HaftanınÇok Okunanları
HUDAYBERDİ HALLI 1
MEHMET ÖMER KAZANCI 2
Ayşe Solmaz 3
Süleyman Abdulla 4
FATİH SULTAN YILMAZ 5
KEMAL BOZOK 6
MUHİTTİN GÜMÜŞ 7
29 Aralık Cuma
Bu sabah Çandigarh’ta uyanıyoruz. Kuzey Hindistan’da Himalayaların eteklerindeyiz. Akşam havaalanından gelirken etrafa dikkat ederek şehri anlamaya çalıştık.
Düzenli ve temiz bir şehre benziyor.
Çandigarh, bir eyalet merkezi, Türkiye’de ismi daha çok bilinen Pencab da buraya bağlı bir bölge.
Çandigarh hakkında anlatılanlar, akşamki kısa intibalarımızı haklı çıkarıyor: Bağımsızlıktan sonra Hindistan’ın kurduğu planlı şehirlerin en tanınanının Çandigarh olduğunu öğreniyoruz. Polonyalı bir mimar, Amerikalı şehir plancısı, İsviçreli ve Fransız mimarların ortak çalışmasıyla kurulmuş bir şehir. Bağımsız Hindistan’ın iddialı büyük projelerindenmiş.
Hindistan ve Pakistan’ın ayrılma sürecinde Pencap eyaleti de paylaşılır. Müslümanların çoğunlukta olduğu Batı Pencap bölümü, Pakistan sınırlarında kalır. Hindu ve Sihlerin çoğunlukta yaşadıkları Doğu Pencap ise Hindistan’ın olur. Eski Pencap eyaletinin merkezi Lahor, Pakistan sınırlarında kalınca, yeni Hindistan Pencap’ına bir merkez gereklidir.
Elbette kolay olmaz ayrılmalar. Batı Pencap’ta sayıları az olsa da Hindu ve Sihler yaşamaktadır, Doğu Pencap’ta ise Müslümanlar.
Belki de Hindistan’ın “bizim Pencap’ımız daha güzel olacak” iddiasıdır; Çandigarh’ı kurduran düşünce. Bu arada Çandigarh’ı ekonomik olarak da Hindistan’ın en zengin şehirlerinden biri yapmayı da başarırlar.
Kaldığımız otel de bu bilgileri haklı çıkarıyor.
Akşamdan anlaştığımız gibi çekim ekibi olarak, hızlıca kahvaltımızı yapıp, büyük grubu beklemeden erkenden Sirhind’e doğru yola çıkıyoruz.
Hindistan yolları yine tütsülenmiş. Her tarafı kaplayan sisten önümüzü görmekte zorlanıyoruz. Şoför yavaş gidiyor. Olsun, yavaş da olsa Sirdind’e gidiyoruz ya; hepimiz de tatlı bir heyecan var.
Altın Silsile’den İmam Rabbanî, Muhammed Masum Farukî ve Seyfeddin Farukî ziyaretlerimiz olacak bugün.
İmam Rabbanî diğer söylenişiyle Ahmedî Sirhindî yani Sirhindli Ahmed ve tam ismiyle Ebü’l-Berekât Ahmed b. Abdilehad b. Zeynilâbidîn el-Fârûkī es-Sirhindî Hz. Ömer neslinden olduğu için Farukî olarak anılıyor.
Yıllar önce mektuplarını okumuştum. Yıllar öncesinden bana mı göndermişti? Belki öyle de sayılabilir. Meşhur mektupları, İmam Rabbanî’nin irşad ve mücadelesinin bir yöntemiydi. Görüşlerini mektuplarıyla, talebelerine veya mücadele ettiklerine gönderiyordu. Şair Abdurrahim Karakoç ne güzel söyler meşhur şiirinde : “Mektup yazdım Hasan’a/ Ha Hasan’a; ha sana”. İmam Rabbanî Hazretleri’nin o kıymetli mektupları bize kadar ulaştıysa, kendimize yazılmış gibi dikkatle okumalı değil miyiz? Onun mektupları toplanıp, “Mektubât” adıyla kitaplaştırılmış. Henüz okumadıysanız sizin de okunacak mektuplarınız var demektir. Bence ihmal etmeyin.
Yolda sis, hiç aman vermiyor.
Çandigarh-Sirhend arası 43 km gösterse de dağlık bölge ve sis nedeniyle, yolculuğumuz iki saatten fazla sürüyor.
İşte şimdi Sirhend şehrinin girişindeyiz.
Şoföre, “bizi hemen İmam Rabbanî Hazretleri’nin türbesine götürmesini” söylüyoruz ama o aracı sola çekip bekliyor.
Bu arada Hindistan’da arabaların direksiyonları sağda yer alıyor ve trafik bize göre ters akıyor. Yani orada araçlar sola çekip duruyorlar.
Yanımızdan garip şekilde otomobiller, motosikletler hatta traktörler geçiyor. İçleri, üstleri insan dolu, araçlardan yüksek sesle müzik yayılıyor ve hepsinde turuncu veya mavi üçgen şeklinde askerî bölüklerin flamasına benzer bayraklar asılı.
Geçerken bize bakıyorlar.
Yolun solunda duran aracımıza yaşlıca bir adam yaklaşıyor, kim olduğumuzu merak ediyor herhalde. Arkadaşlar çikolata, bisküvi yanlarında ne varsa ikram ediyorlar.
Nereden geldiğimizi soruyor, “Türkiye” diyoruz.
Bu arada ısrarlarımıza rağmen şoförümüz şehrin içine girmeyi kabul etmiyor. “Rehber gelsin” diyor.
Rehber şehirden mi gelecek?
Bu kadar yaklaşmış ve sabah erken çıkmışken yol kenarında zaman kaybetmek istemiyoruz.
Rehberimiz Ahmet’e telefon ediyoruz. Ahmet diğer grupla birlikte otobüsle geliyor.
“Biz de yaklaştık birkaç dakika içerisinde orda oluruz” diyor.
Şaşkın ve üzgünüz. Bizim erken çıkmak için gösterdiğimiz gayretin hiçbir anlamı kalmamıştı ama şoförümüzün de diğer grup gelmeden kontağı çevirmeye hiç niyeti yoktu.
“Ya sabır!” deyip bekliyoruz. Biraz sonra otobüs de geliyor, onun ardından hareket ediyoruz.
Şehre girdikçe kalabalık artıyor. Yol ilerlenemez hale geliyor.
Beklerken şehre doğru giren askerî flamalı araçlardan her yerde var.
Hoparlörlerden yüksek sesli Sih müzikleri etrafa yayılıyor.
Her kalabalığın eklentisi seyyar satıcılar, başlarındaki sarıklardan hepsinin Sih olduğu belli hareketli insanlar, yanlarında mızraklı koruma gibi insanlarla gezinen ikili üçlü hareketli gruplar…
Sirhend’de o gün değişik bir karnaval var.
Biraz şaşkınlık biraz hayretle kalabalık caddeyi izliyoruz.
Otobüs ve ardından bizim içinde olduğumuz araç güçlükle ilerleyebiliyor.
Kalabalığın en yoğunlaştığı yerde duruyor ve bize hızla araçlardan inmemiz söyleniyor.
Grubumuzu mavi renkli genişçe bir kapıdan içeri alıyorlar.
Rehberimiz Ahmet telaşla, “çabuk lütfen arabalar gidecek” diyor.
Mavi kapıdan içeri alınıyoruz.
Caddedeki kalabalık ve kargaşanın aksine kapının arkası gayet huzurlu ve sakin.
Kapıdan geniş bir yol uzanıyor ve yolun sonunda yaklaşık 20 metre yüksekliğinde kubbeli bir türbe görünüyor.
Bu zarif yapı, heyecanımızı artırıyor.
Artık İmam Rabbanî Hazretlerinin Külliyesi içindeyiz.
İmam Rabbanî Hazretleri’nin 28. göbekten torunu ve türbedarı, yardımcıları ile bizi karşılamaya geliyorlar.
Uzun süredir bekledikleri misafirleri karşılarcasına, samimi tavırlarla heyete “hoş geldiniz” diyorlar ve külliyeyi tanıtmak için ofislerine davet ediyorlar.
Prof. Dr. Mustafa Cevat Akşit Hocam ile türbedar yan yana yürürken, iki eski dost veya uzun süredir görüşmeyen kardeşlerin duygularını taşıdıklarını düşünmeden edemiyorum.
Muhammed Masum Farukî ve Seyfeddin Farukî’nin türbeleri de bu külliyenin içinde yer alıyor.
Girişin solunda bir aşevi var. İhtiyacı olan herkes, dinine nesebine bakılmadan kaynayan kazanlardan nasibini alıp gidiyor. Sağ tarafta Seyfeddin Farukî’nin türbesine giden yolun üzerinde bir misafirhane var.
Kaç metre kareye oturuyor bilmiyorum ama etrafı duvarlarla çevrilmiş genişçe bir külliye burası. Rabbanî ailesinin mensuplarının ve görevlilerinin yaşadıkları evler de duvarların içerisinde kalmış.
Sirhend’de yaşayan Müslümanların çoğunluğu da bu duvarların arkasında olsa gerek çünkü tüm şehirde 300-400 kadar Müslüman yaşıyor.
Sirhend, Sihlerin en önem verdikleri şehirlerin başında geliyor. Tarihî başkentleri.
Sihler 1799’da kendi devletlerini kurdukları zaman Sirhend, başkent olur.
Şah Cihangir’i devirmek için yapılan isyana Sihlerden bir grup da destek verir. İsyan bastırılır ve Sih gurusu Arjan Dev, idam edilir. Guru, Sih dininin en önemli din adamlarına verdikleri unvandır.
Sihler öldürülen guru Arjan’ın başını mumyalatıp saklarlar.
Bu olay, her yıl büyük merasimlerle anılır.
İşte bizim Sirhend şehrinde karşılaştığımız faaliyet, ölen Sih gurusu Arjan’ın anılması için düzenlenen merasimler, bu olayın yıl dönümü etkinlikleriydi.
Sih tapınağından konuşmalar yapılıyor. Yüksek sesli müzikler yayınlanıyor. Öldürülen Sih şehzadelerin başlarının da bu tapınakta saklandığını söylediler.
Sihlerin en önem verdikleri tapınaklardan birisi imiş burası. Tam İmam Rabbanî türbesinin karşısında kurulmuş.
Tapınağın yer seçiminin özel yapıldığı çok belli çünkü İmam Rabbanî türbesi bugün bile şehrin kuzey çıkışında bulunuyor. Babası Abdulahat Sirhindî’nin türbesi şehirden tamamen kopuk kırsal bir alanda yer alıyor.
Sih Devleti’nin kurulduğu 1799, Altın Silsile’nin Abdullah Dehlevî ile devam ettiği yıllardır ama Sirhend şehri ve Pencap bölgesinde kalabalık bir Müslüman ahali yaşıyor.
İmam Rabbanî’nin yaşadığı dönem ise Babürlülerin en ilginç şahı Ekber Şah yıllarına rastlar. Onun hayatının Ekber Şah döneminde ve Pencap’ta oluşu hakkında düşünmeden edemiyorum.
Ev sahiplerimiz misafirlerine ikramlarda bulunuyor, tatlı bir sohbet başlıyor.
Biz bu zamanı fırsata çevirmek için yönetmen Oğuz Namlı ile salondan dışarı çıkıyoruz. Gruptan Serhat Bey de bizimle geliyor.
Heyecanla İmam Rabbanî türbesine doğru yöneliyoruz. Önce mescidin teraslarından çekimler yapılıyor. Oğuz, hızla dronu hazırlıyor. Türbenin kubbesinin üzerinde iki alem var: Bir küçük tuğ ve ay-yıldız. Oğuz, dronla onların çevresinde dönerek çekmeyi planlıyor ama dron 15 metreden fazla yükselemiyor. Yakındaki tren yolu mu yoksa başka stratejik bir unsur mu var bilmiyoruz ama dron kendisini sınırlayıp daha yukarı yükselmiyor.
İmam Rabbanî Hazretleri’nin türbesi iki katlı olarak inşa edilmiş. Eski Türk adetlerinde olduğu gibi kümbet tarzında defin yapılmış. Zemin kattaki salonda toprakla temas eden gerçek kabirler var, ikinci katta ise sandukalar bulunuyor.
Zemin kat kapalı olduğu için çekimler için üst kata çıkıyoruz.
On sekiz basamaklı bir merdiven var. Önce dokuz basamak çıkılıyor ve geniş bir dinlenme aralığı verilmiş sonra dokuz basamak ilave edilmiş. Genişleyen basamağın üzerinde bir taç kapı var.
Beyaz ve temiz mermerlerle döşeli sandukaların bulunduğu alana geliyoruz. Üç sanduka ortalarında İmam Rabbanî olmak üzere sekizgen bir alanın ortasında bulunuyor. Bu alana giren demir kapı kilitli ve pencerelerde de demir parmaklıklar var.
Parmaklıklara küçük asma kilitler asılmış, Hint alfabesiyle yazılı bazı kâğıtlar bırakılmış. Sonradan, bu mübarek yeri yalnızca Müslümanlar değil, Sih, Hindu gibi başka dinlerin mensuplarının da gelip ziyaret etiklerini öğreniyoruz.
Hindistan’da Müslümanlar, daha cami bahçesine girerken ayakkabılarını çıkarıyorlar. Bizden de öyle yapmamızı istediler ve elbette onların adetlerine saygı göstererek biz de ayakkabılarımızı çıkardık. Şimdi de soğuk mermerlerin üzerinde çoraplarımızla dolaşıyoruz ama hiç şikâyetimiz yok.
Türbenin on sekiz basamağı inildiğinde yerin altına doğru açıldığı belli olan bir metrelik bir küçük kapıya rastlıyoruz.
Burası İmam Rabbanî Hazretleri’nin çilehanesi. Merakla kapısına bakıyoruz. Kilitli. Hocası Bakî Billah Hazretleri’nin sohbetlerinden çok etkilenip uzlete çekildiği yer burası olmalı. Oğullarının derslere devam etmesi konusundaki ısrarlarıyla uzletten çıkıyor. Yeri gelmişken söyleyelim Altın Silsile’nin hemen hepsinin dergâhlarının yanında medreseler var. Gaye Vakfı’nda da bu gelenek günümüzde sürüyor: "Önce ilim" deniyor. İmkân ölçüsünde bu gelenek devam ettiriliyor.
Sohbet uzuyor, biz ise bu halden çok memnunuz.
Hızla Seyfettin Farukî’nin türbesine gidiyoruz.
Türbede beyaz ve yeşilin güzel bir uyumu var. İçerideki ziyaretçilerin çıkmalarını bekliyoruz. Onlar saygıyla dışarı çıkıyorlar biz türbeye giriyoruz.
Yerden çok yükselmeden yapılmış ve üzerlerine parlak renklerle donatılmış örtülerin serildiği kabirleri ziyaret ediyoruz.
Bize İmam Rabbanî’nin kız tarafından torunlarından olduğunu söyleyen Enes eşlik ediyor. Güzel pırıl pırıl bir Türkçe konuşuyor. İstanbul’da Uluslararası İlişkiler bölümünü okuyup Sirhend’e geri dönmüş.
İmam Rabbanî Hz.nin kabir bölümüne girileceği haberi gelince hızla oraya yöneliyoruz.
Türbenin zemin katında üzerleri geleneksel örtülerle kaplanmış üç kabirle karşılaşıyoruz.
M. Cevat Akşit ve Rabbanî Hazretleri’nin torunu türbedar, kabrin başında kafileden arkadaşlar kabirlerin etrafına huşu ile dağılmış şekilde dualar ediyorlar.
Mehmet Akşit Bey, Cevat Hocamın eşimle beni çağırdığını söylüyor. Hemen yanına gidiyoruz, bizler için özel dua ediyor. Minnettarız.
Zemin katın tavan yüksekliği iki metreden biraz fazla olmalı. Uzun boylu olan arkadaşlar dikkatlice yürüyorlar. Eşimle ben, grubun biraz gerisinde kaldık. Arkadaşlar “Cevat Akşit size sesleniyor” dediler.
Kalabalığın arasından geçerek yanına doğru yaklaştım.
Beyaz mermerden yapılmış yaklaşık 150 santimetrelik bir sandukanın başında bekliyorlardı.
"Bak Hoca, bu da Yakup Hanmış," dedi.
Aman Yarabbi! Nasıl da unutmuşum.
Bu hadiseyi ilk öğrendiğim zaman da çok hayret etmiştim.
Adaşım Yakup Han’ın hayatı benim her zaman ilgimi çekmişti.
Afganistan Özbeklerinden büyük şair ve dava adamı merhum Ergeş Uçkun, bir gün latife yapmak için bana doğru dönerek bir Özbek halk şarkısını söylemeye başlamıştı. Ergeş Uçkun çok iyi bir şair olduğu kadar halk kültürünü ve müziğe de yakın besteler yapacak kadar yakındı. Örneğin son yılların meşhur “Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar, Azer bir boydur” diye başlayan Anayurt marşının söz ve müziği ona aittir. Şakalaşmak için söylediği ve melodisi şimdi de aklımda olan şarkının nakaratında "Yakup beyin askerleri savaşmadan kaçtı" (Yaqub begning askerleri uruşmay kaçtı) diye tekrar ediyordu. O zamanlarda 25 yaşlarında bir gençtim.
"Evet, o manasız savaşta savaşmadılar ama gittiler devlet kurdular" diye cevap verince Ergeş Eke’nin sevincini görmeliydiniz: Gözleri ışıldadı, neredeyse boynuma sarılıp sevincinden ağlayacaktı.
Evet, o Yakup Handı, bu Yakup Han. Çimkent’te boylar arasındaki bir savaşta kendi tarafının yenileceği çok belli olunca savaşa katılmadan askerleriyle Doğu Türkistan’a gidip Kaşgar merkezli kendi devletini kurar. Hemen Osmanlı Devleti’ne heyet gönderir.
İstanbul, Yakup Han Devleti’nde Osmanlı Sancağının çekilmesi, hutbenin Abdulaziz Han adına okunması ve Osmanlı sikkesi basılması şartıyla askerleri eğitecek subaylar, 2.000 tüfek, 6 adet top, barut ve kapsül üretimi için aletler gönderir. Bu malzemeler Hindistan üzerinden Kaşgar’a ulaşır.
Osmanlı tarihçisi dostlarıma Osmanlı Devleti’nin en geniş sınırları çizilirken neden Doğu Türkistan’da Yakup Han Devleti dâhil edilmiyor diye soruyorum ama henüz tatmin edici bir cevap alabilmiş değilim.
İşte o Yakup Han, vasiyet eder ki; “beni İmam Rabbanî Hazretleri’nin yolunun üzerine defnedin”.
Vasiyet yerine getirilir. Şimdi Yakup Han’ın kabri, türbenin zemin katında İmam Rabbanî’nin kabrine giden koridorun üzerinde duruyor.
Bu bilgiyi ilk duyduğumda çok şaşırmış adeta inanamamıştım. Şimdi de aynı şaşkınlık ve hayretle Osmanlının bu uç beyine, Kaşgar’ın Han’ına, sevdiğim adaşım beyimize Fatihalar gönderiyorum. Elbette bir Fatiha da Ergeş Uçkun ağabeyime.
Biz Yakup Han’ın kabrinin başında şaşkın hâlde dualar okurken, arkadaşlar çilehanenin açıldığı haberini veriyorlar.
Hemen oraya doğru harekete geçiyoruz.
Çilehanenin kapısının boyutları eğilmeden girmeye izin vermiyor.
Başımızı eğip dar merdivenlerden aşağı doğru iniyoruz.
Yerin altında, eğilerek hareket etmek zorunda kalınacak kadar tavanı yüksek olmayan, kapısından başka dışarıyla irtibatı bulunmayan on metre kare civarında bir yer burası.
O daracık alan sanki genleşti, genleşti ve bütün grubu kabul etti.
“Gelin ey Fâtiha’lar, Yâsin’ler!”
Arkadaşlar sesli okuyorlar.
İmam Rabbanî, Delhi’de Baki Billah’la görüştükten sonra memleketine döner ve kendisini bu mekâna kapatır. Günlerce buradan çıkmaz. O derin sohbetin etkisi aslında daha Delhi’de başlar.
Hacca gitmek niyetiyle yola çıkan Sirhendli Ahmet, arkadaşının tavsiyesi üzerine Delhi’den geçerken Muhammed Bakî Billah’ı ziyaret eder.
Alim ve arif bir babanın oğlu Sirhendli Ahmet, çok iyi yetişmiştir.
Babası Abdulahat Sirhendî, tasavvufî yollarının bölgedeki temsilcisidir.
Hem babasından hem dönemin alimlerinden dersler alır. Hatta kendisi de bazı dersleri verebilecek icazete, günümüz ifadesiyle diplomaya sahiptir.
Hacca gitmek niyetiyle yola çıktığında babası vefat edeli 9 yıl olmuştur. Onun irşat görevlerini de sürdüren 37 yaşında bir insandır.
O günlerde Sirhendli Ahmet belki bilmiyor olabilir ama herhalde Baki Billah Hz., buraya gelirken Muhammed İmkenegî’nin kendisine bahsettiği "… sizden sonra öyle birisi gelecek ki, onun bereketinde siz de biz de istifade edeceğiz" dediği kişinin kim olduğunu görüştüklerinde hissetmiş olsa gerektir.
Delhi’de Baki Billah’ın yanında üç ay kadar kalır. Ona intisap eder.
Hac dönemi geçtiği için Sirhend’e döner.
Mürşidiyle mektuplaşmaya başlar. Bir süre sonra tekrar Delhi’ye gider. İki ay kadar üstadının yanında kalır. Kendisine icazet verilir. Sirhend’e döner ve halkı irşada başlar.
İşte o günledir bu daracık çilehaneye girip çıkmak istemediği dönem.
O çilehane burası mıdır? Yoksa başka bir yerde mi? Çünkü Cihangir Şah İmam Rabbanî’yi tutuklatıp Gevâliyâr Kalesi’nde, bir yıldan fazla hapse attığında dergâhını, okulunu ve çilehanesini kapatır. Gevâliyâr’dan geri döndüğünde acaba aynı mekânlara mı yerleştiler? Doğrusu bilmiyoruz ama Sirhend’i ve Pencab’ı özellikle seçtiğine dair düşüncelerimiz var.
Üçüncü ziyaretinde üstadı, kendisini yolda karşılar ve büyük teveccühlerde bulunarak müritlerinin çoğunluğun eğitimini ona havale eder.
Baki Billah’ın vefatıyla da Altın Silsile kendisiyle devam edecektir.
Mekanını değiştirmez, Pencab bölgesinde Sirhend şehrinde görevini sürdürmeyi tercih eder.
Pencab, Farsça ‘beş su’ demektir. Aslında iki kelimenin anlamını bizler de biliriz. Penç, beş; ab ise su demek. Pencab, beş suyun birleştiği yer. İndus Nehri’nin dört kolu ve kendisiyle beş su oluşur.
İşte İndus Medeniyetinin kurulduğu yerler de buradan başlamaktadır. Pencab bölgesinde kurulan Harappa antik şehrinden başlayıp nehir boyunca uzanan antik medeniyet.
Pencab’ı İndus’tan başlayıp günümüze gelen kadim kültür ve medeniyetin önemli bir merkezi saymak mümkün.
İmam Rabbanî, irşad merkezi olarak işte burayı seçiyor.
Bu yer seçimiyle ilgili olarak Ankara’da kurulu Hacı Bayram Veli Dergâhı ile benzerlik buluyorum.
Hacı Bayram Veli’nin Dergâhı’nın kurulduğu yerde milattan önce 3.000’li yıllarda bir Frigya tapınağı bulunur. Romalılar Ankara’yı ele geçirdiklerinde, kendi inançlarınca en önemli tapınaklarından birini işte tam bu alana kurarlar. Yani Frigyalılar’a, bir tür meydan okurlar. Hacı Bayram Veli de dergâhını işte tam bu noktaya, duvarları Roma tapınağına neredeyse dokunacak şekilde kurar. Bu önceki kültürleri küçümseme değil, aşma iradesi ve ideasıdır.
İmam Rabbanî’nin merkezini Pencab’ta kurmayı seçmesinin de böyle bir sembolik anlamı olabilir. Bazı araştırmacılar, İslam tasavvufunun Hindistan’la temasından Hint kültüründen etkilendiğini söylerler. Aksine, bu hükmün doğrusu şöyle olmalı diye düşünüyorum: Tasavvufî İslam düşüncesi Hint kültürüyle temasıyla onu aşmıştır ve bu İmam Rabbanî ile olmuştur. Onun Vahdet-î Şuhut anlayışı bu aşmanın en açık noktasını oluştursa gerektir.
Sirhendli Ahmet, İmâm-ı Rabbânî yani ilâhî bilgilere sahip âlim ve “müceddid-i elf-i sânî” yani ikinci binyılın müceddidi olarak anılır.
İkinci bin yıl hicrî takvimin bin yılıdır.
Babür Devleti’nin ise ikinci çeyrek yüzyılı yaşanmakta ve aslında Babür İmparatorluğu gerçekte yeniden kurulmaktadır.
Tahtta Celaleddin Ekber Şah vardır. Devletin adı dedesi Babür Şah’ın adını taşısa da tarihçiler Babür İmparatorluğunun gerçek kurucusu olarak Ekber Şah’ı görürler.
Babür Şah 1526’da Delhi Sultanlığı'na son vererek Babürlüler Devletini kurar ve dört yıl sonra vefat eder.
Dedelerinin şehri, Kabil’e defnedilmeyi vasiyet eder. Yaban çiçekleriyle donatılmış mütevazı bir mezar ister. Kabri kendisinin istediği gibi yapılır ve bugün Afganistan’ın başkenti Kabil’dedir.
Yerine oğlu Hûmayun Şah geçer ama on yıl sonra yerel güçlere tahtını kaptırır yani Babürlü Devleti yıkılır.
Kendisini destekleyen Türkmen komutanlardan Bayram Han’ın yardımlarıyla Safevî Devleti ile ilişki kurar ve Şah Taymaz’ın destekleriyle tahtını geri alır. Ancak bir yıl sonra beklenmedik şekilde vefat eder.
Osmanlı Kaptanı Seyit Ali Reis’in tavsiyesiyle Şah’ın vefatı duyurulmadan Bayram Şah, Sirhend’de vali olan Ekber’i saraya getirerek tahta çıkarır. Tahta başka talip olanlar da vardır ama Bayram Han, Sirhend Valisi iken naibi, Osmanlı tabiriyle lalası olduğu Ekber’i 14 yaşında şah yapar ve Şah adına da devlet işlerini kendi eline alır.
Ekber okuma yazma bilmemektedir. Kendisine okuma yazma öğretmesi için görevlendirilen üç hocayı da ailesini de pes ettirmiştir. Şimdi modern tarihçiler Ekber’in öğrenim güçlüğü çeken disleksi hastası olabileceğini düşünmekteler.
Entrikasız saray olmaz, Babür Sarayı da şahısların, ekiplerin birbirinin ardından hazırladıkları kumpaslarla uyanıp, komplolarla uyumaktadır. Nitekim Bayram Han’ın Şah adına hâkimiyeti dört yıl sürer ve haremden Ekber’in sütannesi ipleri eline alır. Bayram Han, hacca gönderilir ve hac yolunda öldürülür.
Hintli sütannenin hâkimiyeti de dört yıl sürer ve Ekber Şah, devlet mührünü eline alır.
Ekber Şah, o yıllarda İslami değerlere büyük önem verir. Camiler yaptırır, hacca gitmeyi teşvik eder hatta hacca gidenlerin masraflarını devlet bütçesinden karşılar, hutbelerde ismi “Emir’ül Müminin” diye okunur.
Nizamettin Evliya’nın Türbesi’nde dualar eder.
On ikinci yüzyılda Ecmir’de yaşayan tüm Hindistan Müslümanları arasında saygınlığı olan Hoca Muinüddin el-Çişti’ye kendisini fazlasıyla adamıştır. Rivayete göre 1562-1579 yılları arasında onun kabrini yılda en az bir kere ziyaret eder ve yolun yarısını saygısından yürüyerek gider.
Hatta oğluna bir Çistiye Şeyhi olan Şeyh Selim’in adını verir.
Fetihler birbiri ardına gerçekleşmektedir. Ekber, bir teşkilatlanma sihirbazı ve kurmay bir dehadır.
Bengal, Keşmir başta olmak üzere devlet çevresine doğru genişler hatta yeni fetihlerle Hint Körfezi’ne ulaşır. Barut ve gümüşün kontrolü onun elindedir.
Babürlüler güçlendikçe güçlenirler.
Devlet güçlenirken sarayda Hint, Sih, Cizvit din adamları cirit atmakta değişik tartışmalar yapılmaktadır.
İmam Rabbanî işte bu dönemde Ekber Şah’ın Sarayı’na gider.
Yaklaşık yirmi yaşında ama iyi yetişmiş bir genç âlim olarak hocası Şeyh Ya‘kūb’un aracılığıyla Agra’ya gidip Bâbürlü hükümdarı Ekber Şah’ın Sarayı’na girer.
Sarayda peygamberliğin gereksizliği tartışılmaktadır. Ahmedî Sirhindî ilk eseri İs̱bâtü’n-nübüvve’yi bu sırada kaleme alır. Tartışmalara cevap verir ve ömrü boyunca sürdüreceği mücadelenin ilk fitili böylece ateşlenmiş olur.
O yıllardan sonra Ekber Şah, bambaşka bir kimliğe bürünür. Din-î İlahî adıyla bir din oluşturur ve herkesi bu dini kabul etmeye zorlar.
Kendince, İslam, Hinduizm, Hristiyanlık gibi her dinden bir şeyler alarak yeni bir din oluşturur.
Namaz, oruç, hac, zekât yasaklanır. Peygamberin adını anmak suçtur. Camiler kapatılır, yıkılır, hayvan barınağı haline dönüştürülenler olur. Domuz ve köpek eti yemek serbest, sığır eti yemek yasaktır.
Direnen Müslümanlar ya hapse atılır ya da aileleriyle birlikte sınır dışı edilirler.
Bütün bunlardan daha kötüsü makam, mevki ve para için din-î ilahîyi destekleyen Müslümanlar görünmeye başlar.
Dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip Hindistan’da İslam, büyük bir saldırı altındadır.
İşte o günlerde Türkistan’da Altın Silsile’den Muhammed İmkenegî, Muhammed Baki Billah’a Hindistan’a gitme görevi verir.
Ekber Şah’ın cüretini iyice artırdığı ve "Allah û Ekber" sözünü öz manasından çıkarıp kendisi için kullandırmaya başladığı, insanların şahı secde ederek selamladığı bir ortamda Muhammed Bakî Billah, gelip hangâhını kurar.
Ekber Şah’ın idare ettiği Delhi’de irşat görevini yapan Muhammed Baki Billah, görevi İmam Rabbanî’ye devrederek 1603 yılında vefat eder.
Bu hadiseden iki yıl sonra Ekber Şah’ın ölüm haberi duyulur ve yerine Şeyh Selim’in adını verdiği oğlu geçer.
Osmanlı padişahı Sultan Selim’le karıştırılır diye Selim adını kullanmak istemez ve “Cihangir” adını alır.
Şah Cihangir de babasından devraldığı nizamı, sertliğini biraz daha arttırarak uygulamak ister.
İmam Rabbanî’yi, başkenti Agra’da sarayına davet eder. Görüşlerinden rahatsız olduğu bahanesiyle tutuklatır ve Gevâliyâr Kalesi’ndeki hapishaneye gönderilmesini emreder.
İmam Rabbanî’ye bağlı olan insanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Hatta Şah Cihangir’in çok güvendiği Gevâliyâr Kalesi komutanı ve askerleri de Rabbanî’den etkilenirler.
Yaklaşık bir yıl kadar süren hapis hayatından sonra Şah Cihangir, kendisini tekrar saraya davet eder ve kendisiyle aklın sınırlılığı, âhiret inancı, sevap ve ceza, peygamberliğin sona ermesi ve her yüzyılda bir müceddidin gelmesi gibi konuları konuşur. Orada oğluna yazdığı bir mektuptaki ifadesiyle, sultanla İslâm’ın prensiplerinden “bir kıl kadar bile olsa” ayrılmadan olağan üstü sohbetler yapar.
Şah Cihangir bu sohbetlerden ikna mı olmuştur yoksa Müslüman tebaasına yaslanmadan devleti idare etmenin zorluğunu mu anlamıştır bilinmez İmam Rabbanî’nin desteğini ister.
İmam Rabbanî, sultana secdenin kaldırılması, yıkılan ve tahrip edilen camilerin ihya edilmesi, sığır kesmenin ve tüm İslami hükümlerin uygulanması, kadıların ve idarecilerin İslamî hükümleri uygulaması ve dindarlığı sebebiyle hapsedilen Müslümanların serbest bırakılması şartlarıyla bu desteği vermeyi kabul eder.
Şah Cihangir ve Babürlü Devleti için artık yeni bir dönem başlar.
İmam Rabbanî dört yıl kaldığı sarayda sohbetler yapar. Şah Cihangir ve çevresi bu sohbetlerden çok etkilenir.
O dönemde de dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip Hindistan’da Din-î ilahî gibi gariplikler son bulur.
Babürlü Sarayı’nda kaldığı süre dört yılı bulur.
Hapis dönemi de sayılırsa toplam beş yıl Sirhend’den ayrı kalır.
Oğullarıyla birlikte doğduğu, yetiştiği şehre geri döndüğünde eski dergâhını yeniden hizmete açar ve herhalde kapatılan çilehanesini de kumlardan temizleterek kullanmaya başlar.
İşte bu çilehanenin sahibi, içinde yaşadığı toplumu dönüştürdüğü gibi takipçisi olduğu tasavvufî ekolü de Müceddidiyye koluyla zenginleştirir.
Onun hicrî II. binyılın müceddidi olma özelliğinden dolayı Nakşibendiliğin yeni koluna da Müceddidiyye denir ve yeni kol hızla yayılmaya başlar.
Halifeleri her yerdedir:
Bunlar arasında Burhânpûr’da faaliyet gösteren Mîr Muhammed Nu‘mân, Lahorlu şeyh Muhammed Tâhir, o dönemde Bâbürlü başşehri olan Agra’da Müceddidiyye’yi yaymak için çaba sarf eden Bedîüddin Sehârenpûrî halifelerinin meşhurlarındandır. Bengal’e, Kâbil’e, Kandehar, Keşmir, Türkistan’a temsilciler gönderir.
Eğilerek çilehaneden dışarı çıkıyoruz.
Caminin önü kalabalıklaşmaya başlamış. Bugün Cuma ve şehirdeki Müslümanların Cuma namazı kılabildikleri tek cami İmam Rabbanî Cami.
Biz de camiye doğru yöneliyoruz.
Hindistan’da Müslüman erkekler, takkesiz namaz kılmamak için özel gayret gösteriyorlar. Günlük hayatta takke ya da başka başlıklar giyilmesi yaygın olmadığından cami girişlerinde plastik takkeler bulunduruyorlar. İlk gördüğümüzde şaşırıyoruz: İç içe bozulmadan duran plastik takkeler, takkesiz gelenler tarafından girişte alınarak namazda takılıyor. Çıkışta yerine bırakıyorlar.
Cuma namazında 150 kişiye yakın bir insan camiyi dolduruyor.
Namazdan sonra üçerli beşerli gruplar halinde caminin önünde ayak üstü sohbetler yapılıyor. Biz de birkaç arkadaş sohbet ediyoruz. Yanımıza esmerlikleri diğer Hintli Müslümanlardan farklı olan üç kişi yaklaşıp cumamızı tebrik ediyorlar. Hindistanlı olmadığımızı anlayıp nereli olduğumuzu soruyorlar. "Türkiye" diyorum. Gözlerinde müthiş bir parıltı beliriyor, sarılmak istediklerini hissediyorum. "Siz nerelisiniz?" diye soruduğumda, aldığım cevaba ben de çok memnun oluyorum. Keşmirli olduklarını söylüyorlar. Bu kez benim gözlerimde bir sevinç ışıldıyor. Delhi uçağında bizi Keşmirliye benzeten Hintli acaba haklı mı diye onları incelemeye çalışıyorum. Evet benzetilebiliriz. Benim de içimden sarılmak geliyor ama kendimi tutuyorum ancak onlar anlıyorlar. Gönülden gönüle sarılıyoruz.
Ev sahipleri uzaktan gelen misafirlerine ikramlarda bulunmak için bizi davet ediyorlar, biz ise hızlı hareket edip çekimleri yetiştirmek azmindeyiz.
Altın Silsile’nin İmam Rabbanî’den sonraki halkası Muhammed Ma’sum es-Serhendî’nin Türbesi’ne doğru koşar adımlarla gidiyoruz.
Türbe, camiden dış kapıya doğru giderken sağa doğru giren yoldan yüz-yüz elli metre ilerde bulunuyor. Dar bir beton yol var. Rehberimiz Ahmet Kureyşî de bizimle geliyor.
Yol üzerinde beyaz mermerden bir kabir bulunuyor. Ahmet bu kabrin Afganistan’da büyükelçilik ve bakanlık gibi makamlarda bulunmuş bir zata ait olduğunu, kendisinin Ma’sum es-Serhendî’nin yoluna defnedilmesini vasiyet ettiğini ve buraya getirildiğini söylüyor.
Ma’sum es-Serhendî’nin beyaz mermerden yapılmış, sükûnetle çevrede olup bitenleri izliyormuş gibi duran türbesine yaklaşıyoruz. Yeşil bir kapısı var. Saygıyla giriyoruz. Ma’sum es-Serhendî’nin kabri diğerlerinden biraz büyük yapılmış ve sağ yanında iki, sol yanında iki kabir var. Her birinin üzerine gül yaprakları serpilmiş. Huzur dolu bir mekân adeta mermerlerin içine kadar huzur işlemiş gibi.
Sokakta ise yüksek sesli müzik ve konuşmalar devam ediyor. Türbedeki çekimler tamamlanınca arkadaşlar sokağa çıkıp görüntü almak istiyorlar. Bunun iyi bir fikir olmayacağını anlatmaya çalışsam da çok istekliler ve İmam Rabbanî Külliyesi’nin kapısından üç kişi dışarı çıkıyoruz.
Cadde çok kalabalık. Üçümüz de uzun boyluyuz ve yüzümüz, kıyafetlerimiz her şeyimizle dikkat çekiyoruz. Arkadaşlar bu karnavalvari etkinlikten fotoğraflar çekebilmekten çok mutlular. Çevremizdeki bakışlar şiddetlenmeye başladığında onları külliyenin kapısından içeri sokup durumu biraz daha ciddi şekilde açıklıyorum. Sokakta gördüklerinden sonra, onlar da bana hak veriyorlar.
Biz de ev sahiplerinin ikramlarının yapıldığı salona giriyoruz.
Ma’sum es-Serhendî, İmam Rabbanî’nin oğlu ve halifesi; günahlardan sakınmadaki titizliği sebebiyle kendisine "Masum" lakabı verilir. Müceddidiye görüş ve usullerinin yayılmasında büyük rol oynamış bir zat. İmam Rabbanî 1624 yılında vefat edince silsile onunla devam eder. Onun döneminde Babürlü tahtında sırasıyla Taç Mahal’i yaptıran Şah Cihan, Evrenzip Alemgir ve Azam Şah otururlar.
Şah Alemgir, onun müridi olur ve şahla ilgilenmesi için oğlu Seyfüddin’i görevlendirir.
Müslümanlar için artık huzurlu bir Hindistan vardır o da halifelerini Türkistan’a, Kafkas’a, Bağdat’a, Şam’a, Mekke’ye ve İstanbul’a kadar gönderir, dergâhlar açar.
İstanbul’da Muhammed Murat Buharî ve Yekdest Ahmed Cürcanî, Ma’sum es-Serhendî’nin halifeleri olarak Müceddideyi Anadolu ve Balkanlarda yayan mürşitlerden olur. Yekdest Ahmed Cürcanî kendisi Mekke’de yaşayıp halifelerini Anadolu’ya gönderir.
Daha önce Nakşibendiliğin Ahrariye kolu, Anadolu ve Balkanlar’da çok yayılır. Ubeydullah Ahrar’ın halifesi Abdullah İlahî ve onun halifesi Emir Ahmed Buharî’nin faaliyetleri Ahrariye’nin yayılmasında çok etkili olur. Fatih Sultan Mehmet’in de bu faaliyetlerden memnuniyet duyduğu rivayet edilir.
Muhammed Ma’sum es-Serhendî’nin çalışmaları ve daha sonra gelenlerin gayretleriyle Nakşibendiliğin Müceddidiye kolu Bengal’den Balkanlara, Kazan’dan Kahire’ye bütün İslam dünyasına büyük bir hızla yayılır.
M. Cevat Akşit Hocamla birlikte Muhammed Ma’sum es-Serhendî ve Muhammed Seyfüddin Sirhendî Türbeleri’ni ziyaret ediyoruz.
Muhammed Seyfüddin Sirhendî, babası ve mürşidi Muhammed Ma’sum es-Serhendî’den sonra Altın Silsile’yi devam ettirir. Sultan Âlemgir Evrenzib başta olmak üzere pek çok vezir ve devlet adamı onun ilim ve faziletlerinden yararlanırlar.
Altın Silsile onun talebesi Nur Muhammed Bedayûnî ile devam edip onunla beraber yeniden Delhi’ye gider.
Grubumuz görevli arkadaşlar tarafından araçlara binmeye davet ediliyor. Otobüs ve araç gelmiş, dışarısı kalabalık diyerek acele etmemizi rica ediyorlar. Çok da haklılar.
Ev sahiplerimiz bizleri uğurlarken herkese İmam Rabbanî’nin üzerine örtülmüş örtülerden hediye ediyorlar. Çok etkileyici bir hatıra, memnuniyetle kabul edip vedalaşıyoruz.
Bizler, İmam Rabbanî’nin babasının Abdulahad’ın Sirhend’in dışındaki türbesini ziyaret edeceğimizi düşünürken, görevli arkadaşlar, yolların çok kalabalık olduğu, oraya ulaşmamızın mümkün olamayacağı için Sirhend’den ayrılacağımızı duyuruyorlar.
Herkes durumun nezaketini anlıyor ve dualarımızı oradan gönderiyoruz.
Sis, sabah saatlerine göre biraz dağılmış.
Çandigarh’a doğru ilerliyoruz.
Şoförümüz, sisin azalmasından dolayı daha mı hızlı gitti yoksa sabah yaptığı kasıtlı hız azaltmasını şimdi yapmadığı için mi bilinmez, Çandigarh’a daha kısa sürede varıyoruz.
Yol kenarındaki dükkânlar, binalar, azalan sisle daha görünür hale geldiği için mi sabah biz İmam Rabbanî’ye gitmenin heyecanıyla fark etmediğimizden mi bilemiyorum, şimdi daha iyi görünüyorlardı. Doğrusu gördüğümüz yol kenarı manavlar, küçük marketler ve diğer binalar Çandigarh’ın uluslararası şanına çok uymayacak kadar sıradan hatta basittiler. Hemen iki günde yapılıvermiş gecekondu yapıları andırıyorlardı.
Vaktimiz çok dar olduğu için şehrin uluslararası ödül alan çoğu kamu binası yapılarını göremiyoruz.
Bu akşam Delhi’ye geri dönmeliyiz ve havaalanına doğru gidiyoruz.
Ertesi gün Taç Mahal’i görmek için Agra’ya gideceğiz.
30 Aralık 2023 Cumartesi
Bugün yolumuz Agra’ya doğru uzanacak.
Bir zamanlar ki adıyla Ekberabad’a gidiyoruz.
Dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Taç Mahal’i ve Ekber Şah’ın Sarayı’nı görmeyi planlıyoruz.
Gruptan değişik nedenlerle gelemeyen arkadaşlar var o sebeple hepimiz otobüsle gideceğiz.
Yolculuğun dört saate yakın sürmesi bekleniyor.
Yol boyu hem sohbet ediyor hem düşünüyoruz: 16. ve 18. yüzyıllarda Himalaya eteklerinden Viyana önlerine kadar Türk Devletleri hâkim oldular. Doğuda Babürlüler, ortada Safevîler ve en batıda Osmanlılar.
Babürlülerin tarihinde diğer iki Türk Devletinin destekleri var. Babür Şah’ın Hindistan’ı fethi Osmanlıların yaptığı top ve ateşli silahlarla oluyor. Toplar patlayınca karşı tarafın ordusundaki filler ürküyorlar ve kendi askerlerini eziyorlar.
Babür Şah’tan sonra tahtını kaybeden ve on beş yıl taçsız gezen Hümayun Şah’ı yeniden iktidara getiren Safevîlerin desteği olur.
Türk tarihi için genel bir kanaat, Türk Devletlerini yıkan yine bir başka Türk Devleti olmuştur şeklindedir. Doğru yönleri olmakla birlikte bu hüküm, Türk Dünyasının yakınlaşması için çok yıkıcı. Türk Devletler Teşkilatının kurulduğu ve Türk halklarının yakınlaştığı günümüzde Türk Devletleri arasında yardım ve dayanışmaların da öne çıkarıldığı bir tarih yazıcılığına ihtiyacımız var.
Yalnızca siyasî ilişkilerle değil kültürel yakınlıkların da altı çizilerek anlatılması gerekir.
Otobüste Osmanlı kaptanı Seyit Ali Reis’in, Babürlü Sarayı’nda gördüğü ilgi ve itibarı anlatınca genç bir arkadaş,
“Hocam hangi dilde konuşmuşlar?” diye sordu.
Hiç tereddütsüz,
“Türkçe” dedim.
Şaşırdı.
Seyit Ali Reis, Ali Şir Nevaî tarzında şiirler yazacak kadar doğu Türkçesini çok iyi biliyordu ama öyle olmasa da İstanbul’da konuştuğu dili yani batı Türkçesi konuşsaydı da hiç şüphesiz rahat anlaşırlardı. Neredeyse hem Babürlülerin başkenti Agra’ya hem Osmanlı Başkenti İstanbul’a nerdeyse eşit uzaklıktaki Safevîler İsfahan’daki saraylarında her iki Türkçeyi de çok rahat anlıyorlardı.
Taç Mahal yapılırken de bu iş birliği olur: Bu büyük proje için İstanbul’dan da mimarlar çağırılır İsfahan’dan da. Babürlü mimarları da toplanır bir araya. Özel seçilen mermerler Safevî topraklarından çıkarılıp fillerle taşınır Agra’ya.
Taç Mahal’e gelen mimarların teknik bilgileri ile birlikte estetik anlayışları da o muhteşem tablonun içine karışır. Bu yüzden şöyle düşünmek yanlış olmaz: Taç Mahal, Babürlü hazinesinin gücüyle 17. Yüzyılda Türklerin ortak sanat anlayışlarının bir zirvesidir.
Sanat tarihçilerimiz, Taç Mahal’in her unsurunu ayrı ayrı çalışabilirler, diye sohbetler ederken Agra’ya varıyoruz.
Eski başkent oluşundan mı bilmiyorum Agra için daha bakımlı bir şehir beklentim olduğunu itiraf etmeliyim ama hayır! Artık bizim de gözlerimizin alıştığı kalabalık ve bakımsız bir görüntü ile karşılaşıyoruz.
Otobüsümüz, Ekber Şah’ın Sarayı’na çok yakın bir yerde duruyor.
Yollar her zamanki gibi kalabalık. Ayağımızın yere basmasıyla birlikte seyyar satıcılar önümüzü kesip bir şeyler satmaya çalışıyorlar.
Bu esnada İmam Rabbanî’nin en önemli halifelerinden birinin kabrinin Agra’da, yakınlarda olduğu bilgisi dolaşmaya başlıyor.
Hızlıca gidip ziyaret edelim fikri bir anda ağırlık kazanıyor.
Yol kenarındaki elektrikli tuktuk arabalara doluşuyoruz.
On kadar elektrikli araba verilen adrese doğru peş peşe hareketleniyor.
Bir tepeyi tırmanarak merkezden uzaklaşıyoruz. Fakir bir mahalle arasında arabalar duruyor, iniyoruz. Bundan sonrasını yaya gideceğiz.
Dar bir sokağa girmemizle birlikte yoğun ağır bir koku ile karşılaşıyoruz.
Ahır kokusu olduğu belli ama şehrin içinde buna nasıl izin verirler, yanılıyor olmalıyım derken rehbere soruyorum.
"Evet, ahır kokusu" diyor.
Biz yürüdükçe koku ağırlaşıyor. Belli ki, kokunun kaynağına doğru yaklaşıyoruz.
Ardına kadar açılmış kapısından ahırın içine bakıyoruz. Kapısından başka hava alacak aydınlanacak hiçbir yeri yok.
Ahmet gülerek anlatmaya başlıyor.
“Hani o sokaklarda, caddelerde gezen inekler vardı ya, işte onlar böyle ahırlarda kalıyorlar"
Şaşırıyorum.
"Nasıl yani? Onlar tamamen hür, istediği yerde yatıp istediği yerde gezen hayvanlar değiller mi?"
Gülüyor.
"Akşama kadar evet öyleler ama akşam olduğunda ahırlarına gelirler."
Ben şaşırdıkça Ahmet keyifle gülüyor.
"Dur dedim şunu baştan anlat."
Dedi ki,
"Hindular, sığır eti yemiyorlar ama inekleri de tanrı gibi görmüyorlar. Yalnızca ineklere bir şeyler yedirirlerse o gün işlerinin iyi gideceğine, ineklerin uğur getireceğine inanırlar. O yüzden her gün sabah kalktıklarında bir şeyler yedirecek inek ararlar. Bu ineklerin sahipleri de inekleri bu ahırdan sabahları çıkarırlar. Hindular ellerinde hazırladıkları artık o gün ne bulabildilerse marul, ekmek vs. ineklerin yolunu beklerler. İnekler de zeki hayvanlardır, bilirler kim daha güzel yiyecek veriyor, kim daha cömert. Hızla o sokaklara girip ikram sahiplerinden, kendileri için hazırlanmış hediyeleri toplamaya başlarlar. Akşama kadar serbestçe dolaşırlar ama akşam olduğunda onlar evlerinin yolunu bilir ve çıkar gelirler. Sahipleri de sütlerini sağarlar. Ertesi gün aynı şeyler tekrar yaşanır."
Şaşkınlıktan "sütleri ne yaparlar" diye sormayı unutuyorum. Bu arada ziyaret etmek istediğimiz türbe de o sokağın sonunda imiş.
Mahalle sakinleri bize bakıyorlar bir külliyenin demir kapısından içeri giriyoruz.
Mir Muhammet Numan Bedakşi’nin Türbesi’ndeyiz.
Kapıdan girince hemen karşımızda türbe, sağ yanımızda cami bulunuyor.
Bahçesine, dışardaki kargaşaya tezat tam bir sakinlik ve huzur havası hâkim.
Muhammet Baki Billah’ın halifesi iken onun vefatından sonra İmam Rabbanî’ye bağlanıyor.
Cihangir Şah’ın davetiyle Agra’ya gelip dergâhını buraya kurar. En çok talebe yetiştirenlerden birisi olur.
Türbedar bizimle yakından ilgileniyor. Çay hazırlatıp ikram ediyor.
Dört saatlik yoldan gelen arkadaşlar, çay ve ikramlarla bu huzurlu bahçede yorgunluk atıyorlar.
Burada kullandığımız zamanın ardından Taç Mahal’e gitmek üzere hareketleniyoruz. Zaman kalırsa sarayı da göreceğiz.
Tuktuklarla önce otobüsümüze sonra da Taç Mahal’e doğru ilerliyoruz.
Otobüsten Taç Mahal’e oldukça uzak bir yerde iniyoruz. Bundan sonrasını elektrikli araçlarla gideceğiz.
Hindistan yetkilileri, asit yağmurlarından, egzoz gazlarından, motorinden etkilenmesin diye Taç Mahal’in dört kilometre yakınına araçların girişini yasaklamış. Bu bilgilerden çok memnun oluyoruz.
Taç Mahal’e yaklaştıkça kalabalık artıyor ve garip bir telaşla insanlar dolaşıyorlar. Yol kenarında bir cambaz kız ip üzerinde gösteri yapıyor. Maymunlar her yerdeler.
Bir yerden sonra bindiğimiz elektrikli araçtan da inip yaya yürümemiz isteniyor.
İki yanında hediyelik eşya satan küçük dükkanların olduğu yoldan ana girişe doğru yürüyoruz.
Delhi de Hûmayun Sarayı’nda ve Kızıl Saray’da gördüğümüz kırmızı kum taşından yapılmış geniş bir taç kapının önünde duruyoruz.
Burası gişelerin de bulunduğu kuzey giriş kapısı. Taç Mahal’in doğu ve batı olmak üzere daha küçük iki kapısı daha var.
Süremiz daralıyor. Taç Mahal’in kapanmasına iki saatlik bir zaman kalmış ama gişelerin önünde uzun kuyruklar var. Bu sırada beklersek ne kadar zamanda içeri girebileceğimiz belli olmaz.
Telaşımızı gören rehberimiz bizi sakinleştiriyor. "Yabancılar için ayrı turnikeler var biz oradan geçeceğiz" diyor. Aslında bu uygulamayı Delhi Müzelerinde de görmüştük. Turistler Hindistan vatandaşlarına göre yüksek giriş ücreti ödüyorlar ama ayrı turnikelerden beklemeden içeri alınıyorlar.
Hızlıca herkese demir para büyüklüğünde elektronik biletler dağıtılıyor ve içeride bunları kaybetmememiz konusunda sıkı sıkı tembih ediliyoruz çünkü bunları çıkışta teslim etmek geriyor. Böylelikle o geniş mekânda içeride kimse kaldı mı diye kontrol imkânı buluyorlar.
Bizler grubun arasında turnikeden ilk geçenlerden olduk. Birkaç metre ilerleyip yemyeşil çimlerle döşeli güzel bir iç bahçenin demir çitleri dibine oturarak diğer arkadaşların gelmesini bekliyoruz.
Fatih isminde genç arkadaşlardan birisi yanımıza gelerek Mehmet Akşit beye,
"Abicim çok güzel, halı gibi. Şurada bir namaz kılsak mı?"
Mehmet Bey,
"Dışarıda bir küçük mescit var orada kılalım diye anlaştık." diyor.
Ama Fatih ısrar ediyor;
"Abi çimler de çok güzel."
Mehmet Bey biraz da bu ısrara sinirlenerek,
"Biz kılmayacağız ama kılacağım diyene de kılma demem." dedi.
Fatih bu ifadeyi kendisi için yeterli izin kabul edip, duvarın hemen önünde çimlerin üzerinde namaza durdu.
Onun namaza başlamasıyla aynı anda iki maymun duvarın üzerinde göründüler.
Kamerası elinde hazır olan belgesel yönetmenimiz Oğuz Namlı, maymunları bize de göstererek çekmeye başladı.
Fatih daha ikinci rekâta başlamamıştı ki, dört güvenlik görevlisi onu bulunduğu yerden çıkardılar.
Biz önce çimlerin üzerine çıktığı için kendisini uyaracaklarını düşünerek üzerinde çok durmadık. Bu arada grup da toplandığı için Taç Mahal’e doğru ilerlemeye başladık.
Taç Mahal’e doğru giden koridorlardan adeta insan seli akıyor.
Yaklaştıkça heyecanımız yükseliyor.
Taç Mahal’i ilk gördüğümüzde bizleri kaplayan duygu yalnızca hayranlıktı: Zarafetin şahikası.
Önce durup gözlerimizi kırpmadan baktık, bu güzelliği seyrettik.
Aramızda su havuzları, onların iki kenarında tek sıra halinde dikilmiş ağaçlar ve çimler.
Babürlülerin beşinci şahı Şah Cihan, vefat eden eşi için yaptırır bu güzel eseri.
Hümayun Sarayı’nda, bir hanım vefat eden eşine dillere destan bir ebedî dinlenme yeri yaptırır ve sonunda kendisi de eşinin yanına uzanır.
Burada ise bir şah vefat eden eşinin hatırasını yaşatmak için bir mücevher gibi işlenmiş güzellikteki Taç Mahal’i yaptırır.
Mümtaz Mahal’dir Şah Cihan’ın sevdiğinin adı.
Birbirlerini o kadar severler ki seferlerde bile Şah Cihan, Mümtaz Mahal’ini yanında ister.
Son seferinde doğum yaparken Mümtaz Mahal vefat eder.
Şah Cihan, Babürlünün, Safavinin, Osmanlının mimarlarından davet eder, ustalarını çağırır ve Taç Mahal’in çalışmaları başlar.
Hümayun Sarayı önlerindeki modeldir. Ondan daha güzel olsun, yeryüzünün en güzeli olsun isterler.
Yüzlerce bazılarına göre binlerce model incelendikten sonra 1632 yılında temel kazısı başlar.
Hümayun Sarayı gibi akan suları, ağaçlarıyla bir cennet bahçesi düşünülür ve o bahçede sevgilinin yatacağı bir köşk.
Bahçe duvarının dışında dünyayı temsilen bir pazar kurulur. Zıtlıkları kullanarak göstermek istediklerini daha da fark edilir hale getirirler.
Pazar yerinin kalabalığı, kaosu, telaşı ve kargaşasından sonra Taç Mahal’in bahçesindeki huzur, sükûnet daha dikkat çekici hale geliyor.
Kırmızı kum taşları ile beyaz mermeri de aynı maksatla kullanmışlar: Gösterişli giriş kapısı, bahçe duvarları ve Taç Mahal’in sağ ve solunda yer alan cami ve hafızların kalmaları için yapılan bina kırmızı kum taşından inşa edilir.
Kırmız kum taşının da kendine has kırmızı rengiyle özel bir güzelliği var ama bu planlamayla kırmızıların arasındaki beyaz mermer daha dikkat çekici hale geliyor.
Herkesin tercih ettiği Taç Mahal’in simetrik göründüğü noktalarda biz de fotoğraf çektiriyoruz.
Bütün grup arkadaşlarımız, gördükleri güzellikten mest olmuşçasına Taç Mahal’e doğru ilerliyorlar.
Taç Mahal’e girmek için sıra beklememiz gerekiyor. Burada yerli yabancı ayrımı yok. Biz de sıraya girip bugüne kadar gördüklerimizden farklı bir dokusu olduğu izlenimini veren Taç Mahal’in mermerlerine bakıyoruz.
İlk kez Semerkant’taki Timur Türbesi’nde kullanılan kesikli sütun burada da kullanılır. Bu Semerkant’tan Delhi’ye Hümayun Sarayı’na, oradan da Agra’ya Taç Mahal’e gelen ve yapının görünüşüne hâkim olan unsur. Belki de bu unsurla Babürlüler "biz Timurluyuz, Emir Timur nesliyiz" mesajı veriyorlar.
Buradaki camide uzun yıllar beş vakit namaz kılınır, hafızlar ise kabir başında Kur’an tilavet ederler caminin tam karşısındaki misafirhanede kalırlar. Cami ve misafirhaneyi görmek istiyoruz ama vaktimiz dar.
Giriş sırası yavaş da olsa ilerliyor, herkes sabırla sırasını bekliyor.
O esnada rehberimiz Ahmet telaşla gelerek Oğuz Namlı’yı güvenlik görevlilerinin çağırdığını söyledi. Hepimiz itiraz ettik, Oğuz’un güvenlikle ne işi olurdu ki?
Ahmet, "biraz önce Fatih namaz kılarken Oğuz’un kamerasıyla onu çektiğini düşündüklerini" söyledi ve ekledi "onların yanına gitmeliyiz yoksa grubun hepsini burada tutacaklar, durum ciddi".
Oğuz Namlı ve Ahmet birlikte gittiler.
Taç Mahal’in mermerleri arasında değerli ve yarı değerli taşlarla adeta mücevher gibi işlenir.
Denir ki, Taç Mahal mermeri sabahın ilk ışıklarında pembe renkli olur, öğle vakti beyaza dönen mermerler akşama güneş gurup ederken gül rengine dönerler.
Etkilenmemek mümkün değil.
İnşası yirmi iki yıl sürer Taç Mahal’in.
Hazineden çok para gidiyor diyerek oğlu, Evrengzîb Şah Cihan’ı tahttan uzaklaştırır.
Oğlundan tek bir şey ister aşık şah, o da Taç Mahali görebilen bir yere hapsedilmek.
Oğlu onu Agra Kalesi’nin Taç Mahal’i gören burçlarına hapseder. Kale duvarından birkaç tuğla sökülür ve Şah Cihan eserini ve Mümtaz Mahalini seyrederek burada yedi yıl hapis yatar.
Şah Cihan vefat ettiğinde Mümtaz Mahal’ine kavuşur Taç Mahal’in ana kubbesinin altında eşinin yanına defnedilir.
Hümayun Sarayı’nda da sarayı yaptıran Banu Begüm eşinin yanına defnedilir ama diğer kubbelerin altına veya sarayın bahçesinin değişik yerlerine Şah’ın sevdiği insanlara da kabirler yapılır. Burada bu büyük güzel bahçenin içindeki köşkte iki kişi yatmaktadır.
Sıranın ağır temposuyla ilerleyerek sandukaların bulunduğu ana kubbenin altına doğru yaklaşıyoruz. Aslında bu yavaşlıktan rahatsız değiliz, böylelikle geçtiğimiz yerleri daha uzun inceleme imkânı buluyoruz.
Sandukaların etrafı mermerden yapılmış yüksekliği yaklaşık bir metreyi bulan bir çitle çevrilmiş. Çitin arkasında sandukalar bölümünde görevliler var.
Görevlilerden birisi eşime ve bana işaret ederek yakınına çağırıyor. Ne olacağını merak eden sıradaki insanlar da bizimle birlikte duruyorlar. Görevli tatlı-sert bir ikazla onlara yürümelerini söylüyor. Bize bu salonun akustiği hakkında bazı bilgiler veriyor. "Ses kubbede yedi kez yankılanır." diyor. Bu sözlerini ispatlamak için eşimin adını soruyor. "Havva" diyoruz. O kubbeye doğru dönüp "Havva" diye sesleniyor. Sanki ismin kubbenin kıvrımından dönüşünü görüyormuşuz gibi geldi bize. Ses, sanki bir kuş gibi kubbeye doğru süzülüp kubbenin kıvrımından dönüyordu. Yedi kez yankılandı mı onu sayamadık. Bu ilginç deneyi benim ismimle de yapmak istedi. Benim ismimi sordu, " Yakup" dedim.
Kubbeye doğru dönüp "Yakup" diye seslendi.
Ses, kubbede dolanıp sanki orada kaldı.
Bu kısa boylu esmer adam sayesinde eşimle birlikte ismimizi bu aşk abidesinin ana kubbesinde hatıra bıraktık. Ona teşekkür için üzerime düşeni yapmaktan geri kalmadım.
İyilikleri karşılıksız bırakmadığımızı gören diğer bir görevli yaklaşarak kendisini dinlememizi istedi. Taç Mahal’in yapıldığı mermerin özelliklerini anlatıyordu. Horasan coğrafyasından fillerle taşınan bu mermerin çok özel bir yapı olduğunu söylüyordu. Sonra iddialarını ispatlamak istercesine o ana kadar avcunun içinde tuttuğu parmak büyüklüğündeki el fenerini yakarak mermere dokundurdu. Işık mermerin içinde en az bir santimetre kadar ilerliyordu. Sonra beyaz mermerden alıp lambanın ışığının mermerin üzerine çiçek figürü halinde işlenmiş kırmızı taşa tuttu. Onun içinde de ışık ilerliyordu. Gördüklerimize inanmak güçtü: Bu taşlar sanki mermer değil mermer görünümlü kristaldiler. Şimdi Taç Mahalin sabah pembe, öğlede beyaz akşam gül renginde oluşunu daha iyi anlıyorum. Çünkü kristal mermerler güneş ışığını geldiği açılara göre farklı süzüyordu.
İkinci görevliye de teşekkür edip grupla birlikte dışarıya çıkıyoruz.
Yamuna Nehri’nin kenarında engin bir ovanın içinde buluyoruz kendimizi.
Nehrin karşı sahilinde Taç Mahal Külliyesi’nin adeta simetriği Mehtap Bahçeleri yer alıyor. Denilir ki, Şah Cihan, Taç Mahal’in tam karşısında kendisi için de bir kabir tasarlar. Kendi kabrinin binasını siyah kobalt taşlardan yaptırmayı düşünür ama oğlu onu tahttan uzaklaştırınca bahçelerini yaptırdığı proje yarım kalır. Şah Cihan vefat edince de eşinin yanına defnedilir.
Bu güzel mekanları seyrederek isteksizce çıkışa doğru yürüyoruz.
Rehberimiz Ahmet, son gördüğümüze göre daha rahatlamış halde bize doğru yürüyor. Hemen Oğuz’u ve durumlarını soruyoruz.
"Oğuz’un kamerasında Fatih’in namaz görüntüleri çıkmayınca olay çözüldü." dedi.
Oğuz’un kamerasının neden bu kadar önemli olduğunu anlamaya çalışıyoruz.
Görevliler, Fatih’in namaz kıldığı andaki güvenlik kamera görüntülerini incelemişler. Orada Oğuz’un objektifinin Fatih’e doğru yöneldiğini ve bir süre kayıtta olduğunu görmüşler.
"Bu görüntüler gelecek ve biz onları sileceğiz." diye ısrar ediyorlar. Yoksa Fatih’i bırakmayacaklar.
Biz hâlâ görevlilerin bu hassasiyetlerini anlamakta güçlük çekiyoruz.
"Ne olmuş iki rekât namaz kılınmışsa! Daha önce buradaki Taç Mahal Caminde beş vakit namaz kılınmıyor muydu?"
"Önce beş vakit namaz kılınmasını durdurdular. Yakın yıllara kadar Cumaları namaz kılınıyordu. Birkaç yıldan bu yana onu da yasakladılar. Bu konuda çok tartışma var."
Oğuz Namlı’nın kamerasını tekrar tekrar kontrol ediyorlar. Kamerada sadece Fatih’in namaza durduğu anlarda duvara tırmanan maymunların görüntüsünü buluyorlar.
"Sen Fatih’in namaz kılmasını çekmedin mi?" diye tekrar tekrar soruyorlar.
"Hayır" diyor, "İşte görüntüler burada. Ayrıca merak ediyorum namaz kılan birini çeksem neden bu kadar önemli oluyor?" diye soruyor.
Görevliler anlatıyor: "Bazı Sih gruplar, Taç Mahal yapılmadan önce burada kendilerine ait bir tapınak olduğunu ileri sürüyorlar. Eğer burada Müslümanlar ibadet ediyorlarsa biz de kendi ibadetlerimizi yapmak isteriz. Eğer birisi Taç Mahal bahçesinde namaz kıldığını sosyal medyadan duyurursa, o radikal gruplar toplanıp gelip biz de ayin yapacağız diye tutturabilirler. Böyle bir durum yalnız Taç Mahal çalışanlarını değil bütün ülkeyi sıkıntıya sokar. Biz elinizde Taç Mahal’de namaz kılarken görüntü olduğunu düşündük ve bunu sosyal medyada paylaşmanızdan endişe ettik."
Yine de Fatih’e bunu bilmeden yaptığına, namaz kılarken görüntüleri varsa bunu hiçbir yerde paylaşmayacağına dair taahhütname imzalatıp serbest bırakıyorlar.
Biraz sonra onlarla da karşılaşıyoruz.
"Geçmiş olsun" dileklerimize “Şükür, geçti.” der gibi derin bir nefes alıp bırakıyorlar.
Taç Mahal’e girerken aldığımız elektronik biletlerimizi teslim ederek turnikesinden dışarı çıkıyoruz.
Kargaşa ve kaosa kaldığımız yerden dâhil oluyoruz.