HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Osman Çeviksoy 2
HİDAYET ORUÇOV 3
KEMAL BOZOK 4
ŞEFA VELI 5
NIKA ZHOLDOSHEVA 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
Kazakistan’a geldiğimden beri balballar bulunan bir bölge olduğunu duyuyordum. Fakat bahsedenler, coğrafi olarak yerini tam tarif edemiyorlar, yalnızca Astana yakınlarında bir yer diyorlardı. Nihayet 22 Eylül 2019 Pazar günü, internetten edinilen bilgi doğrultusunda balbalları bulmak ve haberleştirmek için yola çıktık. Menzilimiz, başkent Nur-Sultan’a yaklaşık 150 km uzaklıkta, Yereymentav şehrinin önünden Kumay Irmağı’nın aktığı Karagaylı Köyü’ydü.
İki saati aşan bir yolculuktan sonra yol göstericide işaretlenen yöreye geldik ama etrafta herhangi bir tabela, aradığımızla ilgili bir emare yoktu. Rastgele girdiğimiz bir yol kenarında, -ıssız bozkırın başlangıcında bir yerde- bir kafeye rastladık. Bölge insanları olan kafe sahiplerinin tarifiyle, gittiğimiz yoldan geri dönerek Nur-Sultan – Pavlador karayolunun sağında uzanan toprak ve engebeli yola koyulduk. Karşımızda sonsuz bir bozkır vardı ve aştığımız ilk tepenin ardından karşımıza aradığımız Karagaylı Köyü çıktı. Kazakların yaşadığı köy sakinleri, bize, ırmağı geçerek karşı kıyıya çıkmamız gerektiğini söylediler. Rahatlamıştık, çünkü doğru iz üzerindeydik. Bahsedilen ırmak da, tarihî metinlerde “Kedey” ve “Kuday” olarak da adlandırılan “Kumay” olmalıydı.
Köy, ırmağın yakınlarına, ırmak ile otoyol arasındaki bozkıra kurulmuştu. Köyü arkada bıraktıktan sonra, bir müddet karşı kıyıya geçecek bir geçit aradık ırmak boyunca. Sonbaharın çevresindeki otlakları sarartmaya başladığı ırmak, geniş bir yatağa sahip olmasına rağmen suyu çok azalmış durumdaydı ama oldukça derinden akıyordu. Üzerinde köprü olmadığından karşıya geçmek için en sığ bölgesini bulmak gerekiyordu. Biz de daha önce geçenlerin izlerini takip ederek öyle yaptık.
Balbalların bulunduğu bölge ırmağın diğer yakasıyla güneyinde uzanan bir tepeliğin arasında bulunuyordu. Kazak köyünde konuştuğumuz insanlar balbalların etrafının çevrili olduğundan söz etmişti. Ancak, sonbaharın sararttığı yüksek otlar arasında ilerlerken onları göremiyorduk.
Nihayet, patikanın doğusunda, yoldan yaklaşık 500 metre içeride etrafı çevrili bir yer dikkatimizi çekti. Zeminin bataklık olabilmesi endişesiyle binbir dikkat göstererek yanına ulaştık. Evet, burası bir mezarlıktı. Çevresine taşlar yığılmış iki kabir bulunuyordu ama baş taşları devrilmiş ve formunu kaybetmiş bir haldeydi.
Sonra biraz daha içerde benzer bir yer daha gördük. Oraya da heyecanla ve yine azami dikkatle gittik. Burası, zamanın tahribatına daha çok dayanabilmiş görünüyordu. Yan yana ayakta kalabilmiş iki balbal vardı. Yanına dikili tabelada 6-8.yüzyıllara ait olduğu belirtiliyordu. Evet, aradığımız balballar bunlardı. Göktürkler döneminde yapılmışlardı ve 1500 yıla yakındır buranın bekçisiydiler. Biz ise, böylece, bozkıra ilk adımımızla birlikte 15 asır öncesine ayak basmıştık.
Aslında, Türk kültürünün önemli unsurlarından biri olan insan formlu mezar taşlarının ortaya çıkışı, şu anki bilgilere göre, Hun devrine uzanıyorsa da, asıl yaygınlaşması Göktürk dönemindedir. Yükseklikleri 30-40 cm’den 2-3 m’ye kadar olabilen ve taş baba, taş nine, sin, balbal vb. gibi dikiliş amaçlarına göre çeşitli adlandırmalarla anılan insan formlu mezar taşı geleneği, Türklerin yayıldığı her yere taşınmış ve İslamiyet’ten sonra da devam ettirilmiştir. Bugün bile Anadolu’nun herhangi bir köşesinde, yalnızca taş üzerinde simaların yokluğu ile, tıpkı kadim Orta Asya’dakine benzer baş taşları dikme geleneği devam etmektedir.
Ancak asıl heyecan verici olan bir sonraki durağımızdı.
Göktürk dönemi balballarından yaklaşık 1 km uzakta, yine etrafı çevrili bir yer görünüyordu. Oraya da gitmeye karar verdik.
Yine otlarla kaplı, engebeli toprak üzerinde ilerlerken karşımızı çıkanlar, daha sonra şahit olacağımız manzaranın ilk habercileri gibiydiler. Göz alabildiğine her yer, toprak altında kalmış öbek öbek taş yığınları ile kaplıydı. Birinin yanında durup incelediğimizde buranın kadim bir mezar olduğunu gördük. Çevreye baktığımızda bölgenin büyük bir mezarlık olduğunu anladık. Sadece toprağın üzerinde kalabilmiş olan mezarlar bile sayısız denecek kadar çoktu ve her taraftaydı. Artık, sonsuz sarı düzlük başka bir anlam kazanmıştı gözümde.
Tabii, üçüncü durağımıza ulaşana kadar tüm bu bölgenin Göktürk dönemi ve sonrasına ait olduğunu düşünüyordum. Ve diğer çevrili yere geldik. Birden heyecanım zirveye ulaştı. Oldukça geniş sayılabilecek bir alanın etrafı parmaklıkla çevrilmişti. Kazakistan Kültür Bakanlığı tarafından dikilen tabelada, buranın Hun dönemine ait bir kurgan olduğu yazılıydı.
Bin yıl daha geriye, 2500 yıl öncesine kadem basmıştım.
Demek buralar Hun Türklerinin dolaştığı yerlerdi!
Daha önce Göktürklerin at koşturup tuğ diktiği topraklarda dolaşma imkânım olmuştu ama bir Hun dönemi mekânında ilk kez bulunuyordum.
Tarifi çok zor bir haleti ruhiye içine giriverdim aniden!..
Arkeolojik bulgularla desteklenmek bağlamında, genel olarak zayıf olan tarih yazıcılığımızda, Hunlar döneminin neredeyse soyut hatta mitolojik bir dille anlatıldığı malum. Onlara ait somut bir mirası görmek, birden, her şeyi ete kemiğe büründürüverdi. Kaf Dağı’nın ardına saklanmış bir tarihî dönem canlanıyor, göz önüne dikiliyordu. İşte burası bir Hun yerleşim yeriydi. Atalarımız buralarda yüzyıllarca at koşturmuş, Atilla’nın ordusu buradan seferlere çıkmıştı. Hunlar, bir taraftan Kızılelma için eski dünyanın dört bir yanına fetihler düzenlerken, bir yandan da yaşadıkları yerlerin tapusu olan bu kurganları inşa etmişlerdi.
Etrafta taş çıkarılacak hiçbir yer yokken bu kadar çok sayıda taştan mezar yapılmış olması, yerleşik bir hayatı işaret ediyordu kuşkusuz. Daha da önemlisi, böylesine kalıcı “mekân”lar inşa etmeleri, Osman Turan’ın da altını çizdiği gibi, insanın ölümünden sonra yeni bir hayata dirileceği inancı ile izah edilebilirdi ancak…
Velhasıl, bozkırın ortasındaki bu kurgan ve etrafına serpili diğer binlerce yıllık mezar taşlarını seyrederken, Hun Türkleri, tarihin flu, belirsiz sayfalarından çıkmış, görünen bir hakikat halini almışlardı.
Etrafıma bir kez daha baktım, rüzgârlı bir gündü, rüzgârın bir başka terennümle esmeğe başladığı hissine kapıldım. Esintinin uğultusu kelimelere dönüşmüş, mezarlarda yatanlar da dile gelmişlerdi sanki. Geçmişle konuşuyor gibiydim; rüzgârın ve binlerce yıl önceye ait mezar taşları aracılığıyla. Çevredeki uzamış otlar da bu sohbete katılıyorlardı, başlarını rüzgâr yönünde hareket ettirerek.
Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Ama birkaç saat olmuş buraya geleli. Üşümeye başladığımı hissedince, havanın kararmaya yüz tuttuğunu fark ettim. Ve 2500 yıl öncesine uzanan yolculuğum birden kesildi.
Ufkunda otlayan at sürülerinin dolaştığı, güz sarısına bürünmüş sonsuz bozkırın orta yerinde yapayalnızdık. Geri dönmek zamanı gelmişti.
Aynı yoldan, ama öncekinden çok farklı bir ruh haliyle, yüzlerce yıllık mezarların arasından geçerek Kumay Irmağı kıyısına geldik. -Birkaç saatte yüzlerce yıl yaşadığım bozkırı arkada bırakmıştım-. Irmağın kıyısına indim ve soğuğa rağmen suyun içinde bir müddet yürüdüm. Daha önce buralarda hayat sürmüş Hunlar, Göktürkler ve diğer tüm ataları bir kez daha “esleyerek”!
Dönüş yolunda aklımda bir soru vardı: Niçin biz kadim köklerimizi yalnızca bugünkü Moğolistan topraklarında arıyoruz. Anayurdumuz yalnızca oralar değil ki!
Türklerin anavatanları çok daha geniş bir coğrafyayı kapsıyordu.
İşte Kazakistan bozkırları… Sakalardan Hunlara her geçen geçen gün başka, zengin bir kültürel mirasın gün yüzüne çıkarıldığı topraklar! Hem de bu buluntuların her biri bugün bile insanı hayrete düşürecek zarafette işlenmiş, yerleşik kültüre ait çok sayıda zengin buluntular bunlar. Ki, bizim sadece at sırtında “akın yapan” insanlar değil, yerleşik bir uygarlığı da sahip bir millet olduğumuzu dünyaya, -tabii ki önce kendimize-, anlatacak nitelikte!..