Hoca


 01 Aralık 2020


Teşkilatın çaycısı hastalanmıştı. Onun yokluğunda boşta olduğum için üç haftadır ocağa ben bakıyordum.

Yeni açmıştım, daha çay suyu bile kaynamamıştı. Çay hazır olunca kahvaltımı her gün burada yapıyordum. Öğleye kadar kimsenin pek uğramadığı buraya ben kahvaltıya başlamadan soframda nasibi olan bir kişi mutlaka geliyor, beni yalnız bırakmıyordu. Yine gözüm kapıdaydı. Girişteki cam bölmede bir kişiyi görünce sevindim. Salon kapısı yavaşça açıldı. Üstü başı dağınık biri selam vererek içeriye girdi. Oturmadan önce çekingen bir sesle:

“Sormadan girdim, açıksınız değil mi?” dedi.

“Henüz çayımız yok ama açığız.” dedim.

“Oturabilir miyim?”

“Tabiki buyrun.”

Bir taraftan çayı demlerken, kahvaltıyı da hazırlıyordum. Bir yandan da göz ucuyla onu takip ediyordum. İçimden de bugünkü kahvaltımı da paylaşacak bir misafir gönderdiği için Tanrıma şükrediyordum.

Önce cebinden çıkardığı paketten bir sigara yaktı. İçinin derinliklerine doğru çekti ve bir süre beklettiği dumanı boşluğa bıraktı. Belki de hüzünle bakan gözlerini saklamak için başını önüne eğildi. Yüzünde derinleşmiş çizgileri, sırtında hafif kamburu vardı.

Çay demini alıncaya kadar, zeytin, peynir, evden getirdiğim börek, uğrayıp fırından aldığım poğaça ve simitle onun oturduğu masayı kahvaltı masası olarak hazırladım. Bu erken saatte mutlaka aç olmalıydı. Çay demini alınca bardaklarımızı doldurup masaya bıraktım. O an başını kaldırıp gözlerime baktı. Sanki minnetle bakıyordu. Üzüldüm, ezildim, içim kıyıldı. Ona belli etmedim.

“Buyrun, bana eşlik edin!” dedim.

“Teşekkür ederim kardeşim, bana çay yeter!” dedi.

“Olur mu öyle şey abim? Her sabah bu masasının bir nasiplisi olur. Bu sabahki de sensin. Hadi buyur.”

Ses çıkarmadı. Çayına iki şeker attı, karıştırırken daldı. Belki de cam bardağın içinde dönüp duran çay kaşığının sesiyle uzaklara gitmişti. Gözleri iyice bulutlanmıştı.

“Hadi buyur abi.” diyerek onu o dalgınlıktan çıkarıp almak istedim. Tebessüm etti, hiçbir şeye dokunmadan bekledi. Böreğin ve simidin yarısını bölüp uzattım, aldı. Kendini çok kötü hissettiği halinden anlaşılıyordu. Ona bakmıyormuşum gibi davranarak ben yemeye başlayınca o da başladı. Utanmasını, rencide olmasını istemiyordum. Bardaklar boşalınca çay doldurmak için kalktım. Daha rahat yiyebilsin diye çayı oyalanarak doldurup döndüm. Hayli rahatlamış görünüyordu. Çayları masaya bırakırken;

“Sağol kardeşim, Allah razı olsun.” dedi.

“Afiyet olsun abi! Ne güzel oldu. Beni yalnız bırakmadın. Sen de sağol.” dedim başka bir şey demedim.

Dakikalar geçtikçe o dağınık görüntüsünün altında bir asillik sakladığını hissettim. Bakışı, tavırları, konuşması onurlu, karakterli bir kişiliği yansıtıyordu. Kahvaltımızı bitirip ortalığı topladıktan sonra birer bardak çay doldurup karşısına oturdum. Şimdi konuğumu daha yakından tanımalıydım.

“Affedersiniz, sizi daha önce hiç görmedim. Kimsiniz, ne iş yaparsınız?”

Başını hafifçe sallarken gülümsemeye çalıştı.

“Demek ki teşkilat adabı değişmemiş.” dedi. “Gelen kişi, Tanrı misafiri olarak ağırlanır ama mutlaka sorgulanır.”

Bu cevabıyla aslında kendisini tanıtmış oldu. İkinci bir soruyu gereksiz buldum. Belli ki teşkilattandı. Bu cevabı ancak teşkilat adabı, ocak terbiyesi almış bir insan verebilirdi. Ben sustum lakin o devam etti.

“Bana Maraşlı Hoca derler. Bu kadarını bilsen yeterli mi?”

“Yeterlidir hocam?”

Çaylarımızı bitirdikten sonra bir sigara daha yaktı. Havadan, sudan, teşkilattan konuştuk. O konuştukça benzer dünyaların, inanışların, ideallerin insanları olduğumuz ortaya çıkıyordu. Sözü en tatlı yerindeyken ayağa kalktı. Pardesüsünün önünü ilikledi, selam verir gibi başını eğdi.

“Allaha emanet ol, görüşürüz!” deyip çekti gitti.

O gittikten nice sonra teşkilata birer ikişer insanlar gelmeye başladı. Almanya’ya geldiğim ilk günden beri en yakın arkadaşım, Maraşlı turist Ahmet olmuştu. O gelir gelmez hemen bir kenara çekip, “Maraşlı Hoca'yı sordum. Ahmet’in birden gözleri doldu. Sigara yakıp çayından bir yudum aldıktan sonra;

“Yakından tanıyorum.” dedi. “Buraya başka bir şehirden yeni geldi. Bundan sonra benimle kalacak.”

“Hayda, benim niye haberim yok?”

“Herkesten önce yine senin haberin oldu ya… Dün akşam geldi, gece geç saatlere kadar konuştuk. Sabah dörtte uyandığımda yerinde yoktu.”

“Bilgili, asil, görmüş geçirmiş, dolu dolu bir hali var.”

“Öyledir. Türkiye’de öğretmendi. On iki Eylül’den sonra yurt dışına kaçırılıp burada bir Alman kadınla evlendirildi. Alman kadından bir de kızı oldu. Kızına annesinin adını verdi: Meryem. Karısının zoruyla kızının kimliğine “Maria” da eklenerek adı Maria Meryem olarak yazıldı. Çocuk iki yaşına basınca karısı Meryem’i de alarak ortalıktan kayboldu. Hoca, onları bulsa da bir daha kızını göremedi. Burasının ne biçim kanunları varsa, görmek istediği zamanlar nezareti boyladı. O günlere kadar dim dik olan Esat öğretmen, Meryem’ini kaptırınca içine kapanık, konuşmaz, gülmez, yemez, uyumaz bir “Hoca” oldu. Esat Yıldız ismini bir daha hiç kullanmadı. İşte Hoca budur arkadaşım.”

Ben öğreneceğimi öğrenmiştim.

Sonraki günlerde erkenden gelmeye devam etti. Kahvaltımızı beraber yaptık, uzun uzun sohbetler ettik. Zorlu bir eğitim hayatından sonra çalıkuşu misali idealist bir öğretmen olarak çalışırken Türklük adına verilen kavgalar sonra gurbete düşüş ve büyük bir çöküş. Sadece bilgi birikimiyle değil hitabetiyle de çok güçlü birisiydi. Ben ve teşkilattaki arkadaşlarım ondan çok şeyler öğrendik.

Doksanlardan sonra çıkan aftan yararlanarak o da on beş yıldır hasret yaşadığı, uğruna kavgalar verdiği vatanına dönmüştü. Yıllar sonra duydum ki memleketi Kahraman Maraş’ta yaşıyormuş. Bir öğretmenle evlenmiş. Öğretmenliğe geri dönmüş. Hocam artık eşi ile birlikte Esat Hoca olarak, kaybettiği kızının yerine, binlerce Meryemler yetiştiriyorlarmış.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 168. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 168. Sayı