HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
Osman Çeviksoy 2
SALIM ÇONOĞLU 3
İ. M. Galimcanova 4
Gülzura Cumakunova 5
Kader Pekdemir 6
Kardeş Kalemler 7
Geçmiş yılların birinde Abdülaziz Molla okumak için İstanbul’a gitmişti.
Köyün efendisi “Hıfzetmeyi, ilmihali Kırım müderrislerinden iyice öğrendikten sonra biraz da İstanbul’un “fennini” öğrenirsen merhum Kadı Celâl gibi kuvvetli bir kişi olursun.” demişti.
Abdülaziz Molla, pasaportunu çıkartıp, iskelede eşyasını çaldırıp, vapura binip İstanbul’a gittiyse de hemen gene medrese tatilinde öşürcülük yapmak için Kırım’a dönmeyi düşündü. Kırım’a sıcak bir yaz günü geldiğinde fikrini değiştirdi; bir araba, bir at bulup öşür toplayacak parası yok, çok düşünse de yaz geçip gidecek. Ne yapsın, ne yapmasın? En sonunda yakın Çongar köylerinden birine gidip ırgatlık yapmaya razı oldu. Bu harman yeri köyde adı geçen beylerden Porsuklu Cebbar Çelebi’nindi. Abdülaziz artık “İşte bu!” dediğimiz mollalarımızın çoğu gibi yirmisini geçmiş olsa da medreselerde, vapurlarda biraz elinden, biraz belinden gücünü kuvvetini kaybettiği için ırgatlıkta pek faydalı olacak gibi değildi. Kendisi gizemli bir üslupla konuşma ve metin okumada her zaman birinci sıradaki mollalardan olsa da güreşme, yeme-içmede medrese “büyüklüğüne” lâyık bir yeri yoktu.
Buna rağmen “güç-kuvvetin elden değil, gönülden geldiğini” bilen yiğitler harman yerinde “Hoş geldin, molla! İşte tırmığın, dirgenin! Üstüne işaret koy, başkalarınınkiyle karışmasın!” diyerek pek güzel karşıladılar. Sadece davarcının karısı Zübeyde sözünü kısa kesemedi:
İşte zavallı Abdülaziz Molla’nın en az beş altı aylık yıldızı böyle bir kadının eline düştü.
Irgatlar gece karanlığına kadar çalışır, sonra harman yerinin yanındaki buğday, arpa, yulaf yığınlarının dibine gidip yemeklerini yer, içlerinden gücü-kuvveti yerinde olanlar kaval çalar, şarkı söyler; çok yorulanlar da hemen başlarının altına sarığını koyup tatlı, rüyasız, kâbussuz bir uykuya dalarlardı. Sabahın serinliğiyle daha Çoban Yıldızı batmadan, herkesin iş başında olması gerekiyordu.
Herkes yatıp uyusa da Abdülaziz’in gözüne hemen uyku girmezdi. “Her şeyi bu biçimsiz köylüyle birlikte yapmam gerekiyor, hiç olmazsa onlarla beraber uyumayayım!” diyordu.
Sonra ona göz kırpan yıldızlar da, yavaş yavaş uyuyanların üstüne basıp gidiyormuş gibi yaklaşan bulutlar da uykusunu çekip alıyorlardı.
Gözlerini yıldızlara çevirdiğinde sanki onların üstüne çıkıyor, oralardan her şeyi, herkesi, her zamanı görür gibi oluyordu. Göğüs geçirip “Hey gidi hey.. Nice devirler, alimler, mollalar gelip geçti bu yıldızların altında. Ne kadar düğün, ne kadar cenaze oldu. Aslında bu dünya ne? .. Dünyanın sınırı nerede? Rus kim? Çin neresi? Ya Tatar kim?.. Bu yıldızlar, kimin gözleri? Neye bakıyorlar, ne arıyorlar?.. Neler oldu, ne kadar insan gelip geçti?.. Bu yıldızlar daha kimi bekliyorlar?” Düşünür, sonra aklı yıldızlardan ayrılıp karşıki kırda taşları karma karışık duran köy mezarlığına giderdi. O zamanlarda gönlünde o kadar büyük, ateşli bir öğrenme, her şeyi bilme isteği, dileği uyanırdı ki şimdiye kadar hiçbir kitabı, hiçbir dersi okurken bu kadar öğrenme, bu kadar anlama arzusuna kapıldığı olmamıştı.. “Zübeyde Abla’nın bütün köyün içini, dışını, varını, yoğunu bildiği gibi, bütün dünyanın aslını, neslini bilen birini bulsam da sorsam, sorsam..” derdi içinden.
Bir gece, böyle düşüne düşüne:
“Sen bu sırrın aslını öğreneyim dersen,
Başta çıkar günahını gönlünden..”
diye bir beyit geldi aklına. Ertesi gün yük arabasının altında karpuz yerlerken çoban Kurt Nebi’ye, sığır çobanı Abdülhalim’e, ırgatlardan birkaçına bunu söyledi. Onlar kahkahalarla güldüler; o sırada Zübeyde Yenge de elinde kahve cezvesiyle geldi. “Eeeee, ne gülüşüyorsunuz? Söyleyin biz de gülelim!” dedi kendini birkaç kişi sayıp.
“Sen bu sırrın aslını öğreneyim dersen,
Başta çıkar günahını gönlünden..”
Zübeyde Abla bir sinirlendi, bir sinirlendi:
Abdülhalim Ağa:
Daha konuşacaktı. Abdülaziz “Sığır çobanı kadın beyitten, şiirden ne anlayacak; kaba, düşünmeyi bilmeyen, fikirsiz bir halkın içindeyim.” diye düşünüp tırmığını alıp işine gitti.
Ondan sonra nereden bir kız kaçsa Zübeyde Abla: “İşte o Abdülaziz bir şeyler yazmıştır “kara kaşlım, elâ gözlüm” diye, araya girip fitne vermiştir, sen onun başka neler bildiğini bir bilsen..” Çocuklar başka nerede çirkin bir mani, türkü söyleseler: “Abdülaziz’den mi öğrendiniz…?.” deyiveriyordu. Irgatlar bazen kızdırmak isterlerse: “Sır” diyorlardı. Zübeyde tutulacak, bağlanacak gibi olmaz deli oluverirdi.
O günden beri Abdülaziz’in ne çamaşırını iyi yıkadılar, ne de aşına suyuna baktılar. Lâkin Abdülaziz’in de inat damarı tutmuştu. Gene vaktinde uyumuyor, gene aynı şekilde düşünüyor, sonra da beyitler yazıyordu. Artık kendisine kâğıt, kalem almış onları yazmaya başlamıştı..
***
Bir gün Cebbar Çelebi’ye şehirden hacılar, çelebiler misafir geldiler. Zübeyde Abla da artık dedikodunun, sırrın haddi hesabı yoktu. Akşam serinliğinde harman yerine çıktılar.. Cebbar Çelebi, Abdülaziz’in “İstanbul mollası” olduğunu biliyordu. Kesesinden bir “Tercüman” çıkarıp: “Oku, bakalım, ne yazıyormuş!” diyerek Abdülaziz’e verdi. Zübeyde Abla da yanlarındaydı. Abdülaziz gazeteyi su gibi okudu, sonra da ayrıca Avrupa’nın, yedi devletin işleri hakkında bilgi verdi. Cebbar çelebi pek şaşırarak:
Cebbar Çelebi, sonradan görme çelebiler gibi olur olmaz şeye “aferin” demezdi. Abdülaziz’in peş peşe “aferin!”ler alması bütün ırgatların göğsünü kabarttı.
Abdülaziz elbisesinin iç cebinden birkaç kâğıt çıkarıp birisini okudu:
“Biz Tatarız, işimiz iyi gitmiyor..
Günahımız çok Tanrı affetmiyor..
Başka halklar zenginleşiyor, yurt kuruyorlar,
Bizim paramız bir günlük düğüne yetmiyor..”
Cebbar Çelebi: “ Hay ölmüşlerinin canına rahmet! Çok güzel! Sen onu yazıp “Tercüman”a gönder, Gaspıralı onu basar. Geçen hafta Akmescid kasaplarının bir davası vardı, yazıp yolladılar, hemen bastı.. Yaz yolla.. Bakın öğrenin, öküzler, kişi ırgat olsa da okuyup yazmayı öğrenebilir..”
Irgatlar hemen Çelebi Efendi’nin gözüne bakıp: “Çelebi Efendi çok doğru söylüyor, gerçekten de bizim paramız bir düğüne değil, bahşişe bile yetişmiyor! Gaspıralı’ya yazsan o onu ne yapacak. Bu derde bir çare bulsa bulsa Çelebi Efendi’nin kendisi bulur!” dediler. Çelebi, Zübeyde Abla gibi ateş püskürmeye başladı:
Çelebi gider gitmez Zübeyde Abla ağzını açtı:
O akşam bütün ırgatlar Abdülaziz’in ekin yığınının altında toplandılar, Orakçı Kurt Mambet Ağa köyün, yakın köylerin eski ozanlarını anlattı. Zübeyde Abla, oğmaç çorbasına yağ da koymuş, yoğurt ta eklemişti. Abdülaziz’e bir de tavuk budu getirdi. Gençler peş peşe sen de iç diyerek tütün kutularını uzatıyorlardı. O gece Abdülaziz’in beyiti Zübeyde Abla’dan yaşlı orakçıya kadar herkesin gönlünü aldı. Cebbar Çelebi bu beyiti çok çabuk unutmuştu. Zübeyde Abla ve ırgatlar yıllarca unutamadılar. Abdülaziz ise yıllarca:
Budapeşte, 2.2.1920