HÜZNÜ SOLUYAN ŞAİR: ALİ AKBAŞ


 01 Ekim 2022


 

Giriş

İlk karşılaşmada ısındığım, kendimden bir şeyler bulduğum bir hocaydı Ali Akbaş. Hacettepe Üniversitesinde öğrenciyken Türk Dili dersimize gelmişti. Konusunu kendimizin belirleyeceği özgün bir kompozisyon veya kısa hikâye yazmamızı istemişti. Yazdığım metinde hamasi bir taraf vardı. Özgün değildi. Ali hocam uygun bir dille uyardı. Bir arkadaşım “Peynir Ekmek” başlıklı kısa bir hikâye yazmıştı. Onu çok beğendi. Öğrencilik yıllarımızdan sonra da hatırlatıldığında unutmadığını gösterdi. Sonraki süreçlerde Ali Akbaş hocamla yolu kesişmiş birçok isimle karşılaştım. Başta hocam Cemal Kurnaz olmak üzere herkes onun fedakârlığından, dostluğundan bahis açtı. Muhabbetim arttı. Fırsat bulup dinlemeye çalıştım. Yakın dostları Hüseyin Özbay ve Kamil Akarsu ile ailecek görüşmelerimiz oldu. Çok istifade ettim. Allah hayırlı ve sağlıklı ömür versin.

Kızımın, düğün davetiyesine “Bulutu severiz biz / Tertemiz ak pak da ondan” dizelerini yazdığını görünce çok sevindim. Hocamın da sevineceğinden kuşkum yoktu. Onu bahane edip hem davetiye götürdük hem de kendisini evinde ziyaret edip müsaadesini aldık. “O benim yeğenim, tabi kullanacak.” dedi. “Bir miri meradır bizim türküler” dizesinde olduğu gibi. Salgına rağmen düğünümüzü şereflendirip birkaç şiir okudu. Hepimiz mutlu olduk. Gençlerin de çocuklarına anlatacak bir hikâyesi oldu. 

Ali Akbaş’ın şiirlerini defalarca okudum, okumaya da devam ediyorum. Şiirleri üzerine birçok çalışma yapılmış, değerlendirmelerde bulunulmuş. Bu türden çalışmalar devam edecektir, etmelidir de. Kabul buyrulursa dostluk nişanesi olarak şiirlerinin bende bıraktığı izlerden söz etmek, akademik bir üslûptan uzak aklımda kalanları bir sohbet havasında paylaşmak isterim.

 

Ali Akbaş’ın Aidiyet Hissettiği Coğrafya

Her sanatkâr bir ortamın içine doğar. Ortamı onu yoğurur, şekillendirir. Beslendiği farklı kaynaklarla bir terkibe ulaşır. Ali Akbaş’ın kişiliğini yoğuran başta Maraş Elbistan civarındaki kültür ortamı olmalı. Ancak Akbaş kendisini orayla sınırlı tutmamış, güçlü bir aidiyet duyduğu milleti ve tarihinden beslenmiştir. O, modaya rağbet etmeden, çocukluğundaki sese ve yaşanmışlıklara kulak vermiştir. Halk şiiri kadar klasik şiirden de beslenmiştir. Yeni şiiri takip etmiş ancak birçok yeni şairin anlatıcı tarzına ve içeriğine itibar etmemiştir. O, milletinin tarihine, kültürüne ve diline hayrandır. Milletini karşılıksız sever. Acılarını paylaşır, mahzunluğunu şiirlerine taşır. Bir ayağı destanlarda, masallarda, türkülerde; bir ayağı tarihte, Türk üslûbu Müslümanlıktadır:

“Kötü bir kılavuz insanın aklı

Şımarık, sevimli, zalim ve kaçak

Âlem birbiriyle kanlı bıçaklı

Batıl, kendi batağında batacak

Her meyvenin kurdu içinde saklı

Her yeni gün Hakk’ı müjdeliyor bak

İri bir gül gibi büyülü, sıcak

Güneşimiz hep doğudan doğacak”

(Akbaş 2015: 55)

Akbaş, Türk elinde yaşananlara duyarsız değildir. O dünyada cereyan eden her şeye, dikkat kesilir. Coğrafyanın içinde bulunduğu duruma hayıflanır; tespit yapar, rehberle Turan’a gitmeyi önerir:

“Milleti vurdular, dini vurdular

Barış adlı güvercini vurdular

Ak yurtlara kızıl düzen kurdular

Gönlüm bir kuş gibi Kırım’a gider

Kırım’ın gidişi zoruma gider

Turan’a gidelim kılavuz Kur’an

Elbet bir gün bize gülecek devran

Davran tan atıyor, yiğidim davran

Tuz basalım yaramızı saralım

Viran olan yurdumuza varalım”

(Akbaş 2015: 69-71)

Onun Türk tarihinden gelen geniş bir coğrafyası vardır. Bir yanı Aral’da, Göygöl’de, bir yanı, Üsküp’te, Bosna’da, Tuna’dadır:

“Söyle bana söyle bana

Ağır ağır akan Tuna

Kaç kere bulandın kana

İçtiğin kanlar hakkı’çin

Eşisin Ceyhun Seyhun’un

Kutsal senin suyun kumun 

Bir ucu sende yurdumun 

Öbür ucu tâ sedd-i Çin”

(Akbaş 2015: 78-79)

Ali Akbaş, tarihe sıkışıp kalmaz. Yaşanıp durana ilgisiz değildir. Kerkük’ten Filistin’e, Uganda’dan Afrikalı, Bosnalı çocuğa kadar geniş duyarlılığa sahiptir. Bugünden tarihe, tarihten bugüne köprüler kurar. Türk tarihi ve kültürüne bir bütün olarak bakar. Bu geniş yelpazenin ortalarında durur. 

 

Şiirlerinin Dokusu 

Ali Akbaş’ın şiirlerinin tonu, Türk ve İslam dünyasından -özellikle Türkçe konuşan- her kesimin kendisini bulabileceği renktedir. Göndermeleri, üzerinde ittifak edilen isimler, mekânlar, tarih ve coğrafyadır. Anlatım ve telmihleri bilgiye dayanır. Cümle yapısı sağlamdır. Kurgularında kültür veya tabiattan aldıklarını bozmaz. Dilin farklı işlevleri olan edebî sanatlar bütün güzelliğiyle görünür hâldedir. Teşbih, teşhis ve mecazdan çokça yararlanır. Özgün buluşları dikkati çeker. Şiirlerinde muhtevayla uyumlu güçlü bir ritim hissedilir. Anlatıcı dili bir sehl-i mümteni örneğidir. Bu açıdan gelenekli şiirin disiplini fark edilir.

Akbaş’ın şiirlerinde Türkistan, konu alanı olarak geniş yer tutar. Oraya duyulan hasret bir başkadır. Batı ile geniş bir hesaplaşmaya girişmez; ama yer yer ihtişamlı günlerin hasretiyle içinde bulunduğumuz durumun sorgulamasını yapar. Milletin ferdi olarak kendisini sorumlu hisseder:

“Biz hep atla geçtik Tuna’dan

Böyle geçmedik

Avrat uşak

Biz hiç böyle geçmedik 

Beyler utansın

Sirkeci’den tren gider

Varım yoğum törem gider”

(Akbaş 2015: 179)

Buna rağmen ümitsiz de değildir:

“Tuna bizden utanır

Biz Tuna’dan

Yüzüne kapatır ellerini

Aldırma be Tuna’m

Yiğit çıplak doğar anadan”

(Akbaş 2015: 179).

Bilinen ilk Türk tarihi ve kültüründen yaşanan güne kadar geçen süreç ve coğrafya onun ilgi alanındadır. Göktürklerden Kırgızlara, Özbeklerden Yakut Türklerine, Kırım Tatarlarından Tuva Türklüğüne; medeniyet olarak Selçuklu ve Osmanlıya kadar bütün topluluklara muhabbeti vardır. 

Ali Akbaş’ın şiirlerinde doğduğu yer başta olmak üzere Anadolu’nun yoksulluğu, mahzunluğu, insanının erdemi önemli yer tutar. Çocukluğunda görüp işittikleri, yaşadıklarıyla hayalleri sade ve samimi bir anlatışla dile gelir. İnsanın gönül teline dokunur. Yaşadıklarını hatırlatır. Okuyucuyu yaşanmışlıkların içine çeker. Benzer düşleri gördüğü, hayaller kurduğunu düşündürür. Beni gerilere götürdüğü gibi. 

Çocukluğumda kardeşimle pencerenin önüne oturur, kış günlerinde yağan karı seyrederdik. Gözümüzün görebildiği en uzak kar tanesini yere inene kadar takip ederdik. Farklı varlıklara benzetirdik. Evimiz büyük ölçüde ocaklıkla ısınır, ekmeği, yemeği orada pişirir, suyumuzu kızdırırdık. Ocaklığın genişliğine mütenasip bacası da genişti. Çocuk aklıyla bacanın deliğinden gökyüzüne bakardık. Bize büyülü bir görüntü gelirdi. Hele akşamları veyahut havanın bulutlu olduğu zamanlar, dışarıdan gelen seslerle birlikte, şekilden şekle giren bulutun hareketliliğini ecinnilere, perilere benzetirdik. Kimi zaman benzetmelerimizden ürperirdik. Ali Akbaş'ın şu dörtlüğünün çağrıştırdığı benzer hayallere dalardık:

“Çamlıbeli tutunca kar

Uluşur dağda aç kurtlar

Bir kuş olurdu bir deve

Bacadan geçen bulutlar”

(Akbaş 2015: 415)

Akbaş, bir yanıyla tarihte yaşar. Destan kahramanlarından ses verir. Bu seslerde çoğunlukla hüzün vardır. Şiirleri sizi hissine ortak eder. Aynı aidiyet duygusunu yaşatır. Anlatıcılığında yapaylık yoktur. Samimiyeti sarıp sarmalar insanı. Kâh Aral’ın, kâh Göygöl’ün hüznüne ortak olursunuz. Tuna’yla içlenir, Kutlu Taş’a hasret duyarsınız. Oyunskiy’e, Çolpan’a yanar, Tukay’ı rahmetle anarsınız. Zafer Güvercinleri olup Akdeniz’de, Cezayir’de Burak Reis’in sesini dinler; Oruç Reis’le, Barbaros’la Piri Reis’in rehberliğinde zaferlere koşarsınız. 

Ali Akbaş için türküler, Türk’ün tarihidir. Milletin bin yıllık geçmişini özetler. Yaşanmışlıklar ondadır; acılar onda, töre onda, umutlar onda, hayaller ondadır. Tabiatı acılara, umutlara ortak eder:

“Ay karanlık, bulamamış yolunu

Seferberlik yaman bükmüş belini

Karanlık gecede sinsin yalımı

Zulmette çıradır bizim türküler”

(Akbaş 2015: 273).

Ali Akbaş’ın şiirlerinde keskinlik yoktur, inanmışlık vardır. Dinginliğin altında bir coşkunluk sezilir. “Ben bir deli Türk’üm dilimde türkü” dizeleri onu ele verir. “Deli poyraz eser”, “Deli poyraz doruklarda tar çalar”, “çağıl çağıl bir deli çay” akar, “Tukay bir deli çay” olur. Ali Akbaş varlığı veya olanı tek taraflı görmez. Âlem bir bütündür. Görünmeyen taraflarına işaretle sizi şaşırtır, gördüğünü onaylarsınız:

“Her yeni gün bir hediye

Müjdeler verir seher

Kınamayın esmer diye

Güneş doğurur geceler”

(Akbaş 2015: 394).

Ali Akbaş’ın şiir kitaplarından biri “Kuş Sofrası” adını taşır. Çocukluk hatıralarıyla harmanlanmış şiirlerinden oluşur. Buradaki şiirler, çocuklara hitap ettiği kadar çocukluğunu unutamamış, anlatılanlarla aynileşen benim gibi büyük çocuklarda da karşılık bulur. Kuş Sofrası’ndaki şiirlerin birçoğu çocuklarımın ezberindedir. Tekrar tekrar okunduğu için kaç kitap eskitmişler de yenisini almışımdır... Torosların İç Anadolu’ya bakan ve gurbete çıkan bir köy çocuğu olarak Masal Çağı başlıklı şiirini onlarca kez okumuş, her defasında ilk kez okumuş gibi etkilenmişimdir. Çayda çul, kilim tokuçlayanları, çimdiğim dereyi, çiğdem topladığım yaylayı; kaşık değişerek içtiğim ayranı, çorba tasını, yediğim bulgur aşını; kekik kokulu tarlaları, ihtiyarlarına emrihak vaki olmuş, kendilerine gittikçe yabancılaştığım gençleri,  virana yüz tutmuş evleri ve ayrılan yolları hissettiğim köyümü gözümde canlandırmışımdır. 

 

Ali Akbaş’ın Şiirlerinde Ritim 

Ritim, şiiriyetin önemli enstrümanlarından birisidir. Ali Akbaş’ın şiirlerinde duygu durumuna eşlik eden bir ritim dikkati çeker. Her şair bir anlatıcıdır. Sesini duyurmak ister. Bazıları anlattıklarıyla sesi bütünleştirir. Söz dizimleriyle anlattıkları duyguyu yaşatır. Bazen resmeder, bazen hareketlendirir. Sizi içine çeker. Şiirlerinde Türkçenin güçlü sesini duyarsınız. “Türkçenin bin yıllık sesini”. O sesi bugüne taşıdığı için ezberlersiniz. Bir ağaç kakanın şu nidasıyla uyanırsınız:

“Tiki tak tak

Tak tiki tak tak

Tiki tak tak tak

Artık uyumak yasak”

(Akbaş 2015: 121).

“Son Göçebe” şiirindeki “İnfirâk! İnfirâk! İnfirâk!” (Akbaş 2015: 173) feryatlarıyla ırakta olduğunuzu hissedersiniz. Şu dizelerde olduğu gibi bir Kara Şaman’ın felaketler getiren sesiyle ürperir, kalın ünlülerin asonansı, “m”, “n” seslerinin oluşturduğu aliterasyonla derinlik ve gizemi duyarsınız:

Doom-ere-doom

Burda denenir atom

Hava kirli su kirli

Balıklar hep zehirli 

Dağlar taşlar radyasyon

Doom ere doom.

Sibirya bir poligon”

(Akbaş 2015: 33) 

Bir Ana Şaman’ın;

Huuu!

Gürültülü göklerin

Kara bulutların rûhuuu!

Bir fırtına ol da gel

Davulunu çal da gel

Kov şu gürûhu

 

Huuu!

Umay Anamızın rûhuuu

Bizleri koru” 

(Akbaş 2015: 36)

Dizelerindeki derin seslerle yardım çağrısını duyar, geleceğine ikna olursunuz. Bir ananın dilinden, ekmek parası için gurbete gitmek zorunda kalanların feryadını; 

“Bir kampana çalar

Analar ağlar oğuuul!

Oğul!

Çocuklar öksüz

Gelinler dul!

(Akbaş 2015: 179)

mısralarıyla işitir, gurbete gidenin kendisini bekleyen farklı kültürü, karşıtlık üzerinden “an” seslerinin tekrarıyla âdeta yaşarsınız:

“Burada ezan var 

Orada çan

Her sabah çınlar tepemizde

“Uyaan

 Uyaan

            Uyan!..”

(Akbaş 2015: 180)

Ali Akbaş’ın “Uykuya Doğru” şiiri beş birimden oluşur. Üçer kısa mısradan meydana gelen ilk dört birimi yarı uykulu çocuğun anne sıcaklığı ve güvende oluşunun terennümü gibidir. Beşinci birim, altı mısradır. Yedi heceden oluşan ikinci dize, çocuğun uykuya yenilmeden önce bütün gücünü toparlayarak söylediği en uzun cümledir. Üçüncü ve dördüncü mısra, hece sayısı ve değerleri bakımından eşittir. Beşinci mısra hece değerleri açısından öncekilerden ayrılır. Dizelerde gittikçe eksilen hece sayı ve değerleri uykuya varmak üzere olan çocuğun azalan sesini işittirir. Üç kısa hecelik son dizeden sonra çocuğun uykuya vardığına kanaat getirirsiniz: 

“Anneciğim,

Düşümde bir kuşmuşum

Uçmayı unutmuşum.

 

Anneciğim,

Düşümde bir mektupmuşum

Gideceğim yeri unutmuşum.

 

Anneciğim,

Aç beni, oku beni

Basmadan uyku beni.

 

Anneciğim,

Allah ne kadar yakın

Konuştum, duydu beni.

 

Anneciğim,

Yollar beni çağırır

Kuşlar beni

Rüzgâr beni

Uyku beni

Su beni.”            

(Akbaş 2015: 36).

            Bu sesleri işittiren kaç Ali Akbaş’ımız var?

Kaynakça

Akbaş, A. (2015). Bütün şiirleri, Ank

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 190. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 190. Sayı