HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
SALIM ÇONOĞLU 2
Kader Pekdemir 3
Kardeş Kalemler 4
İ. M. Galimcanova 5
Osman Çeviksoy 6
Gülzura Cumakunova 7
Giriş
İlk karşılaşmada ısındığım, kendimden bir şeyler bulduğum bir hocaydı Ali Akbaş. Hacettepe Üniversitesinde öğrenciyken Türk Dili dersimize gelmişti. Konusunu kendimizin belirleyeceği özgün bir kompozisyon veya kısa hikâye yazmamızı istemişti. Yazdığım metinde hamasi bir taraf vardı. Özgün değildi. Ali hocam uygun bir dille uyardı. Bir arkadaşım “Peynir Ekmek” başlıklı kısa bir hikâye yazmıştı. Onu çok beğendi. Öğrencilik yıllarımızdan sonra da hatırlatıldığında unutmadığını gösterdi. Sonraki süreçlerde Ali Akbaş hocamla yolu kesişmiş birçok isimle karşılaştım. Başta hocam Cemal Kurnaz olmak üzere herkes onun fedakârlığından, dostluğundan bahis açtı. Muhabbetim arttı. Fırsat bulup dinlemeye çalıştım. Yakın dostları Hüseyin Özbay ve Kamil Akarsu ile ailecek görüşmelerimiz oldu. Çok istifade ettim. Allah hayırlı ve sağlıklı ömür versin.
Kızımın, düğün davetiyesine “Bulutu severiz biz / Tertemiz ak pak da ondan” dizelerini yazdığını görünce çok sevindim. Hocamın da sevineceğinden kuşkum yoktu. Onu bahane edip hem davetiye götürdük hem de kendisini evinde ziyaret edip müsaadesini aldık. “O benim yeğenim, tabi kullanacak.” dedi. “Bir miri meradır bizim türküler” dizesinde olduğu gibi. Salgına rağmen düğünümüzü şereflendirip birkaç şiir okudu. Hepimiz mutlu olduk. Gençlerin de çocuklarına anlatacak bir hikâyesi oldu.
Ali Akbaş’ın şiirlerini defalarca okudum, okumaya da devam ediyorum. Şiirleri üzerine birçok çalışma yapılmış, değerlendirmelerde bulunulmuş. Bu türden çalışmalar devam edecektir, etmelidir de. Kabul buyrulursa dostluk nişanesi olarak şiirlerinin bende bıraktığı izlerden söz etmek, akademik bir üslûptan uzak aklımda kalanları bir sohbet havasında paylaşmak isterim.
Ali Akbaş’ın Aidiyet Hissettiği Coğrafya
Her sanatkâr bir ortamın içine doğar. Ortamı onu yoğurur, şekillendirir. Beslendiği farklı kaynaklarla bir terkibe ulaşır. Ali Akbaş’ın kişiliğini yoğuran başta Maraş Elbistan civarındaki kültür ortamı olmalı. Ancak Akbaş kendisini orayla sınırlı tutmamış, güçlü bir aidiyet duyduğu milleti ve tarihinden beslenmiştir. O, modaya rağbet etmeden, çocukluğundaki sese ve yaşanmışlıklara kulak vermiştir. Halk şiiri kadar klasik şiirden de beslenmiştir. Yeni şiiri takip etmiş ancak birçok yeni şairin anlatıcı tarzına ve içeriğine itibar etmemiştir. O, milletinin tarihine, kültürüne ve diline hayrandır. Milletini karşılıksız sever. Acılarını paylaşır, mahzunluğunu şiirlerine taşır. Bir ayağı destanlarda, masallarda, türkülerde; bir ayağı tarihte, Türk üslûbu Müslümanlıktadır:
“Kötü bir kılavuz insanın aklı
Şımarık, sevimli, zalim ve kaçak
Âlem birbiriyle kanlı bıçaklı
Batıl, kendi batağında batacak
Her meyvenin kurdu içinde saklı
Her yeni gün Hakk’ı müjdeliyor bak
İri bir gül gibi büyülü, sıcak
Güneşimiz hep doğudan doğacak”
(Akbaş 2015: 55)
Akbaş, Türk elinde yaşananlara duyarsız değildir. O dünyada cereyan eden her şeye, dikkat kesilir. Coğrafyanın içinde bulunduğu duruma hayıflanır; tespit yapar, rehberle Turan’a gitmeyi önerir:
“Milleti vurdular, dini vurdular
Barış adlı güvercini vurdular
Ak yurtlara kızıl düzen kurdular
Gönlüm bir kuş gibi Kırım’a gider
Kırım’ın gidişi zoruma gider
…
Turan’a gidelim kılavuz Kur’an
Elbet bir gün bize gülecek devran
Davran tan atıyor, yiğidim davran
Tuz basalım yaramızı saralım
Viran olan yurdumuza varalım”
(Akbaş 2015: 69-71)
Onun Türk tarihinden gelen geniş bir coğrafyası vardır. Bir yanı Aral’da, Göygöl’de, bir yanı, Üsküp’te, Bosna’da, Tuna’dadır:
“Söyle bana söyle bana
Ağır ağır akan Tuna
Kaç kere bulandın kana
İçtiğin kanlar hakkı’çin
…
Eşisin Ceyhun Seyhun’un
Kutsal senin suyun kumun
Bir ucu sende yurdumun
Öbür ucu tâ sedd-i Çin”
(Akbaş 2015: 78-79)
Ali Akbaş, tarihe sıkışıp kalmaz. Yaşanıp durana ilgisiz değildir. Kerkük’ten Filistin’e, Uganda’dan Afrikalı, Bosnalı çocuğa kadar geniş duyarlılığa sahiptir. Bugünden tarihe, tarihten bugüne köprüler kurar. Türk tarihi ve kültürüne bir bütün olarak bakar. Bu geniş yelpazenin ortalarında durur.
Şiirlerinin Dokusu
Ali Akbaş’ın şiirlerinin tonu, Türk ve İslam dünyasından -özellikle Türkçe konuşan- her kesimin kendisini bulabileceği renktedir. Göndermeleri, üzerinde ittifak edilen isimler, mekânlar, tarih ve coğrafyadır. Anlatım ve telmihleri bilgiye dayanır. Cümle yapısı sağlamdır. Kurgularında kültür veya tabiattan aldıklarını bozmaz. Dilin farklı işlevleri olan edebî sanatlar bütün güzelliğiyle görünür hâldedir. Teşbih, teşhis ve mecazdan çokça yararlanır. Özgün buluşları dikkati çeker. Şiirlerinde muhtevayla uyumlu güçlü bir ritim hissedilir. Anlatıcı dili bir sehl-i mümteni örneğidir. Bu açıdan gelenekli şiirin disiplini fark edilir.
Akbaş’ın şiirlerinde Türkistan, konu alanı olarak geniş yer tutar. Oraya duyulan hasret bir başkadır. Batı ile geniş bir hesaplaşmaya girişmez; ama yer yer ihtişamlı günlerin hasretiyle içinde bulunduğumuz durumun sorgulamasını yapar. Milletin ferdi olarak kendisini sorumlu hisseder:
“Biz hep atla geçtik Tuna’dan
Böyle geçmedik
Avrat uşak
Biz hiç böyle geçmedik
Beyler utansın
Sirkeci’den tren gider
Varım yoğum törem gider”
(Akbaş 2015: 179)
Buna rağmen ümitsiz de değildir:
“Tuna bizden utanır
Biz Tuna’dan
Yüzüne kapatır ellerini
Aldırma be Tuna’m
Yiğit çıplak doğar anadan”
(Akbaş 2015: 179).
Bilinen ilk Türk tarihi ve kültüründen yaşanan güne kadar geçen süreç ve coğrafya onun ilgi alanındadır. Göktürklerden Kırgızlara, Özbeklerden Yakut Türklerine, Kırım Tatarlarından Tuva Türklüğüne; medeniyet olarak Selçuklu ve Osmanlıya kadar bütün topluluklara muhabbeti vardır.
Ali Akbaş’ın şiirlerinde doğduğu yer başta olmak üzere Anadolu’nun yoksulluğu, mahzunluğu, insanının erdemi önemli yer tutar. Çocukluğunda görüp işittikleri, yaşadıklarıyla hayalleri sade ve samimi bir anlatışla dile gelir. İnsanın gönül teline dokunur. Yaşadıklarını hatırlatır. Okuyucuyu yaşanmışlıkların içine çeker. Benzer düşleri gördüğü, hayaller kurduğunu düşündürür. Beni gerilere götürdüğü gibi.
Çocukluğumda kardeşimle pencerenin önüne oturur, kış günlerinde yağan karı seyrederdik. Gözümüzün görebildiği en uzak kar tanesini yere inene kadar takip ederdik. Farklı varlıklara benzetirdik. Evimiz büyük ölçüde ocaklıkla ısınır, ekmeği, yemeği orada pişirir, suyumuzu kızdırırdık. Ocaklığın genişliğine mütenasip bacası da genişti. Çocuk aklıyla bacanın deliğinden gökyüzüne bakardık. Bize büyülü bir görüntü gelirdi. Hele akşamları veyahut havanın bulutlu olduğu zamanlar, dışarıdan gelen seslerle birlikte, şekilden şekle giren bulutun hareketliliğini ecinnilere, perilere benzetirdik. Kimi zaman benzetmelerimizden ürperirdik. Ali Akbaş'ın şu dörtlüğünün çağrıştırdığı benzer hayallere dalardık:
“Çamlıbeli tutunca kar
Uluşur dağda aç kurtlar
Bir kuş olurdu bir deve
Bacadan geçen bulutlar”
(Akbaş 2015: 415)
Akbaş, bir yanıyla tarihte yaşar. Destan kahramanlarından ses verir. Bu seslerde çoğunlukla hüzün vardır. Şiirleri sizi hissine ortak eder. Aynı aidiyet duygusunu yaşatır. Anlatıcılığında yapaylık yoktur. Samimiyeti sarıp sarmalar insanı. Kâh Aral’ın, kâh Göygöl’ün hüznüne ortak olursunuz. Tuna’yla içlenir, Kutlu Taş’a hasret duyarsınız. Oyunskiy’e, Çolpan’a yanar, Tukay’ı rahmetle anarsınız. Zafer Güvercinleri olup Akdeniz’de, Cezayir’de Burak Reis’in sesini dinler; Oruç Reis’le, Barbaros’la Piri Reis’in rehberliğinde zaferlere koşarsınız.
Ali Akbaş için türküler, Türk’ün tarihidir. Milletin bin yıllık geçmişini özetler. Yaşanmışlıklar ondadır; acılar onda, töre onda, umutlar onda, hayaller ondadır. Tabiatı acılara, umutlara ortak eder:
“Ay karanlık, bulamamış yolunu
Seferberlik yaman bükmüş belini
Karanlık gecede sinsin yalımı
Zulmette çıradır bizim türküler”
(Akbaş 2015: 273).
Ali Akbaş’ın şiirlerinde keskinlik yoktur, inanmışlık vardır. Dinginliğin altında bir coşkunluk sezilir. “Ben bir deli Türk’üm dilimde türkü” dizeleri onu ele verir. “Deli poyraz eser”, “Deli poyraz doruklarda tar çalar”, “çağıl çağıl bir deli çay” akar, “Tukay bir deli çay” olur. Ali Akbaş varlığı veya olanı tek taraflı görmez. Âlem bir bütündür. Görünmeyen taraflarına işaretle sizi şaşırtır, gördüğünü onaylarsınız:
“Her yeni gün bir hediye
Müjdeler verir seher
Kınamayın esmer diye
Güneş doğurur geceler”
(Akbaş 2015: 394).
Ali Akbaş’ın şiir kitaplarından biri “Kuş Sofrası” adını taşır. Çocukluk hatıralarıyla harmanlanmış şiirlerinden oluşur. Buradaki şiirler, çocuklara hitap ettiği kadar çocukluğunu unutamamış, anlatılanlarla aynileşen benim gibi büyük çocuklarda da karşılık bulur. Kuş Sofrası’ndaki şiirlerin birçoğu çocuklarımın ezberindedir. Tekrar tekrar okunduğu için kaç kitap eskitmişler de yenisini almışımdır... Torosların İç Anadolu’ya bakan ve gurbete çıkan bir köy çocuğu olarak Masal Çağı başlıklı şiirini onlarca kez okumuş, her defasında ilk kez okumuş gibi etkilenmişimdir. Çayda çul, kilim tokuçlayanları, çimdiğim dereyi, çiğdem topladığım yaylayı; kaşık değişerek içtiğim ayranı, çorba tasını, yediğim bulgur aşını; kekik kokulu tarlaları, ihtiyarlarına emrihak vaki olmuş, kendilerine gittikçe yabancılaştığım gençleri, virana yüz tutmuş evleri ve ayrılan yolları hissettiğim köyümü gözümde canlandırmışımdır.
Ali Akbaş’ın Şiirlerinde Ritim
Ritim, şiiriyetin önemli enstrümanlarından birisidir. Ali Akbaş’ın şiirlerinde duygu durumuna eşlik eden bir ritim dikkati çeker. Her şair bir anlatıcıdır. Sesini duyurmak ister. Bazıları anlattıklarıyla sesi bütünleştirir. Söz dizimleriyle anlattıkları duyguyu yaşatır. Bazen resmeder, bazen hareketlendirir. Sizi içine çeker. Şiirlerinde Türkçenin güçlü sesini duyarsınız. “Türkçenin bin yıllık sesini”. O sesi bugüne taşıdığı için ezberlersiniz. Bir ağaç kakanın şu nidasıyla uyanırsınız:
“Tiki tak tak
Tak tiki tak tak
Tiki tak tak tak
Artık uyumak yasak”
(Akbaş 2015: 121).
“Son Göçebe” şiirindeki “İnfirâk! İnfirâk! İnfirâk!” (Akbaş 2015: 173) feryatlarıyla ırakta olduğunuzu hissedersiniz. Şu dizelerde olduğu gibi bir Kara Şaman’ın felaketler getiren sesiyle ürperir, kalın ünlülerin asonansı, “m”, “n” seslerinin oluşturduğu aliterasyonla derinlik ve gizemi duyarsınız:
Doom-ere-doom
Burda denenir atom
Hava kirli su kirli
Balıklar hep zehirli
Dağlar taşlar radyasyon
…
Doom ere doom.
…
Sibirya bir poligon”
(Akbaş 2015: 33)
Bir Ana Şaman’ın;
Huuu!
Gürültülü göklerin
Kara bulutların rûhuuu!
Bir fırtına ol da gel
Davulunu çal da gel
Kov şu gürûhu
Huuu!
Umay Anamızın rûhuuu
…
Bizleri koru”
(Akbaş 2015: 36)
Dizelerindeki derin seslerle yardım çağrısını duyar, geleceğine ikna olursunuz. Bir ananın dilinden, ekmek parası için gurbete gitmek zorunda kalanların feryadını;
“Bir kampana çalar
Analar ağlar oğuuul!
Oğul!
Çocuklar öksüz
Gelinler dul!
(Akbaş 2015: 179)
mısralarıyla işitir, gurbete gidenin kendisini bekleyen farklı kültürü, karşıtlık üzerinden “an” seslerinin tekrarıyla âdeta yaşarsınız:
“Burada ezan var
Orada çan
Her sabah çınlar tepemizde
“Uyaan
Uyaan
Uyan!..”
(Akbaş 2015: 180)
Ali Akbaş’ın “Uykuya Doğru” şiiri beş birimden oluşur. Üçer kısa mısradan meydana gelen ilk dört birimi yarı uykulu çocuğun anne sıcaklığı ve güvende oluşunun terennümü gibidir. Beşinci birim, altı mısradır. Yedi heceden oluşan ikinci dize, çocuğun uykuya yenilmeden önce bütün gücünü toparlayarak söylediği en uzun cümledir. Üçüncü ve dördüncü mısra, hece sayısı ve değerleri bakımından eşittir. Beşinci mısra hece değerleri açısından öncekilerden ayrılır. Dizelerde gittikçe eksilen hece sayı ve değerleri uykuya varmak üzere olan çocuğun azalan sesini işittirir. Üç kısa hecelik son dizeden sonra çocuğun uykuya vardığına kanaat getirirsiniz:
“Anneciğim,
Düşümde bir kuşmuşum
Uçmayı unutmuşum.
Anneciğim,
Düşümde bir mektupmuşum
Gideceğim yeri unutmuşum.
Anneciğim,
Aç beni, oku beni
Basmadan uyku beni.
Anneciğim,
Allah ne kadar yakın
Konuştum, duydu beni.
Anneciğim,
Yollar beni çağırır
Kuşlar beni
Rüzgâr beni
Uyku beni
Su beni.”
(Akbaş 2015: 36).
Bu sesleri işittiren kaç Ali Akbaş’ımız var?
Kaynakça
Akbaş, A. (2015). Bütün şiirleri, Ank