HaftanınÇok Okunanları
HUDAYBERDİ HALLI 1
Süleyman Abdulla 2
Ayşe Solmaz 3
MUHİTTİN GÜMÜŞ 4
KEMAL BOZOK 5
HÜLYA ÇEL İKTENYILDIZ 6
Osman Çeviksoy 7
1987 yılı. Ayşa annesi kreşte öğretmen olan, babası ağır makine fabrikasında teknisyen olarak çalışan sekiz yaşında meraklı bir kız. Anne-babası çalıştıkları için Ayşa’yi daha bir yaşındayken Rus kreşine vermişlerdi. Babası Kazakistan’ın güneyinde bulunan bir köyde yetişmiş, on beş yaşında okulu bırakarak şehre fabrikada çalışmaya gelip, bu şehirde okuyup bu şehirde yetişmişti. Annesi Mariya bu şehirde doğmuş, yetişmiş, Rusça orta ve yüksekokulu bitirmişti. Babası köyde doğup büyüdüğü için iyi Kazakçası olan, Kazak milli dünya görüşüne sahip bir adam. Annesinin ailesi çok dindar olmasına rağmen Rus okulunda okuduğundan mıdır milli değil, daha çok evrensel dünya görüşüne sahip biri.
Küçük Ayşa’nın yaşadığı şehir yüz elli binlik nüfusu olan küçük bir şehir de olsa elli dört farklı milletin bir arada yaşadığı muhteşem altyapısı ve planlaması olan, parkları ve düzgün yolları, sinema ve tiyatroları ile maden ocağı ve büyük fabrikaları ile meşhur bir yer. 1954 yılında şehir statüsünü alan kasabaya devletin sağladığı iş ve ev imkânlarından dolayı tüm Sovyetlerin farklı ülkelerinden insanlar bu şehre akın etmiş, yerleşmişler. Farklı milletlerin bir arada yaşadığı bir şehir olduğundan dolayı ortak iletişim dili, eğitim, sağlık, sanayi kurumlarının hepsinin işleyiş dili Rusça. Bu şehirde Rusça bilmeyen kimse yok.
Ayşa aile içinde konuştukları ana dili Kazakça yanı sıra bir yaşından Rus kreşine verildiğinden dolayı iyi Rusça biliyor. Şehrin en büyük merkez parkının hemen önünde bulunan beş katlı dört bloklu uzun apartmanın ikinci blokunun beşinci katında oturuyorlar. Her katta üç daire var. Ayşa’nın ailesinin yaşadığı kattaki komşulardan biri Rus ailesi, ikincisi kocası Kazak karısı Rus olan bir aile. Dördüncü katta hemen altlarında Kazan Tatarı ailesi, onların yanında Rus aile, üçüncüsü Yahudi aile. Üçüncü katta yine kocası Kazak karısı Rus olan bir aile, ortada Kazak aile, yanında Özbek aile. İkinci katta ise Rus aile, Yunan aile, kocası Azerbaycanlı karısı Rum olan aile yaşıyor. Birinci katta tamamen apartmanın dört blokunu da kapsayan uzun gıda marketi var. Farklı milletlerin oturduğu bu binada herkesin iletişim dili Rusça. Sadece Kazaklar kendi aralarında Kazakça konuşur. Apartman önündeki avluda farklı milletlerin çocukları bir arada kovalamaca, saklanbaç, lastik atlama, ağaçta kuşlar oyununu oynarlar.
Ayşa’nın annesi Mariya apartmandaki tüm komşularla iletişimi çok iyi. Ayşa’nın birkaç ay önce doğan küçük erkek kardeşi bir gün ağır hastalanıp, hastalığına doktorlar çare bulamamışlar. Hastalığı göbek bağının kesildiği yeri şişmiş, enfeksiyon vücuduna yayılmış, ateşler içinde kalmış. O zaman dördüncü katın ortasındaki dairede oturan elli yaşındaki Rus Alya Teyze bizzat kendisi tedavi etmiş, iyileştirmiş. Alya Teyze kendisi hazırladığı merhemleri bebeğin göbeğine sürüp bir süre bekledikten sonra, uzun uzun Mariya’nın anlamadığı bir dilde dualar okurken dışa taşarak şişmiş olan bebeğin göbek bağı Mariya’nın göz önünde kendiliğinden küçülerek içeriye doğru girmeye başladığında Mariya şaşkınlık içinde “oy!” diyerek bağırıvermiş. O sırada Alya Teyze tedaviye engel olmaması için Mariya’nın eline vurarak “çık dışarı” diye odadan çıkarmış. Ayşa’nın bebek kardeşi hastalıktan kurtulmuş, iyileşmiş, doktorlar bile şaşırmış.
Alya Teyze sıra dışı güce sahip olan bir insan. İnsanları kendi yöntemleri ile tedavi edebilen, eşyası kaybolan insanların eşyasının nerde olduğunu söyleyebilen, büyü yapılmış olan kişilerin üzerindeki büyüleri kaldıran biri. Herkes onu sever, apartmandaki bazı Ruslar ondan korkarlar. Mariya Alya Teyze’ye en küçük oğlunu iyileştirdiği için minnettar, araları çok iyi.
Bir gün Alya teyze kocasının uzun yolculuğa çıkacağını, bu yüzden evde geceleri yalnız kalmak istemediğini söyleyerek Mariya’dan iki kızından birini kocası gelene kadar yanına geceleri kalması için rica etti. Mariya memnuniyetle kabul edip altı yaşındaki küçük kızı Madina’yı götürdü. Madina Alya Teyze’nin evine sabahları dönmek üzere akşamları gidip iki gece kalıp memnun bir şekilde döndü. Daha sonra Mariya sekiz yaşındaki meraklı Ayşa’yı gönderdi.
Ayşa ilk akşam Alya Teyze’nin evine girdiği zaman çok şaşırdı. Alya Teyze Ayşa’nın ailesi gibi iki odalı evde oturuyor. Bir odası adeta bir kiliseyi andırıyor. Duvarlarında nerdeyse hiç boş yer yok, her yerinde Hz. İsa’nın, Hz. Meryem’in olduğu tablolar, haçlar var. Odada duran büyük aynalı altı birkaç çekmeceli vitrinin önünde bibloya benzeyen şeyler, değişik taşlar ve eski kitaplar duruyor. Ayşa duvarda asılı duran her tabloya ve odadaki eşyalara merakla dikkatlice baktı. Sonra Alya Teyze ile beraber mutfakta börek yiyip, çay içip sohbet ettiler.
Gece karanlık olunca Alya Teyze Ayşa’ya kilise gibi olan odasındaki katlanarak toplanan yatağı açıp hazırladıktan sonra ışığı kapatıp, sadece vitrinin üstünde duran küçük abajurun ışığını açtıktan sonra “Sen uyu” ben biraz okuyacağım dedi. Ayşa her ne kadar uyumaya çalışsa da ilk defa komşusunun evinde kaldığından mıdır, uyumak üzere olduğu odanın kiliseye benzer olduğundan mıdır ya da gözünü rahatsız ettiği abajur ışığından mıdır gözüne uyku girmedi. Odanın duvarlarını kaplayan o gördüğü tabloları düşünüp, gözlerini kapatıp yattı. O tablolardaki resimleri televizyonda belgesel veya filmlerde görmüştü. Gözlerini kapatıp biraz uyudu.
Bir süre sonra kendiliğinden uyandı, gözlerini hafiften açıp, belli etmek istemiyorcasına gizliden aynalı vitrin önünde hâlâ oturan Alya Teyze’ye baktı, birden şaşırdı. Alya Teyze kitap okumuyordu. Alya Teyze genelde kuş yuvası gibi büyük topuz yaptığı beyaza yakın sarı saçlarını açmıştı, saçının tam tepesinin ortasının kel olduğunu gördü. Alya Teyze’nin başı arkadan bakınca beyaz bir papatyaya benzetti. Papatyanın ortası pembe yuvarlak düz, kenarlarından beyaz taç yaprakları aşağı doğru sarkıyor. Ayşa iyice meraklandı ve gizliden Alya Teyze’yi izlemeye devam etti. Alya Teyze’si kendi kendine sessizce bir şeyler söylüyor. Ayşa kulaklarını dört açıp, söylediklerine odaklansa da hiçbir şey anlamadı. Alya Teyze’nin ne yaptığını arkasından göremeyince, duyamayınca, yan tarafından görebilmek için yatağının kenarına iyice yaklaşıp yattı. Yan tarafından rahat görebildi, gördüklerine inanamadı. Çok sevdiği Alya Teyze on parmağına kocaman taşları olan büyük yüzükler takıp, önündeki sayfaları kahverengileşmiş bir masal kitabı sayfasını andıran kenarları süslenmiş büyük harflerle yazılmış bir kitabı okuyor. Ayşa okumaya meraklı olduğu için şehir merkezinde oturduğu apartmanın hemen sol tarafında şehrin Merkez kütüphanesinden aldığı birçok Rusça, Kazakça masal kitaplarını bitirmişti. Alya Teyze’nin okuduğu bu eski kitap o masal kitaplarına benziyor. Alya Teyze’si çok sevimli, iyi kalpli biri. Ancak şu andaki başının tam üstü boş olan saçlarını açıp, on parmağındaki o kocaman rengârenk taşlı yüzükleri ile yan taraftan masal kitaplarındaki resimlerde gördüğü cadılara benziyor. İçinden “Hayır, hayır! Alya Teyzem cadı değil!” diye düşündü. Alya Teyze’sinin sesinden, onun çok içten, yalvarırcasına, tüm ruhuyla söylediğini hissetti. “Alya Teyze cadı değil, o çok iyi bir insan” diye düşündü ve çok uykusu geldiğini anladı. Gözlerini kapatıp uyuyakaldı.
Ertesi sabah Alya Teyze Ayşa’yı kahvaltıya kaldırdı, saçını her zamanki gibi yukarıya doğru toplamış, kuş yuvası topuz şeklinde yapmış. Beraber mutfaktaki masada kahvaltı yaptı. Ayşa sormadan edemedi, çok süslü fincandan sütlü çayını yudumlarken:
- Alya Teyze, gece sizi çok eski kitap okurken gördüm. Ne kitabı okudunuz? Masal kitabına benziyordu” dedi.
Alya Teyzesi kaşlarını kaldırıp, biraz durdu ve “saçlarımın dökülmüş olduğunu da gördün mü?” dedi.
Ayşa, yüzü kızararak: “Evet” dedi. Sonra suçunu örtmek istercesine “başınız arkadan beyaz papatyaya benziyordu” dedi.
Alya Teyze’si gülümsedi ve “tıpkı annen gibi kalbin çok temiz, bin kere düşünsem de başımın görüntüsünü papatyaya benzetemezdim” dedi. Sonra Ayşa’ya “saçımın dökülmüş oluğunu kimseye söyleme olur mu, bu aramızda küçük bir sır olarak kalsın” dedi.
Ayşa sır denilince heyecanla: “Evet, aramızda sır olsun, ben sır saklamayı severim, kimsenin bilmediği şeyi ben bileceğim” dedi. Sonra yine merakla:
- Alya Teyze, gece okuduğunuz kitap, ne kitabıydı ve parmaklarınıza taktığınız o büyük renkli taşlı yüzükler neydi? Kitabı da, yüzükleri de çok merak ettim. Hatta odanız çok ilginç, televizyonda gördüğüm müzelere benziyor, tablolar, haçlar…
Alya Teyze: “Meryem kahvaltımız bitince, odadaki ikonalara daha yakından bakabilirsin, yüzükleri de görebilirsin, ancak kitabı açmadan dışından görebilirsin. O gördüğün eski Slavca kitaplar, ikonalar, yüzükler bana büyük büyük annemden miras kaldı. Bu kitapları benim annem, annemin annesi, büyük annemin annesi ve daha da büyük annemler okudu. Bu kitaplar, ikonalar, yüzükler çok değerli. Bu odayı gören nadir kişilerden birisin sen. Bu apartmanda ailem dışında bu odama giren bir tek sen, kız kardeşin ve annendir. Bu oda da aramızdaki ikinci bir sır olsun, tamam mı?”
- “Tamam, Alya Teyze. Ben çayımı bitirdim. Kitabı ve taşları görmek istiyorum”.
Alya adı, Alevtina isminin kısaltılmış hali. Alevtina Teyze’nin hayat hikâyesi, şimdiki yaşam tarzı kadar çok ilginç. Alevtina Teyze hayatı boyunca hiçbir yerde çalışmamış bir ev hanımı. Kocası sanayi ve sanat yönünden çok gelişmiş olan bu küçük şehirdeki ağır makine fabrikasında uzman teknisyen olarak çalışıyor. Rusya’da okuyan bir oğulları var. Alevtina evde boş oturmazdı. Ona büyük büyük annelerinden tıpkı özel odasının duvarlarında asılı duran ikonalar, eski dini ve dua kitapları, renkli taşlı yüzükleri gibi hasta insanları tedavi etme, kaybolan eşyaların yerlerini söyleme ve büyüleri kaldırma yeteneği de miras kalmış. Alevtina Teyze’nin birçok kişiyi tedavi etmiş, zor durumda olanlara yardımı dokunmuştu. Herkes tarafından sevilir. Ancak apartmanda yaşayan bazı Ruslar ondan çekinirler, hatta korkarlar. Kendisi de apartmanda kimseyle yakın olmaz. Belki Mariya sosyal bir kadın olduğundan belki de Mariya adı Hz. Meryem’i andırdığından sadece Ayşa’nın annesi Mariya ile görüşür.
Alevtina Teyze’nin birçok Rus gibi Kazakistan’ın uçsuz bucaksız bozkırının güneyinde Tanrı Dağları’nın eteğinde yer alan bu şehirde ne işi vardı? Nerden ve nasıl gelmişti?
Alevtina Teyze’nin Ortodoks Pravoslav dindarlığı ve bitki kaynatarak, bal ve propolisle tedave etmek, büyü kaldırmak, kayıp eşyanın yerini söylemek gibi yeteneğini aldığı anne tarafı aslen Rusya’nın iki bin yıllık geçmişe sahip olan tarihî Pskov şehrinin İzborsk kasabasından idi. Bu şehir eski Rus inancı ve Rus Ortodoksluğunun önemli kaynaklarından biri idi. Alevtina’nın annesi ve anneanneleri Rus Pravoslav Ortodoksluğuna son derece bağlı dindar kişilerdi. Yüzyıllar boyunca ve kuşaklar boyu bu inanç çerçevesinde yaşam tarzını sürdürüyorlardı. Ortodoks Çarlık Rusya 1917’de Bolşevik’lerce devrilip Sovyet hükümeti kurulmuş, daha önce bir bütün olan kiliseyi devletin yönetiminden ayırmıştı. O günden sonra Rusya’da ciddi bir kilise karşıtı siyasetler izlenmiş, ailesiyle katledilen Çar Nikolay’a bağlı olan tüm Rus asilleri ve din görevlileri ya katledilmiş ya kamplara sürgüne gönderilmiş ya da ülkeden kovulmuştu. 1918’de Sovyet hükümeti ülkede tüm dini kurumlardaki eğitimleri durdurmuş, evlerde dahi din eğitimini yasaklamıştı. Lenin’in 1922’de kilisenin tüm malvarlığına el koyulup yeni hükümetin kuracağı yeni devletin kuruluşuna harcanmasına dair çıkardığı Kararname ile kiliseye ait topraklar, malvarlıkları, hatta kilise içindeki değerli eşyalar yağmalanmış, birçok kilise yıkılmıştı. Bu katı takipler 1940’lı yılların sonuna kadar sürmüştü. Ancak 1920’li yıllarda iç savaştan milyonlarca insanın aç kalmasından halk daha çok kiliseye yönelmişti. Rusya halkının geneli Ortodoks inancına sahip oldukları için evinde ibadet eden sıradan dindar vatandaşlar takip edilmiyordu. 1937 yılında Kilise taraftarı insanların arttığı Stalin’e raporlanınca, bu yıl ufak kilise görevlileri dahil yüz binlerce din adamı kurşuna dizilmişti. İşte bu yıl Alevtina dünyaya gelmişti. Gizliden kiliseye sürekli yardımı ve bağışlarıyla tanınan Alevtina’nın zengin dindar tabip dedesi ve ninesi artık sıranın kendilerine geldiğini ve Rus topraklarında onların çocuklarını da yaşatmayacaklarını anlayınca yeni doğan torunu için endişelenip çocuklarına o dönemlerde “magometan” Hz. Muhamed’i izleyenler veya “busurman” diye adlandırdıkları Müslümanların yaşadığı ve yerli halkının tamamı dindar olduğu Türkistan diyarlarına kaçmasını söylemişlerdi. Bu şekilde Alevtina’nın ailesi birçok dindar aile gibi yaşadığı yeri terk edip, uzak diyarlara kaçmak zorunda kalmıştı. Her gittiği yerde dedesinin tanıdığı kişiler bunları evinde saklanmış ve yolcu etmişlerdi. Alevtina’nın babası ve annesi büyük zorluklarla bebekleriyle birkaç hafta süren yolculukları sonunda Çimkent’in bir kasabasına yerleşmişlerdi. Yanlarında el yapımı birkaç büyük bavullarının özel bölmelerinde gizledikleri aile yadigârı Hz. İsa, Hz. Meryem Ana ve Rus Ortodoks kilisesi azizlerinin olduğu ikonaları, taşlarla süslenmiş duvara asılan haçları, eski kitapları, büyük taşlı yüzükleri beraberinde getirmişlerdi. Alevtina’nın babası ahşaptan masa, sandalye, dolap yaparak bir ustahanede çalışıyor, annesi otlar toplayarak kasabadaki Kazak hastaların evine giderek tedavi ediyor, kasaba sakinleri arasında “orıs emşi” Rus halk hekimi olarak anılıyordu. Kasabada Kilise olmadığı için annesi yaşadığı evin bir odasını çocukluğunda ailesinin Rusya’daki iki katlı büyük kütüklerden yapılan ahşap evindeki ibadet odası gibi düzenlemiş, ikonalarını asmış, evin içinde küçük bir Kilise kurmuştu. Bütün inancını kimseye belli etmeden evinde yaşıyordu. Aynı şekilde kasaba halkı da Müslümanlık inancını evinde yaşıyordu. Kasabada cami yoktu.
Alevtina kocasıyla birlikte 1956 yılında devletin şu anda yaşadığı şehre taşınanlara sağladığı teşvikten yararlanıp bu şehre yerleşmişler. Alevtina çocukluğundan beri Çimkent’te yaşadığı evinde annesinden Rus Ortodoksluğuna dair dini bilgileri, duaları, tedavi yöntemlerini görmüş, öğrenmişti ve kendi evinin bir odasını annesinin kendisine devrettiği yadigârlarla donatmış, küçük kilise kurmuş. O da tıpkı annesi ve büyük anneleri gibi insanları tedavi ediyor, büyüleri kaldırıyor, kayıp eşyaların yerini söylüyor ve odasını sadece güvendiği kişilere gösteriyor. Yaşadığı bu apartmanda herkes ona kısaca Alya diyor.
Alya Teyze, kahvaltı masasını hemen toplayıp Ayşa’yı odaya götürdü ve duvarda asılı duran her ikonanın, hacın ne olduğunu ve tarihçesini anlattı. Sonra her biri farklı renklerde olan büyük taşlı yüzüklerini ve eski Slavca yazılmış olan kutsal kitaplarını gösterdi. Ayşe onların hiçbirine dokunmadı, sadece merakla bakarak anlatılanları dinledi. Sonra Alya Teyze Ayşa’ya gece yanında kaldığı için teşekkür edip üst kata evine gönderdi. Ayşa evine gelince sanki masal dünyasından çıkıp gelmiş gibi hissediyordu. Çünkü dinî konular ona o kadar uzaktı ki, Alya Teyze’nin anlattıkları masal gibiydi.
Ertesi gün Ayşa akşam yine Alya Teyze’nin evine giderken kütüphaneden aldığı hikâye kitabını da götürdü. O akşam odada Ayşa kendi kitabını okuyorken Alya Teyze’si kutsal kitabını okuduktan sonra duvardaki ikonaya bakıp Rusçaya benzer, ancak Rusça olmayan kelimeler ile bir şeyler söyleyip birkaç defa sağ eliyle önce alnına, sonra karnına, sağ omzuna, sonra da sol omzuna dokundurup eğildi, bunu üç defa yaptıktan sonra konuşmasını bitirmesi Ayşa’nın dikkatini çekti.
- “Alya Teyze az önce hangi dilde, ne konuşuyordunuz?” diye sordu.
- “Dua ediyordum ve Rusça söylüyordum, ama bu eski Slavca yani eski Rusçadır, senin anlamaman normal, sadece sen değil, Rusların çoğunluğu bile anlamaz. Sen de istediğin zaman Tanrı’ya başvurup, dua edebilirsin.
- “Siz nerden biliyorsunuz eski Rusçayı?”
- “Annem öğretti, annem eski Slavcayı, eski Rusçayı ve eski duaları çok iyi bilen nadir insanlardan biriydi”
- “Peki dua nedir ve Siz niye dua ediyorsunuz?” dedi Ayşa.
“Dua Tanrı’dan dilek dilemek ve Tanrı’ya teşekkür etmek için söylenen sözlerdir. Ben hem dilek dilemek hem şükür etmek için her gün sabah ve akşam, ayrıca her yemekten once ve sonra dua ederim. Sen de dua edebilirsin, özellikle ne zaman canın sıkılırsa, üzülürsen Tanrı’dan yardım iste, sana mutlaka yardım edecek” dedi Alya Teyze.
- Nasıl, ne dilersem gerçekleşecek mi?
- Evet, gerçekleşecek. Önemli olan kalbin ile dileğin birbiriyle uyumlu olmasıdır. Eğer kalbin başka şey isteyip, dileğin başka şey içeriyorsa Tanrı dileğini değil, kalbindekini gerçekleştirecek. Bu yüzden öncelikle kalbinden geçenlere dikkat edeceksin.
Ayşa eski Rusçanın nasıl bir dil olduğunu merak etti ve yarın hemen apartmanın yanı başında duran şehrin Merkez Kütüphanesine gidip eski Rusça kitap almayı düşündü. Ertesi gün kütüphaneye gitmişti, ancak eski Rusça ile ilgili herhangi bir kitap yoktu.
Ayşa bu şekilde Alya Teyze’nin evinde üç gece kalmıştı.
Bir gün Ayşa okuldan geldikten sonra oturdukları dört bloklu uzun apartmanın önündeki avluda arkadaşlarıyla oynarken çimlerin üzerinde ölü bir kuş buldu. Kuşu ellerine alıp arkadaşlarını çağırdı. “Toprak kazmama yardım eder misiniz, bu kuş ölmüş gömelim” dedi. Arkadaşlarıyla beraber avluda bulduğu çubuklarla toprakta küçük bir oyuk açtıktan sonra Ayşa kuşu gömdü ve küçük mezarın üzerine ince çubuklardan haç yapıp koyduktan sonra tıpkı Alya Teyze’den gördüğü gibi sağ elinin ilk üç parmağını birleştirip “Baba, oğul ve kutsal ruh adına” diyerek önce alnına, sonra karnına, sonra sağ omzuna, sonra sol omzuna dokundurup Rusça “gospodi pomiluy, amin” Tanrı affet, amin” dedi. Arkadaşları “niye haç yapıp koydun?” diye sorunca, “ee, bilmiyor musunuz siz, ölenlerin mezarına haç yapılır” dedi.
- “Nerden biliyorsun?” diye sordu arkadaşları.
- “Televizyonda görmüştüm, ayrıca dayımın evinin olduğu mahallede mezarlık var orda mezarların üzerinde böyle haçlar var” dedi Ayşa.
Ayşa şehir merkezinden uzak bir mahallede oturan büyük dayısının evine annesiyle birlikte giderken ve dönerken mezarlığın yanından defalarca geçmişti. Bu mezar şehrin Hristiyan mezarlığıydı. Ayşa’nın ne Hristiyanlıktan ne de Müslümanlıktan haberi yoktu. Bu yüzden ölenlerin mezarlıklarına gördüğü mezarlıktaki gibi haçlar konulduğunu düşünüyordu. Şehirde Müslüman mezarlığı yoktu. Müslüman mezarlığı şehirden uzak Türkistan şehrine yakın bir yerde.
Akşam Ayşa evde ertesi günkü sınava hazırlanıyor. Sınavda çok başarılı olmak istiyor. Evin diğer boş odasına geçip kimse yokken Kazakça olarak içten “O Tanrı, sınava çalıştım, sınavdan beş alayım, yardım et” diyerek dua etti ve Rusça “baba oğul ve kutsal ruh adına” deyip sağ elinin ilk üç parmağını birleştirip önce alnına, sonra karnına, sağ omzuna, sonra sol omzuna dokundurup “amin” diyorken odaya aniden giren annesi Mariya Ayşa’nın yaptığı el hareketlerini gördü, söylediklerinin bir kısmını duyup şaşkınlık içinde:
- “Ayşa, az önce ne yapıyordun ve o ellerinle yaptığın hareket neydi?” dedi.
- “Dua ediyordum, yarın sınavım var”.
Annesi şaşkınlık içinde “Ama kızım bu şekilde Hristiyanlar dua eder ve bu hareketi yapar. Biz Müslümanız, böyle dua etmeyiz. Nerden öğrendin böyle dua etmeyi” dedi.
- “Alya Teyze’den. “Müslüman” ne demek anne?
- “Nasıl, Alya Teyze mi öğretti sana böyle dua etmeyi?”
- “Hayır, öğretmedi, o dua ederken gördüm, kendim öğrendim. Niçin dua ettiğini sordum. Tanrı’dan dilek dileyebileceğimi söyledi.”
- “Müslüman demek “Allah’a ve onun elçisi Muhammed Peygamber’e inanan kişi demek. Hristiyan demek İsa Peygamber’e inanan kişi demek” dedi annesi.
- “Peki anne, madem biz Müslümanız, Müslümanlar nasıl dua ederler?” diye sordu Ayşa.
Ayşa’nın annesi Mariya 1917 yılından beri dinin yasaklanmaya başlamasıyla Sovyetler Birliği’nde oluşan dinsiz toplumun milyonlarca bireyleri gibi hangi dine mensup olduğunu biliyor, ancak dini hakkına herhangi bir bilgisi yoktu. Mariya her ne kadar anne ve babasının beş vakit namaz kıldığı bir ailede yetişmiş olsa bile Rus okulunda okuduğu ve Rusça konuşulan Tanrıtanımaz toplumun içinde yaşadığından birçok Sovyet Müslümanı gibi Müslüman olduğunu biliyor, ancak kelime-i şehadeti dahi bilmiyor. Bu yüzden Ayşa’nın sorusuna cevap veremedi, çünkü Müslümanların nasıl dua ettiklerini bilmiyordu.
- “Müslümanlar günde beş vakit namaz kılarlar, ama nasıl dua ettiklerini ben de bilmiyorum. Pazar günü anneannene gider sorarız, o daha iyi bilir, ondan öğreniriz, tamam mı kızım” dedi. Mariya o gece uyuyamadı. Kızının Hristiyanlar gibi dua ettiğini görünce, endişelenip kızını bir an önce annesinin evine götürüp Müslümanların nasıl dua ettiğini öğrenmesini istiyordu.
Pazar günü gelince Mariya çocuklarını alıp annesinin evine götürdü. Annesine durumu anlattı. Namazında niyazında olan annesi torunlarını yanına oturtup İslamiyet’in şartlarını ve Müslümanlığı anlattı. Her Müslüman kişinin kelime-i şehadeti bilmesi gerektiği söyleyip, önce kelime-i şehadeti, sonra nasıl dua edilmesi gerektiğini ve birkaç dua öğretti. Ayşa aklına gelen her soruyu anneannesine sordu. O gün İslamiyet’in sembolü hilal olduğunu ve camilerin kubbelerinin ve ölen Müslüman kişilerin mezarlıklarının üzerinde hilal işareti konulduğunu öğrendi.
O gece anneannesinin yanında yatarken apartman avlusunda bulduğu kuşun mezarlığına haç yaparak, Hristiyan duası söyleyerek, bir Hristiyan gibi gömerek yanlış yaptığını anladı. Ayşa’ya göre o kuş Hristiyanca gömüldüğü için bir Hristiyan’dı. Bundan sonra ölü kuş bulursa Müslümanca dua edip, mezarın üzerine hilal yapıp gömeceğini düşündü. Birdenbire akrabalarından çok duyduğu, ancak hiçbir zaman görmediği ikinci dünya savaşında cepheden dönmeyen dedesi aklına geldi. Kim bilir o Beyaz Rusya cephesinde öldüğünde Ruslar tarafından Hristiyan duaları eşliğinde, mezarlığına haç yapılarak Hristiyan biri gibi mi gömülmüştü. Tıpkı Hristiyan kuş gibi.