HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Süleyman Abdulla 2
ERKUT DİNÇ 3
HİDAYET ORUÇOV 4
Kardeş Kalemler 5
HUDAYBERDİ HALLI 6
MEHMET ALİ KALKAN 7
Uzun zamandır beklediğimiz gün geldi. 2023 yılının sonuna yaklaşırken bizim için heyecan veren bir seyahat başlıyordu. 25 Aralık günü yüksek hızlı trenle Ankara’dan İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanına doğru yola çıkarken eşim Hava Hanımla birlikte tatlı bir telaşın içindeydik.
İstanbul’da kafileye katılıp Riyad aktarmalı olarak Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’ye uçacaktık.
Yalnız Yeni Delhi’ye mi? Hayır.
Babür İmparatorluğunun başkenti Delhi’ye de, Delhi Türk Sultanlığı’nın başkenti Delhi’ye de, ilk sultanımız Gazneli Mahmut’un Türk toprağı yaptığı Delhi’ye hatta Sultan Sencer’in Selçuklu bayrağı çektiği Delhi’ye de uçacaktık.
Uçacaktık diyorum çünkü bizim için Hindistan başka bir alemdeydi sanki. Babür Şah’ın hatıralarında “İndus Nehri’ni geçince çiçeklerin açmasından, kuşların ötüşüne kadar her şey değişir” dediği sırlı kıtaya gidiyorduk. Oraya ancak uçarak ulaşılabilirmiş gibi geliyordu.
Hâlbuki Mevlana’nın Mesnevi’sini okurken Hindistan, olayların ne kadar içindeydi. Bu durumu Mevlana Celaleddin’in Belh’li oluşuna yorumlamıştım. Şimdi Afganistan sınırlarında kalan Belh, bir dönemin başkenti, eski kültür merkezi, Alpaslan Gazinin şehzadelik şehri, Hindistan’ın haritasının hemen üzerindeydi ve hatta geniş Hindistan’ın içinde bile sayılabilirdi.
Belh’den Konya’ya gelen Mevlana Celâlettin, hikâyelerini de beraberinde getirmiş olmalıydı.
Çıkacağımız yolun uzunluğunu hatırladıkça halkımızın tevekkülle söylediği “nasipse gelir Hint’ten Yemen’den” deyimi geçiyor aklımdan. İlk bakışta Hint’in uzaklığını anlatan bu deyim başka bir yönüyle Hindistan’ı “nasip dairemizin” içine alıp yakınlaştırıyor.
Anadolu’da yaşayan halkımız için Hindistan, aslında o kadar da uzak değil. Nasibimizin yetiştiği ve bize ulaşma ihtimali olacak kadar yakın bir coğrafya. Aynı nasibe talip olduğumuz ortak dairenin bir parçası. Nasipse gelir Çad’dan, Japon’dan demiyor halkımız.
Belki de Mesnevi’nin Hintli hikayelerini yalnızca yazarının Belhli oluşuna bağlamamak gerekir.
Uçacağımız bu başka alemi tanımak gayretiyle günlerdir bulduğum kaynakları okumaya çalışıyorum.
Bu coğrafyada tarih, M.Ö. 3.000 İndus medeniyeti ile başlıyor denebilirse de durum tam açıklanmış sayılmaz. Bugünkü Pencap eyaletini de içine alan İndus Nehri boyunda kurulmuş bu kadim medeniyetin buluntuları var ama yazıları hâlâ okunabilmiş değil.
İndus Nehri’nin taşması veya yatak değiştirmesi ile yıkıldığı düşünülen İndus Medeniyeti, zaman tünelinde öncesi ya da sonrası ile çok irtibatlanamadan adeta askıda duruyor.
Aslında koca kıtaya adını verenler de onlar. Farslar, İndus adını telaffuzda zorlandıkları için Hindus diyorlar.
Tarihin derinliklerine kadar güçlü şekilde uzanan ve yok sayılması mümkün olmayan Hint kıtasının medeniyetini Avrupa merkezli düşünen teorisyenleri, kendi dünyaları ile melezleyip işin içinden sıyrılıyorlar.
Büyük İskender’in Asya Seferinden sonra komutanlarının ve askerlerinin bir kısmı geri dönmez, orada kalır. Belh merkezli olarak Baktriya Krallığı adıyla bir devlet kurarlar. Bu devletten kalan bazı köyler Afganistan’da günümüzde de varlıklarını koruyorlar. Dillerini unutmuşlar ama görünüşlerinden onların Avrupa kökenlerini açıkça anlatmaya yetiyor. Kendileri de “bizler Makedonyalı İskender’den geri kalanlarız” diyorlar.
Teoriye göre Baktriya Krallığı, Hindistan’ı topraklarına katar ama kendisi de “yüksek Avrupa medeniyetini” Hindistan’ın ruhuna enjekte eder, burada bir medeniyet “melezlemesi” olur. İşte Hint-Avrupa anlayışı da buradan doğar. Biz Baktariya Krallığının etkisi olmadan da İndus Medeniyetinin özgün bir varlık olduğunu düşünenlerdeniz. Onlar bu teorileriyle, İndus gibi koca bir halkayı kendi silsilelerine eklemek istiyorlar.
Biz Hindistan’a bir başka silsileyi yerinde ziyaret için gidiyoruz. Büyük bir silsileyi Altın Silsile’yi takip edeceğiz. Daha önce TRT AVAZ ve Özbekistan Sinema Genel Müdürlüğü’nün ortaklaşa çekip eş zamanlı olarak yayınladıkları “Ziyaret: Altın Silsile” belgeselinin Hindistan bölümünün çekimlerini gerçekleştireceğiz. Prof. Dr. M. Cevat Akşit Hoca’nın anlatımı ve Coşkun Oğuz Namlı’nın yönetmenliğinde beş bölüm halinde yayınlanan Ziyaret Altın Silsile Abdülhâlık Gucdüvânî’den başlayıp Muhammed Ârif Rîvgerî, Mahmûd Encîrfağnevî, Ali Râmîtenî, Muhammed Baba Semâsî, Seyyid Emîr Külâl, Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend, Alâüddîn Attâr, Yâkub Çerhî, Ubeydullah Ahrâr, Muhammed Zâhid, Derviş Muhammed İmkenegî ve Hâcegî Muhammed İmkenegî’nin hayatlarını, hizmetlerini, sosyal ve kültürel hayata etkilerini ele alıyordu. Hacegan-Nakşibendi silsilesinin 12 büyük isminin türbeleri tek tek ziyaret edilip çekimler yapılmıştı. Yalnızca Yâkub Çerhî’nin kabri Tacikistan’da olduğu için gidememiştik, bakarsınız bir gün oradan da bir davet gelir ve orada da çekimler yapılır.
Altın Silsile, “Bir samanyolu yıldızlar silsilesidir. Kâinatın Efendisinden başlayan Sahabe-i Kirâm Efendimizden öğrendikleri ulvî duygu, heyecan, aşk, vecd, istigrak ve enerjiyi hâl yoluyla kendilerinden sonraki nesillere aktarırlar ve bu kalbi hayat günümüze kadar kesintiye uğramadan ardı ardına devam ederek günümüze kadar gelir”.
Satırdan satıra, nesilden nesile aktarılan ilim ve irfanın büyük yıldızlarının hayat, düşünce ve etkilerinin ele alındığı "Ziyaret: Altın Silsile" belgeselinin metin yazarlığını da ben yapıyorum.
Yine aynı görevle yollardayız.
Peygamber Efendimizin bizzat öğrettiği ilim ve irfan usullerini birbirlerine devrederek nesilden nesile nakleden ve kendilerine hürmeten Altın Silsile olarak anılan maneviyat zincirinde yer alan büyüklerin, şimdi Hindistan sınırları içerisinde bulunan türbelerini ziyaret edip, çekimler yapacağız.
Muhammed Bâkī Billâh, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Sirhindî, Muhammed Mâsûm Sirhindî, Muhammed Seyfüddîn Sirhindî, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî, Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân ve Abdullah Dehlevî’nin Türbeleri belgesel için çekeceğimiz yerler.
Heyecanımızla birlikte içimizde bir burukluk da yok değil: Bu büyük isimler neden Hindistan’a gittiler acaba? Biz Anadolu’da kök salmaya çalışırken bu tarafa gelemezler miydi? Ya da hiç olmazsa kendilerinden önceki silsile büyükleri gibi Orta Asya’da kalmaya ve hizmete devam edemezler miydi?
Aklımızda sorular, yüreğimizde heyecanla, aktarmalı Delhi uçağımızdaki yerimizi alıyoruz. Bilet fiyatları daha uygun olduğu için arkadaşlar böyle bir tercihte bulunmuşlar.
Delhi uçağının aktarmasını Riyad’da yaptık.
Uçaktaki yolcu profili tamamen değişmişti. Yeni uçağımızda Hindistanlılar çoğunluktaydı. Bizim de yanımıza bir Hintli oturdu.
Selamlaştık.
İlk sorusu “Keşmirli misiniz?” oldu.
Demek ki görünüşüm Keşmirlileri andırıyordu.
“Türk” olduğumuzu söyledim o da şaşırdı.
Ben de Keşmirlilere benzeyip benzemediğimi merak etmeye başladım.
Gazneli Mahmut da, Babür de defalarca kuşatmalarına rağmen Keşmir’i ele geçirememişlerdi.
Tarih boyunca bağımsızlıklarına düşkün bir halk olmuş Keşmirliler.
Onlara benzetilmekten hiç şikayetçi değildim.
26 Aralık 2023 Salı
Uçağımız Delhi üzerine vardığında pilot adeta bizler için özel gösteri sayılabilecek bir rotadan giderek şehri seyretmemizi sağladı. Dünyanın en kalabalık ülkesinin başkentini kuş bakışı izliyorduk tabii ki sis bulutlarının izin verdiği ölçüde.
Yer yer yoğunlaşıp bazı bölgelerde açılan sis, koca şehrin Hint tütsüleri ile donatılmış izlenimi veriyordu.
Havaalanından çıkıp ilerlerken sabahın alaca karanlığında şehrin caddelerinde kaldırımda, tretuvar üstlerinde yatan evsizlere şaşkın gözlerle bakıyorduk.
Günlerdir duyduğumuz uyarılar yoksa haklı mıydı?
Meğer Türkiye’de Hindistan’la ilgili kanaati olan ne kadar çok kişi varmış?
Hindistan’a gideceğimizi duyanlar hemen “aşınızı oldunuz mu? İlaçlarınızı aldınız mı? Aman hasta olmadan gelin” gibi olumsuz fikirler söylüyorlardı. Hiçbiri Hindistan’a gitmemişti ama her biri kanaatlerinden çok emindi. Aşı olmadan gitmememizi tavsiye eden birine samimice “ne aşısı olmalıyız?” dedim, bilmiyordu ama onun algısında Hindistan çok hastalıklı bir yerdi.
Bu algı bize de sirayet etmiş antibiyotik, antiviral, antihistaminik, anti…, anti…. İlaçlarla koca bir torba doldurmuştuk.
Kafilemiz kalacağımız otele vardığında Hindistan’la ilgili günlerdir yaşadığımız gerilimlerin bir kısmı kayboldu ve dünyanın her yerinde hizmet verebilecek konfor ve profesyonellikte bir otele yerleştirilmemizle ilk rahat nefesi aldık
Delhi’de ilk gördüğümüz tarihî eser, Babür İmparatorluğunun Sarayı Kızıl Kale idi.
Bölgenin kızıl kum taşlarından yapılmış saray, yüksek kale duvarlarının ardında yer alan yapılardan oluşuyordu. Babürlüler yıllarca bu saraydan Hindistan’ı idare etmişler. Şahın halkla görüştüğü alan, daha özel istişarelerin yapıldığı has oda, yabancı heyetlerin ve elçilerin kabul edildiği zümrüt, yakut gibi taşlarla süslenmiş kabul bölümü, vakarla ziyaretçilerini ağırlıyor.
Rehberimiz kabul bölümündeki ahşapların içinde yerlerinden oyularak çıkarılmış kıymetli taşların boş kalan kısımlarını göstererek “İngilizler yağmalamışlar” diye ilave ediyor.
İşgal döneminde İngilizlerin karargâhı da Kızıl Kale’nin içine yerleşmiş, Babürlerden kalan o muhteşem tarihi eserin dokusu bozularak sarayın bahçesine İngiliz mimarî tarzında iki bina ilave etmişler. İnanılır gibi değil, son derece rahatsız edici.
Kızıl Kale’deki yapıların içinde en ilgi çekici olanlardan birisi sarayın cami olsa gerek. Saray bahçesinin tam ortasında duran caminin yan duvarlarında hiç penceresi yok. Bu ilginç mimari tarz özellikle Babürlü saray erkanının ibadet için camiye girdiğinde adeta halvete girmişçesine dünyayı ve dünyanın işlerini dışarıda tutma arzularının işareti olsa gerek.
Hindistan’da Babürlü eserlerine ilk selam verişimizin ardından kafilemizle, Delhi’nin sembol yapılarından Cuma Mescidi’ne doğru yola çıkıyoruz.
Eski şehrin merkezine doğru aracımız ilerlerken Delhi’nin trafik keşmekeşinin içine adeta saplanıyoruz. Neredeyse bütün araçlar aynı anda kornalarına basıyorlar. Niye basıyorlar, ne demek istiyorlar bilen yok çünkü herkesin bir eli aracının kornasında: Otomobiller, motosikletler, adına tuk-tuk denen elektrikli araçlar, bisikletler herkes korna çalıyor. Bu gürültünün trafiğin açılmasına ya da ilerlemesine hiçbir katkısı yok.
Şaşkın bir halde Cuma Mescidi’ne ulaşıyoruz.
Cuma Mescidi, Delhi’de şehrin tarihî kısmında bir tepenin üzerine yüzük kaşı gibi yerleştirilmiş güzel bir eser. Geçmişteki günlerinin ihtişamıyla mağrur, etrafındaki keşmekeşe bakıyor. Mescid, kare formunda ilk dönem İslami eserler tarzında yapılmış: Mihraptan sonra birkaç saf kapalı alan sonra elli bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği geniş namazgah bulunuyor.
Namaz vakti geliyor. İki safla namaz eda ediliyor. Tıpkı Anadolu’da uygulanan usul erkanla ikindi namazı kılındı. Yalnızca tesbihat bölümünü Anadolu’daki gibi düzenli yapmadılar, isteyenler müezzin yönlendirmesi olmadan tesbihlerini çekip camiden ayrıldılar.
Bu kadar aynılıktan sonra merak etmeye başlamıştım: Acaba Itrî’nin tekbiri de buralarda okunuyor muydu? Bize “hoş geldin” diyen Hintli Müslümana bestesiyle tekbiri söylemeye başladım. Yanımıza iki kişi daha yaklaştı.
"Tekbir" dediler.
"Evet Tekbir" dedim, "birlikte söyleyelim mi? "
"Benim sesim seninki kadar güzel değil" dedi ve birlikte söylemeyi kabul etmedi.
İyi ki de kabul etmedi. Eğer kabul edip benimle tekbir okusaydı kalabalığın içinde kendimi tutamaz hüngür hüngür ağlayabilirdim.
Türkiye’den geldiğimiz için aralarında bu bölgede bulunduğuna inanılan Peygamberimizin ayak izi ve Hz. Hüseyin tarafından yazılmış Kur’an’ı Kerim’inde bulunduğu Cuma Mescidinin özel bölümü açarak gezdiriyorlar.
Vedalaşıp ayrılıyoruz ama şehrin bu bölümünde trafikte ilerleyebilmek mümkün değil.
Korna sesleri her yanda.
Trafiğin kilitlenmesi çevreyi daha rahat gözlemlememize imkân sağlıyor.
Aman Ya Rabbi! Gözlerimiz fal taşı gibi açılmıştı. Hindistan’da temizlik konusunda bizleri uyaranlar haksız değillerdi galiba. Şaşkınlık ve tedirginliğimiz artmıştı. Herkes gördüklerini hayretle yanındakine gösteriyordu. Kafeslerde canlı tutulan tavuklar küçücük dükkânın içinde bir köşede kesilip parçalanıyor ve kızartılıp müşteriye veriliyor. Pek çoğu yiyecek içecek satan dükkanların temizlikle hiç ilgileri yok gibi. Küçük dükkanlarda pişirdiklerini iplere dizip vitrinlerine asılan etler, hamur işleri sokağın tozu ve toprağı içinde kim bilir kaç saattir bekliyor. Bir dükkânda Anadolu’da adına pişi denilen hamur işlerine benzer parçaları yağ kazanının içine atıyor. Kazandaki yağ defalarca kullanılmaktan simsiyah olmuş.
O keşmekeşin arasında kitapçı dükkânı da gördük. İnsanın "senin ne işin var bunların arasında" diyesi geliyor.
Ne kadar çok dilenci var. Yabancı olduğunuz için daha çok ısrar ediyorlar.
Cadde dolu, kaldırımlar dolu.
Biraz ileride hafif tenhalık yakalamış birisi arkasını dönmüş duvarın dibine idrarını boşaltıyor.
Bir an evvel bu hengâmeden çıkıp Kutup Minar’a gitmek istiyoruz.
Nihayet tıkanan trafik açıldı ve arabamız hareket etti.
Yolumuz biraz önceki görüntülerle hiç ilgisi olmayan cadde ve mahallerden geçiyor. Sanki başka bir şehre geldik: Temiz ve sakin caddeler, bakımlı okul bahçeleri ve binaları, gösterişli resmi binalar… Yer yer Avrupa şehirlerinin atmosferi var.
Dünyanın en fakirleri ile en müsrif zenginlerinin bir arada yaşadığı ülkedeyiz.
Aracımız kalabalık bir park yerine vardığında Delhi Türk Sultanlığından günümüze kalan eserlerin içinde yer aldığı bölgeye ulaştığımızı anlıyoruz.
Çok kalabalık bir ziyaretçi var burada.
İçeri biletle giriliyor. Yabancılara beş kat daha pahalı ama sıra bekletmeden ayrı turnikeden alıyorlar.
İşte İslam’ın Hindistan’da kazandığı zaferin sembolünün yayındayız. Kutub Minar beş şerefesi ve 72.5 metre boyuyla yapıldığı günlerin kudretini anlatırcasına dimdik ayakta duruyor.
Romalılar zaferlerini ölümsüzleştirmek için tag yaptırırlardı bizim medeniyetimiz ise zaferlerinin hatıralarını yaşatmak için kuleler dikti.
Kutub Minar, Hindistan’daki ilk Türk eseri olma özelliğini de taşıyor. 13. asırdan bugüne simgelediği değerleri anlatmaya devam ediyor.
Delhi Türk Sultanlığının kurucusu Kutbiddin Aybek yapımına başlamış sonra damadı Şemsettin İltutmuş diğer katları tamamlamış.
Minarenin elli metre ilerisinde yine iki sultanın ortak eseri Kuvvet-ül İslam Cami bulunuyor. Üç mihraptan oluşan caminin ilk bölümünü Aybek diğer ikisini İltutmuş yaptırmış.
Sultan İltutmuş, daha yüksek bir minare inşaatına da başlamış ama onu tamamlamak mümkün olmamış.
Kendinden sonra taht kavgaları başlayınca onun kayınpederi Sultan Aybek’in yarım kalan işini tamamlamasına benzer bir durum olamamış maalesef.
Belki, saray halkı Sultan İltutmuş’un vasiyetini yerine getirselerdi bu büyük minare de tamamlanırdı.
İltutmuş belki tarihte örneğine az rastlanır şekilde, kendisinden sonra kızı Raziye’nin sultan olmasını ister. O yıllarda Hindistan’da kocası ölen kadınlar, kocaları ile birlikte yakılıp öldürürlerdi.
Saray önce vasiyeti yerine getirmek istemese de Raziye Sultan tahttaki hakkını zorla alır ama bu kavgalar devleti zayıflatır. Dolayısıyla devletin gücünü göstermek için İltutmuş’un başladığı kule tamamlanamaz.
Bu topraklarda kurulan Gazne Türk Sultanlığı ve ardından Babürlüleri, nedense Anadolu’daki Selçuklu ve Osmanlılara benzetiyorum.
Türkiye’de alışkın olduğumuz tarih kalıbıyla böyle düşünmek kolayıma geliyor: Gazne Türk Sultanlığı hazırlık aşaması, ardından Babürlülerin dünyayı hayran bırakan Taç Mahal’le uzanan ince işlenmiş yüksek medeniyet dönemleri geliyor.
Halbuki Hindistan coğrafyasını bizlere açan ilk sultanımız Gazneli Mahmud’du.
Evet, tarihte “sultan” unvanını ilk kez o kullanmıştı ve Hindistan’a İslam’ı götüreceğine dair dönemin halifesine söz vermişti.
Sözünü de tutu.
Tonyukuk’un “gündüz oturmadım gece uyumadım” dediği gibi çok çalıştı her yıl seferler düzenledi.
Ömrü seferlerde, ömrü zaferlerle doluydu.
Gazneli Mahmud, kuru bir cihangir de değildi. Dünya bilim tarihinin yıldızlarından Birunî, onun sarayında himaye gördü, Hindistan seferlerinin bazılarına katıldı. Matematikte trigonometrinin bugün de kullandığı tanjant, kotenjant fonksiyonları Gazneli Mahmud’un Sarayı’nda Birunî tarafından bulunur.
Gazneli Mahmud bazı seferlerinde yanında götürdüğü Birunî’yi de Hindistan’a hediye etti. Birunî, Nendene şehrine yerleşerek burada Hintli bilim adamlarıyla çalışmalar yapar. Onların dilini ve ilmini öğrenir.
Delhi’yi de Türk topraklarına katan ilk sultanımız Gazneli Mahmud olur.
Ardından Delhi, Selçuklu sınırlarına dâhil olur.
Evet, yanlış okumadınız!
Selçuklu coğrafyasını en geniş sınırlarına ulaştıran Sultan Sencer, Delhi’yi katar topraklarına.
İtiraf etmeliyim, Selçuklu adının geçmesi içimi başka türlü ısıtıyor.
Rehberlerimiz, bizi önce İltutmuş’un kabrine götürüyorlar.
Kaide ve sandukası ile yüksekliği iki metreyi bulan bir mermer bir kabrin başında dualar ediyoruz.
Gücümüzü görün diye diktirdikleri minarenin önünden geçerken saygıyla onları yâd ederek
Minareyi hayranlıkla seyrediyoruz.
Kutub Minar, yıllara meydan okumuş haşmetli gövdesi ve göğe uzanan başıyla kendisini yaptıranların gücünü bugün de hissettiriyor.
Zafer kulesinin diğer yanında ise Aybek’in kabrine varıyoruz.
Yerden 30 santim kadar yükseltilmiş, üzerinde sonrada yapıldığı izlenimi veren bir beton kısmın bulunduğu geniş bir kabrin başında devlet kurucumuzu anıyoruz.
Aklımızda yüz yıllar öncesine uzanan düşünceler gönlümüzde geleceğe yönelik duygularla otelimize dönüyoruz.
Yorulduk mu?
Asla!
27 Aralık Çarşamba.
Bu sabah heyecanımız daha yüksek. Günümüz, Altın Silsile’nin Hindistan’a ilk gelen temsilcisi Muhammed Baki Billah’ın Türbesi’nin ziyaretiyle başlıyor.
Delhi’nin artık alışmaya başladığımız yol manzaraları içinde aracımız ilerliyor. İki cadde arasında tretuvarlarda yer alan yeşilliklerde henüz sabah uykusuna devam edenler, başıboş dolaşan sığırlar, altı yeşil üstü sarı renkle boyanmış tuktuk araçları, yerli yersiz çalan korna sesleri arasında ilerleyip Delhi’nin Idgah Caddesinin başında duruyoruz.
Bu bölgenin adına “Kademgâh” deniyor ve Peygamberimizin ayak izinin bu civarda bulunulduğuna inanılıyor. Bir dönem geniş bir kabristan olmuş; şimdilerde ise “Nebi Kerim” mahallesi olarak isimlendiriliyor.
Yeşil renge boyanmış iki ucunda iki küçük minare tarzı kule bulunan ve besmele ile başlayan tabelasında “bulent darvaza” yani “büyük kapı” yazan yerin bizim ulaşmaya çalıştığımız kapı olduğunu anlamak hiç kimse için zor olmadı.
Araçlardan inenler başka bir yönlendirmeye ihtiyaç duymadan dillerinde dualarla “büyük kapıya” doğru yürümeye başladılar.
En üstte, sağ ve sol taraflarına Ya Allah yazılmış tabelanın üstünde besmele ve onun altında Khoca Baki Billah yazısı okunuyordu. Aynı metnin Latin harfleriyle yazılı hali de tabelanın alt kısmında yer alıyordu.
Bakî Billah, Altın Silsile’nin Hindistan coğrafyasındaki ilk üyesi ve biz ilk ziyaretimizin onunla başlamasından çok memnunuz.
Tabelada "dergâh, mescit, kabristan" ifadeleri de yazıyor ama biliyoruz ki onun dergâhı burada değildi.
Bâki Billah, pirî Muhammed İmkenegî’den Hindistan’a gitme görevini aldıktan sonra önce Lahor’a sonra Delhi’ye gelir. Dergâhını Firuzabad Mahallesinde açar.
Şimdi Özbekistan’ın Kitab Şehrinin İmkene Köyünde kabri bulunan şeyhi, kendisinden Hindistan’a gitmesi istendiğinde çok zorlanır.
Kolay değildir Hindistan’a gidip görev yapmak hatta yaşamak.
Babür hatıratında Hindikuş Dağlarını geçince başka bir dünya başlar diyor. Hindistan’da çiçekler bile başka açar, kuşlar başka öter diye tarif ediyor. Nitekim renkleri ve halleri insanı büyüleyen papağan ve tavus kuşları bu toprakların kuşları değil mi?
Babür’ün Türkistan’dan gelen askerlerinin bir kısmı da buralarda durmak istemezler, geri dönmeyi talep ederler.
Hâsılı kolay coğrafya değildir Hindistan ama Baki Billah’ın görevlendirildiği günlerde Müslümanlar için pek çok sıkıntının yaşandığı, zorlukların olduğu bir ülkedir.
Karar verme günlerinde Bâki Billah rüyasında papağan görür. Hocası "Papağan Hindistan kuşlarındandır. Hemen Hindistan’a gidiniz. Orada, sizin varlığınızın bereketiyle, hakikatleri beyan eden bir aziz gelecek, bize de onun sayesinde bir bereket ulaşacak" der.
Baki Billah Hazretleri, Altın Silsile’nin Hindistan’a gelen ilk ismidir ancak Nakşibendiler o topraklarda uzun süredir vardır. Nasıl ki daha Şah-ı Nakşibend’in sağlığında Manisa’da Nakşibendi Dergâhı açılmışsa Hindistan’da da varlardı.
Eskiler toplanırlar Baki Billah’ın etrafında, halkalara yeni dervişler eklenir. Delhi şehrinin Firuzabad mahallesinde kurulan dergâh dolup taşmaya başlar.
Baki Billah elleriyle pişirdiği yemekleri ikram eder dervişlere.
Herhalde genellikle pilav pişiriyordur ya da Özbekçe tarifiyle pilav demliyordur diye düşünmeden edemiyorum. Türkistan pilavı, o yıllarda da bugünkü gibi gelişmiş tatlarla zenginleştirilip lezzetli mi yapılıyordu bilmiyorum ama Özbekistan’ın o bereketli topraklarından gelen Babürlü askeri ve halkı arasında da o pilavı sevenler herhalde çoktur.
Diğer yandan Hindistan yemeklerinin de hakkını teslim etmek gerekir. Doğada papağanın, tavus kuşunun renklerini gören Hintliler, lezzette de sınırları zorlayan, parlak ve uç tatlar oluşturan bir mutfak kurmuşlar kendilerine. Hint mutfağının, acı sevenler için Anadolu mutfağının damak tatlarına hiç uzak olmayan bir lezzeti var. Bazı yemekleri görünümlerine alışık olmadığımız için tatmaktan imtina etsek de yediğimiz bütün Hint yemeklerini beğendik, hele leziz çorbaları grubun ortak tercihlerindendi.
Baki Billah’ın elleriyle yapıp ikram ettiği yemeklerden yemek Sirhindli Ahmet’e de nasip olur. Hacca gitmek niyetiyle çıktığı yolculukta bir dostunun tavsiyesiyle uğradığı dergâhtan aldığı lezzetler o kadar etkiler ki onu, haccını bir sonraki yıla erteler.
Bakî Billah’tan büyük teveccüh görür, belki de şeyhinin işaret ettiği"… hakikatleri beyan eden bir azizin" geldiğini fark etmiş olmalıdır.
Biz de daha sonra hem dergâh hem de cami olarak kullanılan mekâna doğru yürümeye devam ediyoruz.
Türbedarlar "hoş geldiniz" diyorlar.
Onların yönlendirmeleri ile güllerle bezenmiş sandukanın başına varıyoruz.
Hindistan’da adet, türbeleri ziyarete gelenler genellikle parlak renklerle süslenmiş örtüler getiriyor ve sandukanın üzerine seriyorlar. Burada da parlak sarı, yeşil ve mavi renklerden oluşan bir örtünün üzerinde gül yaprakları duruyor.
Türbe ve cami binasının üzerinde bir kubbe ve kubbenin en üstünde ay-yıldızlı bir alem parlıyor. Ay-yıldız içimizi ısıtıyor.
Türbe kapısından çıkınca sağ tarafa doğru mermerle kaplanmış bir yol gidiyor. Cami avlusunun bittiği yerde duran taç kapıdan sonra yolun iki tarafında kabirler görünüyor.
Kabristan’a girip dua ediyoruz. İki kabrin başında dua eden aileler görüyoruz. Bir kabirde ise çalışan işçiler bir şeyler yapıyorlar; kabrin mermerlerini mi tamir ediyorlar yoksa yeni defin için mi hazırlıyorlar bilmiyoruz.
Baki Billah’ın vefat tarihi 1603 yılı olarak yazılmış, Ekber Şah’ın vefatından iki yıl önce.
Ah Ekber Şah, kendini bu kadar ekber görmeseydin ne olurdu.
Hayat ne tesadüflerle dolu.
Babür Şah’a Hindistan kapılarını açan zaferin mimarı Osmanlı topları ve Osmanlı ordu düzeni olduğu gibi Babürlülerin en kudretli sultanı Ekber Şah’a da, tahtı adeta hazırlayan bir Osmanlı kaptanıdır.
Ali Şir Nevaî’nin şiirlerini ezbere bilen ve kendisi de onlara benzer şiirler yazabilen Seyit Ali Kaptan’ın gemisi Hindistan açıklarında parçalanır, canlarını zor kurtarırlar.
Onları önce tutuklayan Babürlüler, Kaptanın Ali Şir Nevaî şiirlerini okuduğunu öğrenince üstlerine haber ederler. Haber, Babür’ün oğlu Hümayun Şah’a kadar gider.
Ali Şir Nevaî’nin şiirleri bir anda Osmanlı denizcilerini, Babürlü Sarayı’nın baş konukları yapar.
Hümayun Şah, pek sever Seyit Ali Kaptan’ı. Tımar teklif eder, maaş teklif eder, “sarayımda kalın” der.
Kabul etmez Osmanlılar. İstanbul’a dönmek için izin isterler.
İşte tam o günlerde Hümayun Şah, kendi yaptırdığı büyük kütüphanenin merdivenlerinden düşer ve başını çarparak vefat eder.
Şah’ın beklenmedik vefatı, taht kavgalarını başlatıp devlete zarar verme tehlikesine açık hale getirir.
Seyit Ali Kaptan, böyle durumlarda Osmanlıların padişahın vefatını gizlediklerini ve şehzadenin tahta çıkmasıyla vefat haberini duyurduklarını söyler.
Babürlü Sarayı da öyle yapar. Şehzade Ekber gelip tahta çıkana kadar Hümayun Şah’ın vefatı gizlenir ve devlet taht kavgasından korunmuş olur.
Baki Billah, vefatından önce bütün müritlerine sonradan İmam Rabbanî olarak tanınacak Sirhindli Ahmet Fârûkî’ye tabii olmalarını vasiyet eder.
Yeni Delhi’den 265 kilometre uzaktaki Sirhind’e ya da yeni söylenişiyle Serhend’e cuma gün gideceğiz.
Şimdi yolumuz Mazhar-ı Can-ı Canan ve Abdullah Dehlevî’nin Türbeleri’ne yöneliyor.
Araçlarımız, bir caddenin kenarında duruyor. Yol çok dar olduğu için araçlar şehrin bu kısmına giremiyor. Buradan sonrasını tuktuk dedikleri elektrik motorlu arabalarla gideceğiz.
Hindistan bayrağındaki tonlarıyla genellikle alt kısımları yeşil, yukarı kısmı sarı renge boyanmış kenarları açık üstü tenteli Tuktuklar, aynı anda 7-8 kişiyi taşıyabiliyorlar.
Biz de birine biniyoruz. Sürücülere nereye gideceğimiz söylenmiş.
Bir gün önce şahit olduğumuz eski Delhi görüntülerinin benzerlerine yine şahit oluyoruz.
Tuktukların taş döşenmiş zeminde bizleri sarsarak ağır baharat ve yağ kokuları arasında ilerlediğimiz yoldaki manzaradan bir an önce kurtulmak için dua ediyoruz.
Nihayet duruyorlar.
Genişçe bir demir kapıdan türbenin bahçesine adım atar atmaz derin bir nefes alıyoruz: Temizlik ve huzur; çok şükür.
Merdivenlerle çıktığımız eyvanın ortasında yeni tamir edildiği çok belli olan Türbe ile karşılaşıyoruz.
Şeyhi ve müridi yan yana Mazhar-ı Can-ı Canan ve Abdullah Dehlevî’nin Türbeleri aynı yerde bulunuyor. Yanlarında iki kabir daha var. Revakların arkasında külliyenin cami bulunuyor.
Dışarıdaki kargaşa ve sıkıntılı hallerden sonra huzurla dolu bir vahadayız adeta.
Türbedarlar misafir ediyorlar, ikramlarda bulunuyorlar.
Mazhar-ı Can-ı Canan bir vahşi tarafından hançerle öldürülmüş, onun talebesi Abdullah Dehlevî ise Altın Silsile’nin Hindistan’daki son halkası.
Silsile, Mevlana Halidî Bağdadî ile Anadolu’ya doğru yaklaşacak ve Şam’a gelecek.
Buradaki görevimizi tamamlayıp Nur Muhammed Bedâyûnî ziyareti için geldiğimiz yolla araçlarımıza gideceğiz.
Bu kez tuktuklar gelmemiş. Yürüyerek sokaktan geçiyoruz.
Yaya yürümek çevreyi görmek için daha çok imkân veriyor.
Bir dükkânın tabelasında bulunduğumuz caddenin "Türkmen Kapı Caddesi" olduğunu okuyunca heyecanlanıyoruz. Demek ki, eski Delhi Kalesi’nin kapılarından birinin adı Türkmen Kapı imiş.
Acaba diğer kapılarının adı neydi?
Üstündeki tozları üfledikçe Delhi Türkleşiyor.
Araçlarımıza ulaşana kadar etrafı izleyerek yürüyoruz. Seyyar arabalarda muz ve mandalina satanlar var. Çevrenin kirliliği meyvelerin kabuğu altına kadar sızar mı diye düşünmeden edemiyorum.
Şimdi, Panj Peeran Kabristanı’na doğru yola çıkıyoruz. Baba Banda Singh Bahadur Setu Caddesinin kenarında Yamuna Nehri’nin kollarının arasında yeşillikler içinde yeni vahaya giriyoruz.
Muhammed Bedâyûnî’nin kabrine kadar huzur içinde Müslüman mezarlığında yürüyoruz. Tarihi kabirler olduğu gibi yeni definlerde buraya yapılmaya devam ediyor. Nitekim rehberimiz Hintli Müslüman Ahmet’in annesinin kabri de bu mezarlıktaymış. Ona da durup dua ediyoruz.
Muhammed Bedâyûnî’nin kabri üzerinde bir bina yok. Kabrin bulunduğu alana 10-12 basamaklı bir merdivenle iniliyor. Kabristanın bu alanı bir yanında duvar diğer yanlarında ise duvar ve demir parmaklıklarla diğer bölümlerden ayrılmış.
Kalınca bir kaideye yerleştirilmiş Muhammed Bedâyûnî’nin baş taşı vakarla gelenleri karşılıyor. Sol yanında iki mezar daha var. Zemin betonla kaplanmış.
Yönetmen Oğuz Namlı, ilk kez burada dron uçurarak çekim yapabildiği için mutlu.
Sabahki planımızda Humayun’un Sarayı’nı da ziyaret etmek vardı ama artık Delhi’de akşam oluyor. Müzenin kapanmış olacağı düşünülerek bu ziyaret ertesi güne bırakılıyor.
Aracımız Delhi’nin geniş caddelerinden birinde ilerlerken bizleri şaşırtan bir yapıyla karşılaşıyoruz. Adına “Hindistan Tak”ı diyorlar.
Romalıların büyük zaferlerinin hatıralarını yaşatmak için yaptırdıkları tak geleneğinin Hindistan’da ne işi var diye sormadan İngilizler aklımıza geliyor.
Yamuna Nehri’nin kenarında geniş bir parkın ortasında yer alıyor Hindistan Takı. Tam önünden geçerken takın arkasında ileride dört sütun üzerinde Hint tarzı bir kubbe duruyor. İçinde bir heykel var. Uzaktan Ali Şir Nevaî’nin Taşkent’teki heykelini hatırlatıyor.
Hindistan Takı, I. Dünya Savaş’ı sonrasındaki zaferin şanını yaşatmak için İngilizler döneminde yapılır. 1931 yılında başlayan inşaat tam on yıl sürer.
I. Dünya Savaşı’nda ölen Hint askerleri ile Afgan Savaşı’nda ölenlerle birlikte seksen iki bin askerin hatırası için yaptırılır. Abidenin üzerine on üç bin üç yüz askerin de isimlerini tek tek yazarlar.
Hindistan Takı’nın kitabesinde bu askerlerin hayatlarını kaybettikleri yerlerin isimleri de yazılır. Aralarında Çanakkale Savaşları’nın amansız cephesi Gelibolu’nun da adı yazılır. Hani Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şiiri’nde karşımızdaki kalabalık orduyu anlatırken “Kimi Hindu..” dediği askerlerin isimleri de zafer takının listesine yazılır.
Türk Cumhuriyetleri’nde sıklıkla gördüğüm II. Dünya Savaşı’nda o köyden, şehirden vefat edenlerin isimlerinin yazılı olduğu abideleri hatırlıyorum. Hâkim güç bu abideleri yaparak halkın kayıplarına saygı duyduğunu göstermeye çalışarak yeni kurbanlar almak için onların sadakatlerini korumaya çalışıyor. Halk ise kaybettiği yakınlarının hatıralarını bu şekilde de olsa yaşatmanın memnuniyetiyle abideleri benimsiyor.
Burada da hâkim ve halk değişse de manzara aynı.
Ölenler bizim ama zafer kimin?
Halk, kaybettiği yakınlarının hatırına zafer takına tepki göstermez hatta bir ölçüde memnun bile olur ama takın ilerisinde duran ikinci abidenin tartışmaları yakın zamana kadar bitmez.
Dört sütunla yükseltilen gölgeliğin içine İngiliz İmparatoru V. George’un heykeli konur.
Konulduğu günden itibaren de Hint milliyetçileri ve sosyalistleri bu heykelin kaldırılması için tepki göstermeye başlarlar. Bir sene George’un kulağını kırarlar, başka bir vakit burnunu keserler. Başka bir zaman başından aşağı kara katran dökerler.
İngiltere, kralının heykelini alıp gitmeye bir türlü razı olmaz. Kimi zaman nakliye için ödenek yok der, kimi zaman getirince Londra’da yer ayarlıyoruz der. Yapılırken de heykelin tacı ile birlikte baş kısmı İngiltere’de yapılıp gelmiştir.
Nihayet, Hindistan V. George’un heykelini alıp bir depoya kaldırır.
Bir süre gölgelik boş kalır. Buraya kimin heykelinin konulması gerektiği uzun uzun tartışılır. Sonunda geçtiğimiz yıl, Hint Millî Hareketi’nin liderlerinden Subhas Chadra Bose’nin doğumunun 125. Yılı da vesile edilerek 8 Eylül 2022’de heykeli törenle gölgeliğe konur.
Hindistan’ın millî törenleri burada yapılıyor.
Delhi’nin akşam trafiğinde otelimize ulaşmaya çalışıyoruz.
Yol üzerindeki manzara sabahkine çok benzer: Evsizler geceyi geçirecekleri tretuvarların üzerine yerleşmeye çalışıyorlar, kimisi ateş yakmış, akşam yemeğine hazırlananlar da görünüyor. Sabahtan farklı olarak o meşhur Hint sığırları ortalıkta pek görünmüyorlar.
Ertesi güne hazırlanıyoruz.
Hindistan Seyahati IV
28 Aralık 2023 Perşembe
Bugün programda merakla görmek istediğimiz yerlerden birisi, Hümayun Şah Sarayı’nı ziyaret var.
Hümayun Şah vefat ettikten sonra eşi Bega Begüm tarafından yaptırılmış bu saray. O yıllarda tahtta Ekber Şah vardır.
“Oğlu üzerinde annesinin yüksek bir etkisi olmalı ki, böyle büyük bir inşaatın başlamasını temin etmiş” diye düşünmeden edemiyor insan. Fakat ilk akla gelenler bazen yanlış da olabilir. Hümayun Şah’ın vefatından dokuz yıl sonra saray inşaatına başlanır. Yıl 1565’dir.
Sarayın inşaatı yedi yıl sürer.
Bega Begüm, eşi için dünyanın en güzel türbesini yaptırmak ister.
Timurlu adetidir, Moğol hanımlarla evlenilir. Timur ailesinin devamı olan Babürlüler de bu geleneği sürdürürler. Begüm, Babürlü sultan hanımlarının unvanıdır. Bu yüzden Babürlülere Mughal Devleti de denir. Mughal “damat” demek yani “damatlar devleti”.
Bega Begüm, öyle bir türbe yaptırmak ister ki adeta onun cennetteki sarayının yeryüzündeki yansıması olsun.
Bu saray, belki Hümayun Han’ın cennet sarayıdır: İçinden ırmaklar akan, sekiz kapısı olan, kabir odası “nur içinde yatsın” dercesine kubbeye açılan pencerelerle aydınlanmış. Cennette insanların sevdikleriyle birlikte olacakları düşünülerek Hümayun’un berberi dâhil bütün sevdiklerinin etrafına getirildiği bir saraydır burası.
Yeri Nizamettin Evliya’nın kabrinin hemen yanında seçilmiştir.
Nizamettin Evliya, Moğol istilâsı esnasında Buhara’dan Hindistan’a göç eden bir seyit ailesine mensuptur. O yıllarda Delhi’de, Delhi Türk Sultanlığı hüküm sürmektedir. Moğolların yenemedikleri belki de tek devlet onlardır. Harzem Şah da bu devlete sığınır. Moğollar peşinden gelir ama elleri boş giderler, alamazlar.
O dönemde pek çok aydın, yazar, sanatçı da Moğollardan kaçarak Hindistan’a gelirler.
Nizamettin Evliya da onlardandır. Sultânü’l-meşâyih olarak anılır, Şeyhlerin Sultanı Nizamettin Evliya.
Rehberimiz Ahmet, kırık Türkçesiyle Nizamettin Evliya’yı “bu bölgeyi Müslümanlaştıran kişi” diye tanıtıyor bize.
O da bir mutasavvıf, Çistiyye tarikatının şeyhlerinden. 700 kadar halifesiyle bölgede irşat görevi yaptığını düşününce Ahmet’e hak vermemek mümkün değil.
Nizamettin Evliya, 1325 yılında vefat edince Delhi Türk Sultanlarından Sultan Muhammed b. Tuğluk tarafından bu bölgeye bir türbe inşa edilir. Hümayun Sarayı’ndan sonra Türbeye gideceğiz.
Nizamettin Evliya Türbesi günümüzde de Delhi’nin en önemli ziyaretgâhlarından biri ve bölgenin adı hâlâ Nizamettin Evliya semti.
Anlaşılan Bega Begüm, sevgili eşini Nizamettin Evliya’nın manevi tesiri ile de cennet havasını oluşturmak ister. Hümayun Sarayı’nın yeri Nizamettin Evliya türbesinin hemen yanında seçilir.
Geniş bir yolun kenarında Hümayun Şah Sarayı’nın giriş kapısının hemen önünde araçlarımızdan iniyoruz.
Yolun hemen karşısında Nizamettin Evliya Külliyesi bulunuyor.
Sarayın bahçesinden girince yeşilliklerle dolu bir bahçeye düşüyoruz.
Cennet bahçesi gibi.
Bahçenin içinde yer alan tanımadığımız şu Hindistan ağaçları dünyaya getirilmiş Tuba dalları olmalı.
Arasından suların aktığı, yer yer havuzlarla bezenen uzun bir yol uzanıyor önümüzde.
Arazinin cazibesiyle akıp sıcak yaz aylarında bahçeyi serinleten sular, cennet ırmaklarını temsil ediyor olsa gerek.
Belki de sarayın yanından akan geniş Yamuna Nehri’dir, cennet ırmaklarının remzi.
Ve yolun sonunda bölgenin meşhur kırmızı kum taşından yapılmış Hümayun Sarayı, güzelliği ile bizi davet edercesine bekliyor.
Timur ve Timur mirası Babür Şah’ın tutkusuydu.
Timur’un başkenti Semerkant’ı almak için tacını kaybetmişti.
Onun Timur tutkusu, soyundan gelenlere de geçmiş olmalı ki, Emir Timur’un Türbesinde ilk kez uygulanan kesik kubbe modelini mimarlar, getirip Hümayun Sarayı’nda uygularlar. Adeta bu yeni kıta Hindistan’da nereden geldiğimizi unutmayacağız demenin başka bir ifadesidir.
Sarayın ana girişinin sağ ve sol taraflarında, kırmızı kum taşlarının arasında içleri beyaz mermerlerle bezenen sekizer revak bulunuyor. Sekiz kapı sağda, sekiz kapı solda. Allah’ın rahmeti gazabını aşmıştır: Cehennemin yedi, cennetin ise sekiz kapısı vardır.
Ana kapıdan girip dik merdivenlerle Hümayun Şahın yanına çıkmaya çalışıyoruz.
Ve beyaz ana kubbenin altında sekizgen bir odada, zarif beyaz mermerden sandukasının bulunduğu Hümayun’un yanına ulaşıyoruz. Kubbenin kenarlarına gizlenmiş pencerelerden içeriye giren bol ışık, “nur içinde yatmanın” dünya haliyle tarifi olsa gerek.
Eşine bir cennet bahçesi hazırlamış Bega Begüm. Sevdiklerini de yanına getirerek mutluluğunu tamam etmek istemiş. Cennette sevdikleri ile yeniden haşrolunması için şimdiden onları yanına hazırlamış. Aileden olanlar sarayın farklı odalarına defnedilmişler. Sevdiği komutanlar, âlimler ve hatta Hümayun Şah’ın çok sevdiği berberi de sarayın bahçesinde kendileri için yapılmış özel bölümlerde yatıyorlar. Onlardan biri olan komutanlardan İsa Han’ın Türbesi’ni ziyaret ediyoruz.
Sarayın girişinde sağ tarafta yer alıyor.
Vakit dar maalesef; keşke imkân olabilse de bu cennet bahçesinin her köşesini doya doya gezebilseydik. Belki başka sefere.
Babürlüler Türk tarihinin çok ilginç hanedanlarından biridir.
Bega Begüm ve saray inşaatı ile ilgili söylenmesi gereken çok önemli bir husus daha var: Bega Begüm hacca gider. Bazı kaynaklar onun için Hacı Bega Begüm diye yazarlar. O üç yıl sürecek hac yolculuğuna çıkacakken inşaat başlamak üzeredir. Hacı Bega Begüm, inşaat için gerekli parayı kendi bütçesinden verir ve yola öyle çıkar. Hacdan dönünce de adeta bir züht hayatı yaşar. Belki de oğlu Ekber’in yaptıklarını üzülerek seyreder köşesinden.
Kısa süren ziyarete doyamadan gözlerimiz arkamızda bu güzel bahçeden çıkıyoruz.
Rehberimiz Hümayun Sarayı’nın 1993 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne dâhil edildiğini söylüyor ve ekliyor buradaki tecrübe dünyanın yedi harikasından biri olan Taç Mahal’e model oldu.
Şimdi Nizamettin Evliya’yı ziyarete gidiyoruz.
Şehirlerde bazen araçla gitmek, yolu uzatır. Bugün de öyle oldu ama çok uzun sürmeden külliyenin yanına geldik.
Araçlardan daha inmeden dilenciler kesiyor yolumuzu. Aralarından sıyrılıp küçük bir kapalı çarşıyı andıran iki tarafı dükkanlarla dolu koridordan geçerek aydınlık bir meydana ulaşıyoruz.
Dışarıdaki kaosun aksine meydanda telaşsız bir kalabalık var.
Ortada Nizamettin Evliya’nın Türbesi, karşıda cami, sağ tarafta üstü gölgelikli cemaat yeri ve solda küçük bir şadırvan var.
Ayakkabılarımızı çıkarmamızı işaret ediyorlar. Hindistan’da insanlar daha cami avlusunda ayakkabılarını çıkartarak giriyorlar. Biz de öyle yaptık.
Ayakkabılarımızı gösterilen yere bırakıp şadırvandan abdest aldık. Çevre gayet temiz.
Caminin değişik köşelerinde namaz kılanlar var. Caminin halıları oldukça temiz görünüyor.
Mehmet Akşit Bey, "yakında fakirlere yemek dağıtılan bir yer olduğunu, heyetimiz adına hayır yapmak isteyenlerin katkıda bulunabileceklerini ve arzu edenleri kendisiyle birlikte gelebileceklerini" söylüyor.
Birkaç arkadaşla birlikte onlar fakirlere yemek dağıtmaya gidiyorlar.
Biz külliyede kalmayı tercih ediyoruz.
Cami kapısının önünde sekizgen ve camdan yapılmış bir türbenin içinde yatıyor Nizamettin Evliya. İnsanlar saygıyla yanına giriyorlar. Yine renkli sanduka örtüleri ve onun üzerinde gül yaprakları duruyor. Çok ferah bir mekân. Yalnız Müslümanlar değil Hindular ve Sihlerden de ziyaretçiler var. Kendi dillerinde yazdıkları kağıtları değişik yerlere asmışlar. Kağıtlarda dilekleri yazıyor olsa gerek.
Nizamettin Evliya, bugün de insanları birleştirmeyi başarıyor.
Şimdi Çandigarh’a uçmak için havaalanına gitmeliyiz.
Geceyi Candigarh’ta geçirip İmam Rabbanî, Muhammed Masum Farukî ve Seyfeddin Farukî Hazretleri’ni ziyaret için Cuma günü Serhend şehrine karayolu ile gideceğiz.