Hayalleri Ertelemek


 01 Kasım 2024

 

                    Gençti… 

               Ertelemek istemediği hayalleri, geleceğe dair düşleri vardı. 

                Ancak her şey Kafdağı kadar uzaktı. Hayat çetin, ömür kısaydı. 

         Hayallerinden vazgeçmedi. Umutsuzluğa düşmedi. “Bir gün mutlaka” diye başlayan cümleler kurdu hep. 

                O, biliyordu ki azimde zafer, yeiste mağlubiyet vardı. 

               Azimliydi… 

               Hayallerinde yalnız değildi.  

                 “Onlar istiyordu ki dört beş dönüm bir arazileri olsun. Üstünde mavi kanatlı güvercinlerin savrulduğu, bir villa… Şehrin dışında ama şehre yakın. Fabrika dumanları, şehrin gürültüsü, egzoz gazları olmasın. Balkonlarında gökkuşağı sarmaşıklar gülümsesin. Bahçesinde her çeşit meyve çiçek açsın: portakal, mandalina, çikolatalı hurma, mürdümeriği, elma, kayısı, caneriği… Sonra teyeklerin arasından sarkan kabarcık üzümler… Ve bahçenin bir köşesinde beş altı kovan arı… 

          Çocuklarının ayakları toprağa değsin. Horozun ötmesini, köpeğin havlamasını, ineğin böğürmesini duysunlar. Yeşil soğan, kıvırcık marul, çiçeği burnunda salatalık, maydanoz, mor reyhan, nane, roka sofralarına bahçelerinden gelsin. Yine istiyorlardı ki: “Yumurtalarımızı kümesimizden, petek balımızı kovanımızdan biz alalım. Her gün köyden getirilen taze süt içsin çocuklarımız. Sarışın ışıkların düştüğü balkonumuzda kahvaltımızı birlikte yapalım. Dolunaylı gecelerde çaylarımızı birlikte yudumlayalım. En güzel kahkahalarımızı orada atalım. Misafirlerimiz olsun. Onlara bahçemizden tatlı nar, ballı incir ikram edelim. 

        Evimizde bin bir çeşit kitapların yer aldığı çam kokulu bir kütüphane kuralım. Uzun kulaklı, uzun tüylü, gözleri ışıl ışıl yanan bir köpeğimiz olsun. Bizi ayak seslerimizden tanısın. Her gün akşam bahçe kapısının arkasında bütün şımarıklığı ile yolumuzu gözlesin. 

       Güneşi biz uyandıralım.” 

       Sahi çok mu lükstü bahçe içinde bir villa hayal etmek… Çeşit çeşit meyve ağaçları dikmek… Havuzda kuğuların dansını seyretmek… Çok mu hayalperesttik veya çok mu zordu bütün bunları gerçekleştirmek?” 

      Beton bloklar arasına sıkıştırılmış bir hayatı istemiyorlardı. Çimento solumak, asfalt yemek istemiyorlardı. Kalabalıklar arasında maskeli balodaymış gibi dolaşmak istemiyorlardı. 

        Onlar, bir masal kurmuşlar ve o masala inanmışlardı. 

        İnanmak, başarının yarısı değil miydi?   

         Hayallerini ertelemek istemiyorlardı. 

        Ancak aldıkları maaş belliydi. Bütün bunları maaşlarından arta kalanlarla gerçekleştirmek çok zordu. 

… 

       Karar vermişlerdi: Yurt dışına öğretmen olarak gidecekler, para biriktirip öyle döneceklerdi. Kurdukları bu rüyayı başka nasıl gerçekleştirebilirlerdi? Henüz gençtiler, bir çocukları vardı. Hayat kendilerini ıskalamadan onlar hayatı kontrol etmeliydiler. 

         O sene Bakanlığın açtığı yurtdışı sınavlarına birlikte girdiler. Azmin elinden ne kurtulur? Sonuçlar açıklandığında sevinçten uçuyorlardı. Bu başarı, kurdukları o büyülü masala bir adım daha yaklaşmak demekti. Artık hiçbir şey uzak değildi. Villa uzak değildi.   Gökteki yıldızlara dokunabilirlerdi.  Ay dedeye el sallayabilirlerdi. 

             Özü özlerine, dili dillerine benzeyen bir ülkeye gideceklerdi: Kırgızistan… Bozkır çehreli, çekik gözlü soydaşlarının diyarı... Alışkın olmadıkları çileli, zorlu bir hayat… 

           Soydaşları da olsa gurbetti işte. Tam beş yıl Tanrı Dağları’nın karlı eteklerinde öğretmenlik yaptılar. Sarı Özek bozkırlarında Sıcak dostluklar kurdular. 

           Nihayet dönme vakti geldi.   

         “Ihlamurlar çiçek açtığı zaman” ne güzel bir şiirdi. 

           Gözyaşları içinde vedalaştılar.         

           İçlerinde taşıdıkları cemre hiç sönmemişti. Bahçe içinde yükselen o mavi villa yıkılmamıştı. Balkonu kuşatan gök kuşağı sarmaşıklar hiç solmamıştı. 

         Yememişler içmemişler. “İşten değil, dişten artar.” Demişler, belli bir miktar parayla Türkiye’ye dönmüşlerdi. 

… 

          Herkes onun toprağa olan coşkusunu biliyordu. Israrla “Toprak al, narenciye dik, çiftçilik yap!” diyorlardı. Çünkü herkes mandalina dikiyor, verimli bahçeler oluşturuyor, en az dört yıl sonra ciddi kazançlar elde etmeye başlıyordu.  “Toprak bereketti, toprak anaydı…” 

         Oysa onun aşkı başkaydı. Çiftçilik, onun hiç tecrübesinin olmadığı bir alandı. Amacı üç beş dönüm arazi üzerinde kendi kozasını örmek ve yaptıracağı villada ailesiyle birlikte huzuru yakalamaktı. 

         O, tavsiye edilen arazilerin dışında kafasında kurduğu hayale uygun bir yer aradı hep.  O da yoktu. Belki vardı da kendilerine denk düşmemişti. Buldukları yerlerin ise ya ulaşım sorunu vardı ya su… Veya merkeze uzak yerlerdi. İmara kapalı yerler ise zaten tercihleri olamazdı. 

            Nihayet aylar sonra ona bir yer gösterdiler. 

           Yirmi beş dönüm bakımsız bir mandalina bahçesi... Acil satılıkmış. Üstelik fiyatı da uygunmuş. Burayı kaçırma!” dediler. Eşiyle gidip gördüler. Ağaçlar İhtiyarlamış, adeta balta girmemiş ormana dönmüştü. Yıllardır hiçbir emek verilmemiş, böğürtlenlerin, yaban mersinlerinin, gür çalıların kapladığı öksüz kalmış ihtiyar bir bahçe… Önce Ürktüler. “Olmaz!” dediler. “Toprağı, ağacı seviyoruz ama bu bizim içi büyük bir arazi… Üstelik çok zahmetli ve emek isteyen bir yer…”  Aylardan beri aradıkları yer bulunamamış, para ise durduğu yerde değer kaybetmeye başlamıştı.  Ancak bahçe yola sıfır, ulaşımı kolay ve suluydu. Düşündüler, taşındılar, içlerindeki toprak coşkusu üretmek heyecanıyla birleşince satın almaya karar verdiler. 

             Eşiyle birlikte çiftçilik yapacaktı. 

               Bu durum hayallerini ertelemek demekti” Öyle karar aldılar. Hayallerini bir müddet daha erteleyeceklerdi. “Olsun!” dediler. Dört beş yıl sonra daha güçlü geleceğiz. En azından para sorunumuz olmayacak.” 

  Tecrübe ise çok pahalıydı. Hem öğretmenlik hem çiftçilik, ikisi bir arada nasıl yürüyecekti bilmiyorlardı. 

              … 

          Öğretmen, o akşam mülk sahibine kafasındaki projeleri anlattı.         Adam, bir edebiyat öğretmeninin toprak sevincine hayran kalmıştı. Dinledi dinledi, ayağa kalktı. “Ver elini evlat!” dedi. “Ben seni çok sevdim. İşlemleri yarın başlat. Orası senindir. Tam istediğin gibi bir yer. Biraz emek istiyor. İnşallah hayallerin bu topraklarda gerçekleşir. Hayırlı uğurlu olsun!” 

        O gün çocuklar gibi sevindiler.     

         Kurdukları o büyülü dünyayı bu topraklarda gerçekleştireceklerdi.   Başarının sırrı bilgi ve emek değil miydi? Azim ve irade değil miydi? Tecrübe ise yaparak, yaşayarak öğrenmek değil miydi?

        …     

        Öğretmen, büyük bir aşk ve heyecanla işe başladı. 

        Traktörü yoktu. Alet, edevatı yoktu ama azmi vardı. Heyecanı ve bitip tükenmeyen enerjisi vardı. O sabah yerden bir avuç toprak aldı. Kokladı, ta içine çekti.  Sonra güneşe savurdu. “Başaracağım!” dedi. “Başaracağız!” dediler birlikte. Toprak bereketti. Toprak kendilerini bekleyen gül yüzlü sultandı. Ferhat’ın Şirin için dağları delme heyecanıydı.   

       Karısı: “Mehmet,” dedi. “Daha düne kadar şu dünyada bir dikili ağacımız yoktur!” diye üzülürdük. Bak şimdi binlerce ağacımız olacak!” 

      “Sadece ağaç mı?” dedi Mehmet. “Dönüm dönüm topraklarımız var artık.” 

      Tutku böyle bir şeydi. 

 … 

     Önce bir kepçe kiraladı, bütün ağaçları söktürdü. Temizletti araziyi, kitap sayfası gibi düzelttirdi. Kenarlarına demir direkler diktirdi. Dikenli teller çektirdi. Demir, raylı kapılar yaptırdı. 

        Herkes, “Yurt dışından geldi. Hocada para çok!” diyordu. Kimse bilmiyordu ki hocanın cebinde maaşından başka bir şey yok. Bütün aylığını son kuruşuna kadar buraya harcıyor, eşinin maaşıyla da geçiniyorlardı. 

         Köylüler, narenciye fidanları dikmesini beklerken, o herkesi şaşırtan bir kararla ortaya çıktı. Şimdiye kadar o yörede denenmemişi deneyecek, görülmemişi gösterecekti.  Yirmi beş dönümün tamamına badem dikecekti. 

             Duyan herkes, şaşırıyor, hocanın tecrübesizliğine yoruyordu. 

         Hoca, önce gidip ilçedeki ziraat mühendisleriyle konuştu. Tecrübeleri narenciye üzerineydi.  “Burası sıcak bölge... Badem yetişmez. Hem parana hem emeğine yazık olur.” dediler. O, ikna olmadı.  Gitti, Çukurova Üniversitesindeki hocalarla görüştü. İklim ve toprak incelemesi yaptırdı. “Olur!” dediler. “Burada badem olur.” 

          Mersin’den bin kök, torbalı badem fidanları getirtti. Dikim ekibi geldi.  Simetrik ölçülerle badem fidanlarını dikti. Traktörün arkasına takılı su deposundan “can suları”nı verdi. 

 

     Bir edebiyat öğretmeninin çiftçilik yapması, çevre halkının elbette çok tuhafına gidiyordu. Şimdiye kadar gördükleri öğretmen tipine hiç benzemiyordu. Bazıları ondaki bu azim ve özgüvene hayran kalıyor, bazıları da bıyık altından keh keh gülüyordu. Hatta en yakın akrabaları bile “Gelip bize danışmıyor da mühendisler ile iş tutuyor… Mühendis ne anlar çiftçilikten yahu? Bütün amaçları ilaç satmak… Hepsi kalem efendisi… Galiba Hoca’nın biraz parası var, onu da bir heves uğruna çar çur ediyor.” Diyorlardı.  “Çiftçilik nere,  sen nere? Elinde kitap,  ona bakıp çiftçilik yapıyor.” diyenler de vardı. Hatta  “Edebiyat öğretmeninin badem dikmesi gibi...” diyerek mesel getirenler bile oluyordu. 

        O, söylenenleri duymadı, aldırmadı, etkilenmedi. 

        Okuldan çıkar çıkmaz eve geliyor, üzerini değişiyor ve doğru bahçeye gidiyordu. 

        Fidanlar onun çocukları gibiydi. Onlarla yatıyor, onlarla kalkıyordu. Kuruyan her fidan için üzülüyor, yeşeren her yaprak için seviniyordu. Adeta onlarla konuşuyordu.   

       Damlama döşetti. Tutmayan fidanları yedekleriyle değiştirdi. Her gün tek tek kontrol etti. Sulama suyu zaman zaman kasıtlı olarak geciktiriliyordu.  Bidonlarla su taşıdığı günler oldu. O yine de pes etmedi. Yılmadı, yorulmadı. Umutsuzluğa düşmedi.  İçine tonlarca su alacak plastik dev kazanlar kurdurdu. 

         İkinci yıl gökyüzüne uzanan sürgünler arazinin çehresini yeşile boyadı. Köylüler, yoldan geçerken ellerini kaşlarına siper edip bu yeşil denize uzaktan bakıyor ve şimdi de farklı bir yorum yapıyorlardı: “ Biz ‘Badem yetişmez!’ demiyoruz, meyve vermez!” 

          Üçüncü yıl fidanlarda bir iştah bir iştah… Kulaç gibi yeşil sürgünler, meyvenin habercisi çiçekler, gül gibi açılan ağaçlar… Ancak beklenmeyen bir şey oldu. Gökyüzü birden bozdu. Dağları aşıp gelen kirli kara bulutlar büyük bir homurtuyla başlarına dikildi.  Çok geçmeden şimşek çaktı, gök gürledi. Her biri fındık büyüklüğünde şakır şakır dolu yağmaya başladı. Savaş uçaklarından sanki bomba yağıyordu. On dakika içinde bahçe tanınmaz hâle geldi. Bütün emekler boşa gitti. Tufan, o güzelim yeşil denizi mahvetmişti.   Ağaçlar ağlıyor, öğretmen ağlıyordu. 

             Hayal kırıklığı içinde günlerce bahçeye gitti geldi. Baktıkça kahroluyordu. Bu kötü bir mağlubiyetti. Aylarca kimseyle konuşmadı. Ne yapacağını bilmiyordu. 

            Karısının sözleri kırbaç gibi şakladı yüzünde: “Kalk, yerinden doğrul! Mücadele edenler hep kazanamazlar, ama kazananlar hep mücadele edenlerdir!” 

           O sabah şevk ve heyecanla yeniden başladı işe. 

            Sanki her şey üst üte geliyordu.  Bu defa da bazı ağaçlar, kurumaya başlamıştı. Hep düşünüyordu: “Yoksa köylüler doğru mu söylüyordu? Burada badem yetişmez miydi?” 

         Yeşil sürgünler bir gün içinde soluyor, sarı bir gazel düşüyor, yaprakları dökülüyor, ölüp gidiyordu. Öğretmen, sabahlara kadar uyumuyor, ne yapacağını bilmiyordu. Büyük bir umutla ilçe tarıma gitti. Yardım istedi.   “Dikerken bize mi danıştın? Burada badem yetişmeyeceğini bilmiyor muydun? Çiftçilik senin neyine? Git, öğretmenliğini yap!” gibi can sıkıcı sözler duydu. Kahroldu. Her gün birkaç ağaç fire veriyordu. Gitti ilçeden birkaç ziraat mühendisi getirdi. Gösterip inceletti. 

 

           Bazıları “Bu bahçede köstebek var. Köklerini o kemirip yiyor.” dedi. Bazıları da “Bu ağaçlara kanser düşmüş. Bulaşıcıdır. Hepsi kurur gider.” Dediler. En kötüsü de “Badem, yanlış bir tercih. Zaman geçmeden bu fidanların tamamını söktür. Yerine yeni bir mandalina türü var, onu dik. Zararın neresinden dönersen kârdır.” dediler. 

       Kafası iyice karışmıştı. Aylarca ikilem içinde gezdi. Huzursuzdu. Önce afet, sonra maraz… Fidanlar birer ikişer kurumaya devam ediyordu. 

       O pes etmedi. Sordu, soruşturdu. Adıyaman’da “Badem profesörü” adıyla bilinen bir akademisyenle bağlantı kurdu. Durumu anlattı. Hoca,  “Hastalıklı ağaçlardan birinin toprak seviyesinden bir karış aşağıya kadar kabuğunu bıçakla soy. Rengini bana söyle.” Dedi. Öğretmen dediği gibi yaptı. Rengini söyledi: Kahverengi… Tamam dedi Profesör: “Çok basit. Zehirli mantar... Şu ilacı al. Gayet ucuz.” Dediği gibi yaptı. Kurumaya yüz tutan, can çekişen ağaçlardan çoğunu kurtardı. Oysa ziraat mühendisleri kendine çok pahalı kanser ilaçları tavsiye etmişlerdi.         

          Derken bahçeye bu defa da domuz sürüleri musallat oldu. Derdin biri bitmeden, diğeri başlıyordu. Geceleyin, açık ve zayıf yerlerden geçiyor, bahçeye büyük zarar veriyordu. Ağaçların sürgünlerini yemekle kalmıyor, inat edercesine gövdelerini de soyuyordu. Nihayet onun da çaresini buldu. Sınır boyunca elektrikli tel çektirdi. Domuz değmeye görsün, büyük bir gürültüyle patlıyor, elektrik çarpan domuz ya bayılıyor ya da kaçıp canını zor kurtarıyordu. 

      Kısa zamanda çok şey öğrenmişti.  Akülü makas aldı. Budamayı kendisi yapıyordu. Ot biçme makinası aldı. Bahçenin tüm otlarını kendisi biçiyordu. Motorlu sürek makinası aldı. Fidanları etrafını kendisi sürüyordu. İlaçlama makinası aldı. Bahçenin bütün ilaçlamasını kendisi yapıyordu. Kireç aldı. Bütün ağaçların gövdesini kendi boyuyordu. 

         Ah bir de koyun sürülerini gecenin bir vaktinde gizlice bahçeye salan haset çobanlar olmasa… 

         Ah bir de ay ışığında bahçeye gizlice dalıp arılarını çalan köyün hırsızları olmasa…  Dört tarafa foto kapanlar kurdurdu, kamera sistemleri yerleştirildi. Caminin ibriğini dahi çalan bu adi hırsızlara tehditler gönderdi. 

          Ancak günden güne hevesi kırılıyordu. 

         Âdeta öğretmenin hevesini kırmak, çiftçilik yaptırmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. 

           … 

           Öğretmen, bahçenin bütün bakımıyla kendi ilgileniyor, fakat yetişemiyordu.           

         Bu da kendini çok yoruyordu. 

           Bu gün ilk defa annesine dert yandı: “Bunaldım! Dedi. Bahçe beni esir aldı anne. Hayatıma el koydu. Hürriyetimi elimden aldı. Yetişemiyorum artık. Kendime ayıracak zamanım kalmıyor. Sabah ezanıyla kalkıyorum, yorgunluktan gece eve zor düşüyorum. Bu arada okula gidip öğrencilere ders veriyorum. Ben de insanım. Bunaldım artık. Hem bedenen hem manen yoruldum.     Bahçe sürekli bakım ve devamlılık istiyor.”       

           Annesi, oğlunu kaygıyla dinledi. Oğlu devam etti: 

         “Şu benim halime bak. Aynaya bakınca kendimi tanıyamıyorum. Bütün bunlar niçin? Bir hayali gerçekleştirmek için mi? Nerede benim ertelemekten korktuğum hayallerim. Hayatımda ne değişti? Villa dedik,  arıcı barakasına zor ulaştık. Dört yıldan beri tek maaşla geçiniyoruz.   Müracaat edeli aylar oldu şimdi de içme suyumuzu vermiyorlar. 

        Dedim ya yoruldum, nefes alamıyorum.” 

        Annesinin yüreğine ilk defa bir korku demir attı: 

          -Ter kuruyunca, yorgunluk dinlenince geçer. Bahçe, terin toprağa karıştığı yerdir. Bir edebiyat öğretmeni vahşi bir ormandan bir cennet yaratmıştır. Bir devrim yapmıştır. Hiçbir söz, hiçbir olumsuzluk senin hayallerini sürgüne gönderemez. Baban ve ben sonuna kadar yanındayız. Eşin zaten yanında.  Para diyorsan para, emek diyorsan emek… 

     Annesinin sözleri etkiliydi. 

     Öğretmen söylenenleri sessizce dinledi. Asıl söyleyeceklerini demeye cesaret edemedi. 

         … 

       Birkaç gün sonra annesi ve babasını bahçeye çağırmıştı. Ailecek bahçedeydiler. Sabah kahvaltısını birlikte yapacaklardı. 

     -Bakın, dedi annesi. “Şuraya aşı gülleri diktim. Her rengi var.  Güller insanın gönül aydınlığıdır. Gelirken çiçekçiden aldım. Torbalı. Hiçbiri şaşmaz.” 

       -Ben de alıç ağacı diktim şu büke, dedi babası. Az sonra can suyu vereceğim. Çok severim. Bana köyümü hatırlatır. Memleketimin kokusunu bulurum onda. 

      Öğretmenin eşi semaveri yaktı. Bahçeden roka, nane, maydanoz derledi. Hep beraber masaya oturdular. Gelirken odun fırınından aldıkları sıcak pideler mis gibi kokuyordu.

     -İyi ki bu bahçe var, dedi annesi. Buraya gelince içimiz açılıyor. Emekli karı koca bunalıyoruz evde. 

        Oğlu gözleri yerde dinledi onları.  Ortalığa konuştu: 

        -Bahçeyi satıyorum! 

           Söz, bir bomba gibi düştü ortalığa. Bir anda çay bardakları ellerinde kaldı. Ekmek bayatladı, çay soğudu, peynir ekşidi, yeşillikler soldu… 

         Anne ve babası birbirine baktı. 

       “Şaka mı yapıyorsun?”  dediler. 

         “Hayır, yapmıyorum!” dedi 

       Babanın gözleri bulutlandı.  Bir şey söyleyecekti, vazgeçti. Sofradan kalktı, can suyu vermek için küçük adımlarla yeni diktiği alıç acına doğru yürüdü. Anne, diktiği güllere son kez baktı. 

          Geçen zaman içinde hiç müşteri çıkmadı. 

          Dördüncü sene… 

          Ocak-Şubat ayı… 

      Aman Allah’ım! Bademlerde bir çiçek, bir çiçek... Adeta bahçeye kar savruluyordu. Binlerce beyaz gelinlik giymiş genç kız sanki yeryüzüne inmiş, öğretmenin bahçesine düğün kurmuşlardı. Bu büyüleyici manzara bereket demekti. Kazanç demekti. Hayallerin gerçekleşmesi demekti. 

 

       İlerleyen zaman içinde (söylenenlerin aksine) bademlerin dalları meyveden kırılıyordu. Hepsine tek tek dayaklar verdiler. Görenler hayran kalıyor, hayranlıklarını ifade etmeden geçemiyorlardı. 

        Öğretmenin yüzü gülüyordu. Babası ve annesinin yüzü gülüyordu. Eşinin yüzü gülüyordu. Yorgunluk, isyan ve şikâyet gerilerde kalmıştı. Bahçeye bereket yağıyordu. 

…         

      Bu bir devrimdi. 

      Artık herkes öğretmenin başarı öyküsünü konuşuyordu. 

 Ve o gün öğretmen, Çiftçilik Tecrübe Defteri’ne şu notu düştü: 

  “Kazanç olmadan hayaller gerçekleşemez. Artık bahçemizi satmayacak, hayallerimizi bu topraklar üzerinde kuracağız.”

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 215. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 215. Sayı