatta biraz da saygıyı hak ettiğini düşünerek onu da aramıza aldık.
Artık dört kişi olmuştuk.
Dolmuşun dört kişilik en arka koltuğuna oturduk.
Tecrübeli dolmuş şoförü, yolcular eşyalarını dolmuşun üzerine monte edilmiş bagaja bağlıyorlardı. Büyük torbalar, iri çuvallar hepsi minibüsün üstüne bağlanmıştı. Amerikalı arkadaşımızı hayretler içinde bırakan iki yük daha vardı: Şoför yolcuların Erciş’ten satın alıp köylerine götürmek istedikleri iki koyunu da bagaja bağlamıştı. Amerikalı hiç durmadan kırık Türkçesiyle; yol boyunca,
“İnandırılamayacağım! İnandırılamayacağım!” demeye devam ediyordu.
Ülkesine döndüğünde bu yolculuğunu anlatacağı dostlarını, inandıramayacağını düşünerek durmadan aynı kelimeleri tekrar ediyordu.
Mağara Deresini takip ederek dağlara doğru tırmanan dolmuşumuz Altındere Harasına vardığımızda Suphi, köyde nasıl karşılanacağımıza dair endişelerimizi bildiği için “ben misafirhanede yerlerinizi ayırtıyorum diye şakalaşarak dolmuştan indi.
Yolumuz azalmış heyecanımız iyice artmıştı.
Çok geçmeden dolmuş bizi de Ulupamir Köyünde indirdi.
Bizi görenler, Kırgızca
“Hoş geldiniz” diyorlardı.
Erol da Nogay kökenli Kırım Tatarı olduğu için Kırgızca’yı anlamakta zorluk çekmiyordu. Ayrıca o, birkaç nesil önce Kırım’dan göç eden ailesinin hikayesi ile Kırgızların göçü arasında bağlantı kurarak Ulupamir’i başka duygularla ziyaret ediyordu.
Ben de Kıpçak Türkleri ile konuşmanın sırlarını çözmüştüm.
Köy küçük bir vadide yerleşmişti. Bütün evler birbirinin aynıydı: İki katlı betonarme binaların alt katları hayvanlar için üst kat aileler için tasarlanmıştı.
Rahmankul Hanın evini sorduk. Gösterdiler. Hatta sorduklarımızdan birisi bizi eve götürdü.
Dolmuştan indiğimiz yere göre derenin karşı tarafındaydı.
İki Türk bir Amerikalı, Rahmankul Hanın kapısının önündeydik.
Bizi eve getiren rehberimiz kapıyı çaldı ve çıkan kişiye bizlerin Rahmankul Hanı ziyaret etmek için geldiğimizi söyledi.
Kapıyı açan kişi kadın mıydı, erkek miydi hatırlamıyorum. Hatta biz onu kapının aralığından pek de iyi göremedik.
Beklememizi işaret ettiler.
Heyecanımız iyice artmıştı. Acaba Han evde miydi? Bizi kabul edecek miydi?
Çok geçmeden seyrek sakallı, güleryüzlü, zayıf, uzun boylu bir kişi kapıya gelerek bizi içeri davet etti.
Bu Rahmankul Handı.
Salonda oturduk. Kendimizi ve Amerikalıyı tanıttık. Türkistan Kültür Vakfı’nın takvimlerini de verdim.
Takvimin üzerinde bir Türkistan haritası vardı. Uzun uzun haritayı inceledi ve bize parmağıyla Kırgızistan’da nerede yaşadıklarını, oradan Doğu Türkistan’a sonra da Pamir’e hangi yolla gittiklerini anlattı.
Harita onu çok uzaklara götürmüştü.
Sonra Pakistan’da kamplarda yaşadıklarından bahsetti.
“Pamir yaylaları yüksek ve serin, Pakistan ise aksine çok sıcak ve kamplar yaylaların temiz çevresinin yayında pek de temiz sayılmaz” dedi.
Kamplarda çok insan kaybettiklerini ve o yüzden Türkiye’ye geldiklerinde Pamir’in iklimine benzer bir yer olsun diye talepte bulunduklarından bahsetti.
Sohbet devam ederken çaylar ve ev sahibinin ikramları devam ediyordu.
Evin hanımları ve kızları, çay ve diğer ikramlarını hazırlıyor ama bizim bulunduğumuz bölüme girmiyorlardı. Anadolu tabiriyle Rahmankul Hanın evinde haremlik-selamlık düzeni uygulanıyordu ama o kadar doğal bir hayat tarzı halini almış ki, biz böyle bir düzenin uygulandığını uzunca bir süre solanda misafir olduktan sonra anlayacaktık.
Devlet tarafından Kırgız Türklerinin iskanı için yaptırtılmış bu birbirinin aynı olan bu evlerin diğerlerindeki atmosfer nasıl onu görme imkanımız olmamıştı ama içinde bulunduğumuz evin salonun bir han otağındaki ağırlık, vakar, disiplin, töre ve görgü ile dolu olduğunu ifade etmeliyim.
Rahmankul Han, son derece mütevazi, genç misafirlerine izzet ikramda bulunan bir davranışlarıyla beraber otağında görmüş geçirmiş, zorlu seferlerden yeni dönmüş lider olarak oturuyordu. Bütün halleri ve davranışları büyük bir doğallık içindeydi.
Sohbet sürerken çaylar, Anadolu’da adına pişi denilen böreklere benzer börekler ikram edildi. Ben de ilk sütlü çayı ve ilk sütlü tuzlu çayı Rahmankul Hanın evinde onun ikramı ile bu ziyarette içtim.
Çay ikramı başladığında yanında süt de getirmişlerdi. Çayın sütle karıştırılarak içildiğini duymuş ama hiç içmemiştim.
Bu durumu kendisine anlattığım Rahmankul Han, çayla süt karıştırılınca bazen şeker yerine tuz ekleyerek içmeyi tercih edenlerin de olduğunu söyledi ve ben ilk sütlü çayımı onun yönlendirmesiyle tuz ekleyerek içtim. İkinci piyaleyi ise şekerle içtim. Doğrusu benim tercihim şekerliden yana oldu.
Rahmankul Han, Amerikalı araştırmacıyı bazen soru sorarak, bazen mimikleriyle sohbetin içinde tutuyordu. Ama o son derece şaşkındı: Hiç habersiz gelinen evde, üç genç, günlerdir beklenen konuklar gibi özenle misafir ediliyordu.
Rahmankul Hana, Afganistan’ı, etnik çatışmaları, Pakistan’daki kampları ve aklımıza gelen tüm soruları soruyorduk. Ben o yıllarda Ankara Türk Ocakları aracılığıyla düzenlenen Afganistan Türklerine Yardım Kampanyasını ve diğer gelişmeleri yakın takip etiğimden Afganistan’da yaşananlar hakkında ortalama bir Türk gencine göre çok bilgi sahibiydim.
Şimdi düşünüyorum da Amerikalı da, Türk gençlerinin Afganistan’da yürütülen mücadele hakkında bu derece bilgi sahibi olmasına herhalde çok şaşırmıştır. Bizim onun hakkında istihbarat ilişkisine kadar vardırdığımız zanlarımıza, benzer şeyleri herhalde o da bizim için düşünmüştür.
Pamir platosu Afganistan’ın Çin’le bağlantısının olduğu bölgedeydi ama Rahmankul Han, Afganistan’ın her bölgesindeki etnik grupların hallerinden, onların içinden çıkmış teşkilatların tutumlarından, kimin kiminle hareket ettiği veya çatıştığından haberdardı. Ülkelerin ve uluslararası güçlerin Afganistan’daki emelleri konusunda da çok açık fikirleri vardı.
Bu konudaki sohbet ilerledikçe Rahmankul Han’ın yalnızca cemaatinin lideri değil nitelikli bir siyasî lider olduğunu da kavuruyorduk.
Gençliğin verdiği coşkunlukla kanımız hızlı akıyor onun bu yüksek siyasî vasıflarını gördükçe heyecanımız artıyordu. Acaba kırıcı olur muyum endişesiyle birkaç kez sormaktan vazgeçtiğim, bugün de hatırladıkça tebessüm ettiğim soruyu kendisine yöneltim:
“Neden bağımsızlık ilan etmediniz?”
Önce bana baktı, sonra bütün ciddiyetiyle,
“Bağımsızlık ilan etmek zor değildi fakat onu nasıl koruyacağımızı düşünerek ilan etmedik”.
Son derece etkileyiciydi ama bir önemli sorum daha vardı:
“Hanlığın sizinle birlikte sonlanacağını buyurmuşsunuz. Neden?”
“Biz artık Türk vatandaşıyız. Türkiye demokratik bir ülke. Onun kanunlarına saygı duymalı ve ona göre yaşamalıyız. Demokratik bir ülke de han olur mu?
İkinci bir sebepse, bir gün Sovyetler Birliği yıkılacak. Kırgızistan kendi yolunu çizecek. Bizim hanlığımız o yolun çizilmesine zarar vermesin istiyorum.”
Bu sohbetin üzerinden üç yıl geçmişti ki, Sovyetler Birliği dağıldı ve Kırgızistan bir cumhuriyet olarak kendi yolunu çizdi.
Hey koca Han!
Adeta Dünyanın balkonu Pamir’den, sonrada Ulupamir yaylasından yeryüzünde olup bitenleri kuş bakışı seyrediyormuşçasına açık görüyordu.
Yorulmadan sorularımız cevaplar verip bizim değerlendirmelerimizi dinlediği sohbet o kadar uzadı ki, köyün diğer kısımlarını hiç göremeden bizim için hazırlanmış kar gibi temiz çarşafların serildiği yer yataklarında geceyi Han’ın evinde geçirdik.
Amerikalı, yaşadığımız her anı şaşırarak izliyordu; bambaşka bir dünya kesitinde yaşadıklarına arkadaşlarını inandırması gittikçe zorlaşıyordu.
Bizse kendi töremizi yaşamanın rahatlığı içerisinde gösterdikleri yüksek ev sahipliği için Rahmenkul Han ve ailesine müteşekkirdik.
Sabah kahvaltıdan sonra Rahmankul Han’la vedalaşıp kısa bir köy gezisinden sonra Altındere Harasına doğru yola çıktık.
Sonraki zamanlarda birkaç kez daha Ulupamir köyüne gittim.
Hatta TRT’de yayınlanan bir Ulupamir Belgeselinin de metin yazarlığını yaptım.
Fakat Ulupamir’e o ilk gidişimin hatıraları bugünkü gibi tazeliğini koruyor.