HaftanınÇok Okunanları
MUHİTTİN GÜMÜŞ 1
KEMAL BOZOK 2
Osman Çeviksoy 3
FEYZA TUĞÇE FIRAT 4
ZEHRA TAŞDEMİR 5
HİDAYET ORUÇOV 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
Şiir tadında yazmak isterdim.
Hikâye tadı verebildim ancak.
Sabah kahvaltıdan sonra kulplu küçük çantamı alıp durağa kadar yürüyor, işyerime belediye otobüsüyle gidiyor, akşam evime aynı şekilde dönüyordum. Kavga, gürültü, işgal, boykot, gerilim artık yoktu. Sabah evden işe, akşam işten eve… En çok da eşim, çocuklarım için seviniyordum. Yıllardır benimle birlikte onlar da savrulup durmuşlardı. Çocuklarımın fedakâr anası, güç kaynağım, sevgili eşim, ağzını açıp da kısacık bir şikâyet cümlesi dahi kurmamıştı. Bazen şikâyet etmek isteyip de edemediğini bakışlarından anlıyordum. “Öğretmenliğin, vatan millet sevgisinin bedeli sultanım!” diyordum, kabulleniyordu. Kalbimi kırmak istemiyor, benimle gelene şikâyetsiz katlanıyordu. Sonunda kavuştuğumuz olaysız, gerilimsiz, hareketsiz bu sakin hayatın aslında bana göre olmadığı ortadaydı. Kendimi bir boşluğa düşmüş gibi hissetsem de eşim ve çocuklarım için benimsemeye, hatta sevmeye çalışıyordum. Alışmıştım. Hatta yavaş yavaş sevmeye bile başlamıştım.
Sonra yoktan yere bıyık sorunu… Bıyığın mı var derdin var. Bazen bir bıyık, sahibinin başına büyük işler açabiliyor.
Evet, yeni işime alışmış, Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki olaylı aylardan, sıkıntılı ihtilal günlerinden sonra sakin bir hayatı yavaş yavaş sevmeye bile başlamıştım. Çünkü program yazarlığı bana ayrılmak zorunda kaldığım öğretmenliğin bir başka şekliymiş gibi görüyordu. Birinde karşımdaki gençlere iyi, doğru, güzel adına; vatan, millet, kültür adına, insanlık adına yeni davranışlar kazandırmaya çalışıyorduk; diğerinde kimseyi görmeden daha geniş kitlelere aynı davranışları kazandırmaya yönelik metinler yazıyorduk. Birinde konuşarak, diğerinde yazarak yapılan bu ciddi işin adı eğitimdi. Öğretmenlikten ayrılarak Film Radyo Televizyonla Eğitim Merkezi’nin (FRTEM) program yazarı olmak eğitimciliğimizi ortadan kaldırmıyordu. Bizi, milyonlar dinliyor ya da izliyordu. İşim, belki daha doyurucu değildi ama daha etkiliydi. Yıllarca yurdumun çeşitli yerlerinde canla başla çalışmış binlerce öğrenci yetiştirmiştim. Şimdi de yazdığım programlarla insan yetiştiriyordum. Böyle düşününce insan işini daha çabucak benimsiyor, seviyordu.
Aynı odayı paylaştığım Bayram Bilge ve Halil Beyler dünya tatlısı insanlardı. İkisini de çok önceden tanıyordum. İkisi de kitap okuyan, estetikten anlayan, kültürlü, saygılı, zevk sahibi, zarif insanlardı. Bayram, saz çalar, türkü söyler, beste yapardı. İnsanın gönül tellerini titreten bir sesi vardı. Benim şiirlerimden birini bestelemiş, birkaçını da bestelemek üzere ayırmıştı. Kendisi de şiir yazar fakat göstermezdi. Halil’in mükemmel Fransızcası vardı. Önemli Fransız edebiyatçılarından çeviriler yapıyor, ciddi edebiyat dergilerinde yayınlıyordu. Sonunda iyi bir yayınevinden kitap olarak çıkarmayı hedefliyordu. İkisi de kardeşim gibiydi. Beni ağabeyleri gibi severlerdi. Odamızın üç sakini olarak iyi anlaşıyor, uyum içinde çalışıyorduk. Program yazarken birimiz bir yerde tıkanmışsak kalan ikimiz onun yardımına koşuyorduk. Birimizin onaylanıp çekime alınan senaryosu üçümüzü de sevindiriyordu. Üçümüz de denetçilere fazla takılmayan, düzeltmeye, değiştirmeye gerek duyulmadan onaylanan programlar yazıyorduk. Yazdıklarımız yayınlanınca ses getiriyordu.
Bu böyle devam etmedi.
Bir sabah işyerine vardığımda, önce gelmiş herkesi koridorda tek sıra halinde gördüm. Sessiz bekliyorlardı. “Çantanı bırak, gel. Tanışma var!” dediler. “Kiminle tanışacakmışız?” dedim, kimseden çıt çıkmadı. Belli ki onlar da bilmiyorlardı. Denileni yaptım, sıraya geçtim.
Personel tamamlanıncaya kadar bekledik. Sonra yıkık çehreli, bıyıksız, daha önce hiç görmediğimiz, orta yaşlarda, uzunca boylu bir adam çıktı ortaya. Tek kelime söylemeden personelin gözlerinin içine baka baka sıranın başından sonuna kadar yürüdü. Bıyıklı olanların gözlerinden sonra bıyıklarına da uzun uzun baktı. En uzun süre benim bıyığıma baktı. Döndü, sıranın ortalarına kadar geri geldi, durdu. Tonu yüksek, emredici bir sesle kendini tanıttı, görevini anlattı.
Emekli askerdi. Geçici idare (İhtilal Komitesi) tarafından tam yetkiyle buradaki aksaklıkları düzeltmek üzere gönderilmişti. Her şeyden önce ciddiyet ve disiplin istiyordu. Kılık kıyafetimiz devlet memuruna yakışır biçimde olacaktı. Sorumluluğunu taşıdığı bu kurumda kısa etekli kadın, kravatsız erkek istemiyordu. Kadınlarda erkeksi saç, erkeklerde ideolojik bıyık istemiyordu. Bu kurallara hizmetlisinden müdürüne kadar herkes uyacaktı.
Ne isteyip ne istemediğini uzun uzun anlattı. İstediklerini yapmayacak olanlara bir de yol gösterdi. Onlar için kurumdan atılmak hoş olmazdı. Kendiliklerinden istifa etmeleri daha onurluca bir hareket olurdu.
Anladığım kadarıyla adamın belli bir unvanı yoktu ama “görevden atma, görevde tutma” gibi büyük yetkileri vardı. Sözünü bitirince “Şimdi işlerinizin başına!” diye adeta bizi azarladı. Odalarımıza döndük. “Bıyığından hoşlanmadı abi!” dedi Bayram. “Islahatçı mı?” diye sorunca bastı kahkahayı. “Tam oturdu!” dedi. “Adam müdür değil, genel müdür değil, hiçbir şey değil ama yetkili. Açık açık söyledi, burayı ıslah etmeye gelmiş. Yani ıslahatçı.” Halil de onaylayınca bizim odada adamın adı “Islahatçı” oldu.
Islahatçı, o gün ardında iki kişiyle pek çok odayı ziyaret etti, bize uğramadı. Ertesi gün bizim odamıza tam bir baskın yaptı. Yanında o iki kişi yine vardı. “Hiçbir şeye dokunmadan orta alana çıkın!” dedi. Çıktık. “Ellerinizi başınızın üstüne koyun!” demedi. Orta alanda dururken “Kıpırdamayın!” da demedi. Orta alanda rahattık. Yani çok sıkı bir baskın değildi. Adamlarına çekmecelerimizi, dolaplarımızı arattı. Behçet Necatigil’in “Yıldızlara Bakmak” ile Cemil Meriç’in “Bu Ülke” adlı kitaplarına iki tutanakla el koydu. Tutanağın aslını bize verdi. Bunların yasak kitaplar olmadığını söylediysek de dinlemedi. Birkaç cümleyle her iki yazarımızı da övmeye kalkışmamız, üsluplarının farklı güzelliğinden söz etmemiz Islahatçı’nın şüphelerini artırmaktan başka işe yaramadı. Kapıdan çıkarken bıyığıma ters ters baktı. “Bıyığını ya düzelt ya tamamen kes!” diye emretti. Kan beynime sıçradı, sabrettim, karşılık vermedim.
Bana göre bıyığımın eksiği de fazlası da yoktu. Hiç dokunmadım. Üniversite yıllarımda ve meslek hayatım boyunca taşıdığım bıyığı Islahatçı söyledi diye kırpacak ya da kesecek değildim. Ertesi gün işyerime aynı bıyıkla gittim. Gördüm ki bazıları bıyığını uyarılmadan kesmişti. O gün Islahatçıyla karşılaşmadık. Ertesi gün de… Haftayı Islahatçı’yla karşılaşmadan tamamladık. Karşılaşsak, “Kesmemişsin!” dese, pek çok cevabım vardı ama ben en hafifini söyleyecek, “Eşim izin vermiyor, kesemem!” diyecektim. Bunun ne demeye geldiğini o düşünsündü.
Bir hafta sonra iki kitabı odamıza bizzat kendisi getirdi. Yanında yine iki adamı vardı. “Kitaplar sakıncalı değilmiş!” dedi. Tutanağı istedi, kopyasıyla birleştirip yırttı, yanındakilerden birine uzatırken “Çöpe!” dedi. Yine benim bıyığıma ters ters baktı. Kesmediğim için öfkelendi, yüzü kıpkırmızı oldu, peş peşe yutkundu, gözleri fıldır fıldır dönmeye başladı. Öfkeyle bıyığımı göstererek “Bu bıyık kesilecek!” diye bir kere daha emretti. Odamızdan rüzgâr gibi çıktı. Peşinden adamları da çıktı.
Islahatçı’nın devam eden bıyık baskısıyla İstanbul’daki reklam firması sahibi arkadaşımın teklifini ciddi ciddi düşünmeye başladım. “İstifayı bas, gel!” diyordu. “Öğrencilik yıllarımızda olduğu gibi sahafları gez, boğaz manzaralı kahvelerde çayını yudumla, kiralık kayıklarla dolaş, bol bol kürek çek, stres at, kır kahvelerinde kafanı dinle, şiirini yaz, ara sıra da bize reklam metni yaz. İster evde ister işyerinde yaz. Sen söyleyemezsin ben söylüyorum maaşını. Devletten aldığını üçle çarp, bir de pirim ekle…”
Üniversitede birlikte okumuştuk ya… İstanbul’u birlikte tanımış, sevmiştik ya… Bu güzel şehri nasıl büyük bir tutkuyla sevdiğimi herkesten çok o biliyordu ya… İnadına “sahaflar” diyor, “boğaz” diyor, “kayık kürek” diyor, “kır kahveleri” diyordu. İnadına en zayıf noktamdan vuruyor; “şiir” diyordu.
Yalan değildi; İstanbul’da büyük manevi destekler alıyor, daha güzel, daha güçlü şiirler yazabiliyordum. Çağdaş masallar yazabiliyordum. İstanbul benim için Anadolu’nun, Türk dünyasının, İslâm aleminin, hatta dünyanın bütünü gibiydi. İstanbul benim için bilim, kültür, sanat demekti. İstanbul benim için tarih demekti. İstanbul’da ufkumu sınırlar, kıtalar, yüz yıllar, bin yıllar ötesine taşıyabiliyordum. Yakın arkadaşlarım, “Yahya Kemal misin be kardeş!” diye bana takılırlardı. En çok takılan da beni ısrarla İstanbul’a çağıran reklamcı arkadaşım olurdu.
Eşimin, çocuklarımın “İstanbul!” deyince gözlerinin içi gülüyordu.
İstanbul Üniversitesini kazanınca “Oğlum kiralık evlerde sürünmesin!” diye rahmetli babamın aldığı ev duruyordu. İçinde kiracı vardı ama “Taşınacağız!” deyince elbet çıkacaktı. Kendi evimizde oturacaktık. Maaşım üçe katlanacaktı. Patronum, çocukluk ve gençlik arkadaşım olacaktı. İşim kolay olacak, stres yaşamayacaktım. Kitaplara, şiire istediğim kadar zaman ayırabilecektim. Gül gibi geçinip gidecektik. Bu fırsatı kaçırmamalıydım.
Benim de gönlüm İstanbul’dan yanaydı. Elbistan’dan Çayeli’ne, Çayeli’nden Adana’ya, Adana’dan Ankara’ya, sonra Ankara’nın başka uzak bir yerine hep sürgün yemiş, savrulmuştum. GEE’deki idareciliğe ve buraya dostlarımın baskısıyla birlikte kendi isteğimle geçmiştim. Tam rahatladık derken bu defa da karşımıza Islahatçı çıkmış, kafayı benim bıyığıma takmıştı. Anlamak mümkün değildi. Ben radyo programlarını bıyığımla değil beynimle, yüreğimle yazıyordum.
İyi niyetli, can kardeşim Bayram… Bıyığım konusunda benden daha çok endişeliydi. Sabah odaya girer girmez yine yüzüme dikkatlice baktı, hafif bir gülümsemeyle, endişeli bir ses tonuyla konuştu:
“Abi, yine hiç dokunmamışsın! Uçlarından olsun azıcık azıcık alsaydın. Adam taktı sana biliyorsun.”
“Başka bıyıklılar da var.”
“Var, biliyorum. Ben de bıyıklıyım. Bıyık işimize engel değil, biliyorum. Ama adam sana taktı.”
Odamızı dolduran sessizliği, kapının hızla ve gürültüyle açılışı bozdu.
İçeriye yıldırım gibi düşen Islahatçı’ydı. Çehresi yıkıktı. Öfkeli görünüyordu. Görünmekten öte öfkeden çıldırmış gibiydi. Doğrudan bana yöneldi. Bıyığımı gösteren işaret parmağının titrediğini fark ettim. Sesi de parmağı gibi titriyordu.
“Son ikazım!” dedi. “Yarın bu bıyığı görmeyeceğim!”
O an kafamdaki soru işaretlerinin, çekincelerin tamamını atıp kesin kararımı verdim.
Onu büsbütün çıldırtmak için inadına sakin, huzurlu, kararlı bir sesle konuştum:
“Tamam efendim. Yarın bu bıyığı görmeyeceksiniz!”
Hızlı, kırık, şaşkın hareketlerle, Bayram’a, Halil’e baktı. Tekrar bana baktı. Bir şey söyleyecekti ama ya söyleyecek söz bulamadı ya buldu söyleyemedi. Yıldırım gibi düştüğü odamızdan yıldırım gibi çıktı, gitti.
Oda arkadaşlarım benim söylediklerime şaşırmışlardı. Nasıl olacak da Islahatçı yarın benim bıyığımı görmeyecekti. Bazılarının uyarı bile almadan yaptıkları gibi bıyığımı kökten kesecek miydim?
Onlar sormadan ben açıkladım.
Aylardır bu odayı, üç program yazarı olarak değil, birbirine saygı duyan, birbirini çok seven üç kardeş olarak paylaştığımızı söyledim. Zaten dostluğumuzun başlangıcı yıllar öncesine dayanıyordu. “İkiniz de kalbimdesiniz. Sizin de kalplerinizde bana yer açtığınızı biliyorum. Durum böyle olunca mesafelerin hükmü kalmıyor. Yarından itibaren ben bu odada olmayacağım.” dedim.
Vedalaştık.
Günler öncesinden hazırlayıp çantama yerleştirdiğim “bıyık” konulu istifa dilekçemi evrak kayıttan geçirdim, ilgili müdüre bırakıp diğer dostlarla da vedalaşarak kurumdan ayrıldım. Eve dönerken terminale uğrayıp bir gün sonrasına İstanbul bileti aldım. Oradaki işime resmiyet kazandırmam, kiracımla konuşup evi boşalttırmam gerekiyordu. Eşim çocuklarım çok sevindiler. Anlata anlata bitiremediğim İstanbul’da yaşayacaklar, İstanbul’da okuyacaklardı. Benim, her ne kadar endişelerim varsa da bazı bilinmezlere kafam takılıyorsa da içten içe ben de seviniyordum.
Yolculuk boyunca hep “Doğru mu yapıyorum?” diye düşündüm. Yol bitmeden kafamdaki bütün endişelerden, sorulardan kurtuldum. Eşim, çocuklarım ve kendim için en doğru olanı yapıyordum. Firmanın üç katlı, görkemli, göz kamaştıran ana binasına girerken zerre kadar pişmanlığım yoktu. “Kısmet…” diyordum içimden.
Belli ki personelden bazıları geleceğimden haberliydi ve uyarılmıştı. Beni hiç beklemediğim kadar büyük bir ilgiyle karşıladılar, saygıyla selamladılar. Patronun odasına buyur ettiler. Hâl hatır sordular. Yolculuğumun nasıl geçtiğini, karnımın aç olup olmadığını sordular. Aç olmadığımı söyleyince sıcak, soğuk, ne içeceğimi sordular. Kahvem gelince diğerleri işlerinin başına döndü, kendini müdür olarak tanıtan, uzun, siyah saçları arkadan bağlı genç, benimle kaldı. Bir yandan saygılı, nazik ifadelerle firmayı bana anlatırken, bir yandan da haddi aşmayan küçük sorularla beni tanımaya çalışıyordu. İki de bir gözleri bıyığıma takılıp kalıyor muydu, bana mı öyle geliyordu, anlayamadım.
Her ne kadar patronun yakın arkadaşı olsam da karşılama ve sonrasındaki ilgiyi oldukça abartılı buldum. Ben böylesi ilgilere alışık değildim. Ancak nefis var ya ara yerde, ilgiyi hem abartılı buldum hem de hoşuma gitti. Kendini, olduğundan daha değerli sayan, kasıntılı insanların seviyesine düşmemeye çalışarak “Şairim, öğretmenim, yazarım!” dedim. “Yazar” kelimesinin Müdür tarafından doğru anlaşılması için “Şiir, masal, deneme ve senaryo yazarıyım!” diye ekledim. Müdür söylediklerimden fazlasıyla etkilendi ya da öyle göründü.
Beni ısrarla çağıran arkadaşım ortalıkta görünmüyordu.
Müdür, kafamdaki soruyu ben sormadan cevapladı. Patron, firmaya geç vakitlerde uğrayabiliyordu. İş yoğunluğundan hiç uğrayamadığı günler de çok oluyordu. Malum; ziyaretler, görüşmeler, yemekler, geziler… Bugün müdür hep yanımda olacak, usanmama, sıkılmama müsaade etmeyecekti. Bana firmayı gezdirecek, beni çalışanlarla tanıştıracaktı. Öğle yemeğine birlikte çıkacaktık. Belki yemekte, belki yemek dönüşünde patron mutlaka gelecekti. Patronun çocukluk, gençlik arkadaşı olduğuma göre onun ne kadar neşeli, esprili bir insan olduğunu mutlaka biliyor olmalıydım. O geldikten sonra istesem de usanamaz, sıkılamazdım.
Arkadaşım, içtiğim kahvenin fincanı soğumadan gelerek herkesi şaşırttı.
Zaman zaman telefonla konuşsak da birbirimizi görmeyeli on yıldan fazla olmuştu. Önce karşı karşıya durup bakıştık. Saçının önü dökülmüş, kilo almış, hafif göbeklenmişti. Bakımlı görünüyordu. Üzerinde kaliteli olduğu ilk bakışta anlaşılan takım elbise, gömlek kravat vardı. Siyah ayakkabıları yeni boyatılmıştı. Belki bir iş görüşmesine gidecekti.
“Çok değişmişsin be Gardaş!” dedim. Memleket özlemiyle yaşadığımız üniversite öğrenciliği yıllarımızda birbirimize böyle yöresel ağızla “gardaş” derdik.
Gülümseyerek “Hayat işte…” der gibi başını salladı.
“Sen hiç değişmemişsin!” dedi o bana. “Boy bos, kilo, bıyık aynı…”
Kucaklaştık.
Makam koltuğuna geçmedi, karşıma oturdu. Birbirimize hâl hatır sorarken kahvelerimiz geldi. Tatlı, derin bir sohbete başladık. Benim anlatacak fazla bir hikâyem yoktu. İlden ile, ilçeden ilçeye sürülüp durmuştum. Zaten biliyordu. Gazi’ye geçtiğim yıl ihtilal olmuş, bu defa da yüksek okuldan ortaokula sürülmüştüm. Sonra FRTEM ve nihayet burası... Gazi ile FRTEM sürgün değildi, kendi isteğimle geçmiştim. İstanbul’a gelişim de sürgün sayılmazdı. Bıyıktan dolayı zorunlu geliş denilebilirdi.
Asıl hikâye arkadaşımdaydı. Üniversiteyi bitirdiğinde hiçbir şeyi yokken, şimdi, hatırı sayılır bir reklam firmasının sahibiydi. Bilmem ne kadar çalışanı vardı. Sıfırdan bu noktaya gelişinin etkili, heyecanlı bir hikâyesi olmalıydı. Saatlerce dinlemeye hazırdım.
O benim kadar da anlatmadı.
“Doğru tespitler yaptım. Aklımı kullandım. Hepsi bu!” dedi, kesti.
İnanamadım. Bunca büyümenin, bilinmenin hikâyesi yedi kelimeye sığar mıydı? Sözü kısa tutuşundan memnun kalmadığımı anlamış olmalıydı ki biraz daha açtı.
“Bir reklam firmasında yarım zamanlı çalışarak okuduğumu biliyorsun. Bana bu günleri hazırlayan tespitleri işte o günlerde yaptım. Milletim hızla dönüşerek üretim toplumu olmaktan çıkıyor, tüketim toplumu haline geliyordu. Bu demekti ki reklamcılık geleceğin gözde mesleği olacak ve çok kazandıracaktı. Defalarca sana da anlattım, hatırlarsın belki. Sen ciddiye almadın, gülüp geçtin; ben bütün varlığımla konuya yoğunlaştım. Sen öğretmen oldun, ben reklamcı…”
Sözü yine kısa kesmişti.
“Bu kadar mı?” dedim.
“Bu kadar…” dedi.
Sonra uzun saçlı müdürle birlikte beni çalışanlardan bazılarıyla tanıştırdılar. Daha doğrusu patron espriler katarak beni çalışanlara takdim etti, onlar da saygıyla kendilerini bana takdim ettiler. Esprilere hep birlikte güldük. Gerçekten de arkadaşım insanları neşelendirme, güldürme açısından hiçbir şey kaybetmemiş, kendini daha da geliştirmişti. Çalışanlarla patron gibi değil de arkadaş gibi konuşabiliyor, şakalaşabiliyordu. Aradaki saygı sınırı hiç aşılmıyordu. Bu, farklı bir patronluk anlayışı olmalıydı. Bir süre sonra patron beni müdürüne emanet ederek önemli bir iş görüşmesine yetişmek üzere firmadan ayrıldı.
Müdürün odasında çaylarımızı içtikten sonra firmadan ayrılmak üzere izin istedim. Ancak öğle yemeğine yetişeceksem izin tamamdı. Özel bir yemek değildi. Her gün gittikleri sözleşmeli lokantalarında birlikte yiyecektik, o kadar... Yemekte beraber olmazsak müdür, patron tarafından azarlanabilirdi.
Yemekten önce firmada olacağıma söz verdim, doğruca kiracımın işyerine gittim. Küçük ev eşyaları sattığı dükkanında mutluydu. Beni güler yüzle tatlı dille karşıladı. Oturmam için sandalye çekti, çay söyledi. En az on yıllık kiracımızdı. Hiç aksatmaz her ay başında kirayı banka hesabımıza yatırırdı. Birkaç yılda bir, gönlünden ne koparsa, kiraya zam yapardı. “Az oldu!” demezdik. “Tamir masrafı çıktı!” deyip birkaç ay kira ödemediği de olur, sesimizi çıkarmazdık. Her ay en az bir kere telefon açar, hâl hatır sorar, bize iltifatlar yağdırırdı. Evimize gözü gibi baktığını söylerdi. Bir insan bir eve nasıl gözü gibi bakar pek anlamasak da memnun olurduk. Benimle konuşurken hemen her cümlesini “abim” diye bağlaması hoşuma giderdi.
Çaylarımız bitince doğrudan konuya girdim. İstanbul’a taşınacağımı, evi makul bir süre içinde boşaltması gerektiğini söyledim. Adam birdenbire değişti. Suratını astı. Bana değil yere bakmaya başladı. Düşündü. Derin nefesler aldı, verdi. Sonunda başını yerden kaldırarak sert sert yüzüme baktı.
“O dediğini unut abim!” dedi. “Önümüz kış! İstanbul’da ev bulmak kolay değil. Bulamam, evi boşaltmam mümkün değil!”
Böyle bir cevap beklemiyordum. Sinirlendim, fakat belli etmedim. Adama bak; ya ne dediğini bilmiyor ya da evimde işgalci olarak oturmak istiyordu. Sakin bir sesle konuşmaya çalıştım:
“Kardeşim, yarın boşalt demiyorum. Makul bir süre içinde… Bir hafta, on beş gün, bir ay… Bir aya kadar mutlaka bir ev bulursun…”
“Bulamam abim! Bu mevsimde ev bulunmaz!”
Sözü uzatmanın anlamı yoktu. Belli ki bu iş resmi yoldan halledilecekti.
Kalktım.
Cadde boyunca yürürken hep bir noter levhası aradım. Göremedim. Çayeli Lisesinden öğrencime uğradım. Yıllardır İstanbul’da Kuruyemişçilik yapıyordu. Noter sorup çıkacaktım, bırakmadı. Benim bir soruma karşılık o bana yirmi soru sordu. Noterle ne işim vardı? Niçin istifa etmiştim? İstanbul’da ne iş yapacaktım? Çalışacağım firmanın adı neydi, telefonunu verebilir miydim? Kiracımın adı, işyeri adresi neydi? Vesaire vesaire… Hatırlıyordum, okulda da böyleydi bu yaramaz, dersle ilgili ilgisiz her şeyi sorardı. Ben kesmesem daha kim bilir neler soracaktı… Ben dükkândan ayrılırken onun sempatik gülümseyişi yüzündeydi.
“Uyy benum kiymetlu Hocam! Bu ziyareti saymayrum, tekrar bekleyrum!.” Dedi, memleket ağzıyla.
Sonra kaşlarını çatıp ciddi insanlara özgü bir duruşla ve İstanbul ağzıyla devam etti:
“Hocam, bu semtte, yakın semtlerde, İstanbul’da noter yok. Daha doğrusu kiracınıza noter tasdikli mektup göndermenize gerek yok. Ben bu işi hallederim.”
“Nasıl?” dedim.
Kurnazca bir gülümseme kapladı yüzünü.
“O beni kırmaz.” dedi.
Nasıl anlayacağımı bilemedim. “Demek ki kiracımı tanıyor.” diye düşündüm önce. Sonra bu düşünceden vazgeçtim. Tanısa o kadar inceden inceye sorar mıydı? Ev işinin bu kadar kolay hallolacağına bir türlü inanamadım. Yine de umutlandım. Notere mahkemeye gerek kalmadan hallolsa çok güzel olurdu.
Öğle yemeğine yürüme mesafesindeki kaliteli bir lokantaya firmanın midibüsüyle gittik. Herkese duyurarak “Yakınmış, araçla gelmeye hiç gerek yoktu.” dedim. Sözüm havada kaldı. Kimse karşılık vermedi. Müdür de hiçbir şey söylemedi. Sanki sözüme dudak bükenler, ima ile gülümseyenler oldu, olmadıysa da bana öyle geldi. “Kötü bir şey mi söyledim?” diye düşünmekten kendimi alamadım.
Şef garson bizi kapıda güler yüzle karşıladı. Sesinin en kibar tonuyla hoş geldiğimizi, şeref verdiğimizi söyledi. Bizi, her öğle boş tutulan birleştirilmiş masalarımıza yönlendirdi. Grubun önünde müdürle yan yana kırmızı halı üzerinde yürürken bir işgüzarlık daha yaptım. Kim tarafından düşürüldü ve nasıl oldu da görülmediyse halının üzerinde bir ekmek parçası duruyordu. Eğilip aldım, çiğnenmesin diye masanın üstüne koydum. Yine buz gibi bir hava… Bu defa imalı bakışmaları ve ölçülü, sessiz gülüşmeleri gözlerimle gördüm. Kötü bir şey yapmamıştım ki… Biz çocukluktan böyle alıştırılmıştık. Nimeti ayaklar altında bırakamazdım. Sesimi biraz yükselterek “Ekmeğe saygı duymak gerek!” dedim. Soğuk hava daha da yoğunlaştı. Birlikte çalışacağım arkadaşlarımı anlayamıyordum.
Masamız yiyecek ve içeceklerle donatılırken ekmekten ve kitaptan söz açtım. “Ne alaka?” diyen gözlerle yüzüme baktılar. Kadim kültürümüzle bağlantısını kurarak birinin karnımızı, diğerinin beynimizi doyurduğunu, ikisine de değer vermemiz, saygı duymamız gerektiğini anlattım. İki kişi bana göstermelik olarak hak verdi, başıyla onayladı. Müdür dahil, diğerlerinde ses yoktu. Kaçamak bakışlarla bıyığıma bakıyorlardı. Dikkat ettim, gruptaki üç erkekten tek bıyıklı olan bendim. Bir de çıkışa yakın küçük bir masaya oturmuş olan şoförümüz bıyıklıydı.
Yemekte az miktarda alkol alanlar oldu, bana da teklif ettiler, almadım. Ölçülü alkolün kan sulandırıcı, zihin açıcı özelliğinden söz ettiler. “Benim zihnim hep açıktır!” diyerek nükte yaptım, güldüler. Benden böyle bir söz beklemiyor olmalılardı ki biraz abartılı güldüler. Onların abartılı, zorlama gülüşleri, kaçamak bakışmaları, arada bir güya bana yakalanmadan bıyığıma takılmaları zoruma değil hoşuma gitmeye başlamıştı. Yemek süresince nükte yeteneğimi kullanarak mesai arkadaşlarımı kahkahalara boğdum. Bir ara “Bunlar anlaşılmayacak çocuklar değil.” diye bile düşündüm. Zaman içinde hepsiyle anlaşabilirdim.
Gözü bizde olan şoföre işaret verip kalktığımızda yüreğim yandı. Masamız bitirilmeden bırakılmış yiyeceklerle doluydu. Ben ne istemişsem bitirmiştim. Daha doğrusu ben yiyebileceğim, içebileceğim kadarını istemiş ve bitirmiştim. Ya diğerleri… Getirttiği yiyecek ve içeceklerin yarısını bile tüketemeyenler vardı. Masada kalanların hepsi çöpe gidecekti. Bu bana göre israftı. İsraf inancımıza göre haramdı.
Midibüste müdüre yemek masamızdan söz açtım, herkes bizi dinlemeye başladı.
“Bıraktığımız masa on fakiri doyururdu!” dedim. Yine nükte yaptığımı sandılar, kahkahalarla güldüler. Bu nükte değil acı gerçekti. İsrafın dile getirilişiydi. Anlamamışlar mıydı, anladıkları halde anlamazlıktan mı gelmişlerdi? Bilemedim.
Herkes çalışma odasına, işinin başına döndü, biz müdürün odasına geçtik.
Müdür maden suyunu, ben çayımı yudumlarken telefon çaldı. Ahizeyi kulağına götüren müdür birkaç saniye dinledikten sonra “Tamam, veriyorum!” dedi, bana uzattı. Patron olmalıydı. Buradan başka kim arayabilirdi ki beni.
“Uyy benum kiymetlu öğretmenum!” cümlesini duyar duymaz tanıdım. Çayeli’nden yaramaz öğrencimdi. İçimden geldi, onların mahallî ağızlarıyla karşılık verdim:
“Ne vardur da…”
Çok hoşuna gitti ki kahkahalarla güldü. Sonra İstanbul ağzıyla devam etti. Kiracımı ziyarete gitmiş, evi boşaltmasını rica etmişti. Anlayışlı adamdı. Hiç itirazsız kabul etmişti. Evi bir haftaya kadar boşaltacaktı. Bana selam ediyor, saygılarını sunuyordu.
Şaşırdım, inanamadım.
“Emin misin?” dedim.
“Emin olmasam sizi niçin arayayım mıyım öğretmenim?” dedi.
Teşekkür ettim, kapattım ama inanamıyordum. Adam “Bulamam, boşaltamam!” demiş kestirip atmış, beni dükkanından adeta kovmuştu. Sonra ne olmuştu da bir hafta içinde evi boşaltmayı kabul etmişti?
Müdürle derin bir sohbete daldık. Bana İstanbul’u anlatmaya, kırmamaya çalışarak hayat ve meslek dersi vermeye başladı. Artık Anadolu romantizmi yok, İstanbul gerçeği vardı. Firma olarak hep önde oluşlarının temelinde çalışkan olmakla yetinmeyip reklamcı gibi yaşamaları vardı. İyi reklamcılar, aşağılara, ayak uçlarına değil hep yukarılara hep ilerilere baktıklarından yerdeki ekmek parçasını göremezlerdi. Görmemeliydiler. Reklam verme potansiyeline sahip iş adamlarının devam ettikleri pahalı, seçkin lokantalarda yemek yerler, yedikleri kadarını da bilerek bırakırlardı. Bu kendi reklamını yapmak demekti. İyi reklamcı, herkesten, her şeyden önce kendi reklamını yapmalıydı. Gerektiğinde on bir lira gelecek yere on lira harcayabilmeliydi. Başka benzer tavırlar, duruşlar da vardı. Bunların hepsi ileri reklamcılık gerekleriydi. Hepsine yavaş yavaş alışmalıydım.
Müdür, içimde kopan fırtınadan habersizdi. Gülümseyişini daha da belirginleştirerek uzun uzun bıyığıma baktı. Sonra arkadan bağlı at kuyruğu saçını düzeltti, saç bağını sıkılaştırdı. Bıyığımla ilgili söyleyeceği her söz beni patlatabilirdi. Hiçbir şey söylemedi.
Öfkemi saklamaya çalışarak sordum:
“Bu söyledikleriniz patronun görüşleri midir?”
“Elbette! Tamamen… Çalışanların hizmet içi eğitimlerini kimselere bırakmaz, kendisi verir. İleri reklamcılık adına ne öğrenmişsek ondan öğrendik.”
İş icabı bile olsa, arkadaşım bu kadar değişmiş olabilir miydi? Acele etmeden, onu yeni haliyle tanıdıktan sonra değişip değişmediğine kendim karar vermeliydim.
Uğramam gereken yerler olduğunu söyleyerek kalktım, Çayelili öğrencime gittim. Bana oldukça kötü davranan kiracım, onun ricasını nasıl olmuş da kabul etmişti? Önceden tanışıyorlar mıydı?
“Hayır, tanışmıyorduk.” dedi öğrencim. “Bugün görüştük, tanıştık, konuştuk, anlaştık. Evi boşaltacak.”
“Söz anlayacak birine benzemiyordu.”
“Biz de anlayacağı dilden konuştuk.”
“Nasıl yani?”
“Öğretmenim herkesin anlayacağı bir dil mutlaka vardır. Konuştuk, anlaştık işte... Ev haftaya boyanmış, temizlenmiş olarak teslim edilecek. Güzellikle hallettik. Daha rahat anlayacağı başka bir dilden konuşmamıza gerek kalmadı.”
Nasıl gittiklerini, nasıl konuştuklarını az çok tahmin ettim. Öğrencimden bilgi alamayınca kiracıma gittim. Sabahki kadar olmasa da beni yine güler yüzle, sıcak ilgiyle karşıladı. Fakat tedirgindi, endişeli görünüyordu. Gözlerinde hafif bir korku da var gibiydi. Ben sormadan “Ev bir hafta on güne hazır abim!” dedi. Ürkek bakışlarla sağı solu, girişi gözetleyerek konuşuyordu. Anladım ki Çayelili haylaz öğrencim buraya yalnız gelmemişti ve kiracıma biraz sert konuşmuştu.
İki gün boyunca reklam firmasına hiç uğramadım. Patron arkadaşımı arayıp sormadım. Sabah geç kalktım. Kahvaltımı yapıp otelden ayrılmak öğleyi buldu. Sahafları gezdim; aradığım kitaplardan bulduklarımı aldım. Yayınevlerine uğradım; beğendiğim şair ve yazarlardan karşılaştıklarım oldu, kitap imzalattım. Kayık kiralayıp denize açıldım, kürek çektim. Acıktım; ekmek arası balıkla karın doyurdum. Çorum leblebisi atıştırarak boza, bol tarçınlı salep içtim. Gece yarılarına kadar boğaz manzaralı çay bahçelerinde taze çayımı yudumlarken derin hayallere daldım. Uzun yıllardan sonra öğrencilikte yaşadıklarımı düşündüm. İstanbul’u ilk gençlik yıllarımın duygularıyla yeniden yaşamaya çalıştım. Çok özlemiştim ve İstanbul’da mutluydum. İki günde üç taslak şiir yazdım. Ancak “Doğru mu yaptım?” sorusuna ve bu sorudan çoğalan diğer sorulara ikna edici cevaplar bulamadım.
Öğretmenlik hayatı boyunca hep mücadele etmiş, tek geri adım atmamış, sürüldüğü her yerde donanımlı öğrenciler yetiştirmeye çalışmış ve binlercesinin gönlünde yer bulmuş adam ben değil miydim? Ayrılmak zorunda kaldığı her okuldan gözyaşlarıyla uğurlanan öğretmen ben değil miydim? Üniversite yıllarından beri vatan, millet, bayrak denildiğinde yumruktan, coptan, kurşundan çekinmeyip ön saflarda yürüyen delikanlı ben değil miydim?
İstifa edip soluğu İstanbul’da almakla doğru yaptığıma bir türlü inanamıyordum. Bugüne dek inandıklarımdan, doğrulardan kaçmışım gibi mahcuptum. Bugüne dek karşı durduğum düşüncenin değirmenine su taşıyacakmışım gibi kendimden utanıyordum. Kendimden kaçıyor gibiydim. İnsan kendinden kaçabilir mi? Bir soruya cevap ararken kafamın içi onlarca soruyla doluveriyordu.
Üçüncü gün fazla konuşmayan, nükte yapmayan, durgun, düşünceli, içine kapanmış bir adam olarak işe başladım. Bana; gerektiğinde dört konuğumla çay kahve içebileceğim, küçük, tertemiz bir oda verdiler. Odamın duvarları firmamızın ödüllü reklam panolarıyla süslüydü.
Bir ay yapacağım işi, işyerini, çalışma arkadaşlarımı tanıyacakmışım. “Tamam!” dersem işe girişim kesinlik kazanacakmış. Her yeni gelene böyle bir fırsat tanıyorlarmış.
Anlamıştım: Yeni gelenleri bir ay deniyorlar, memnun kalmazlarsa işe almıyorlardı. Bu kural benim için işletilemezdi. Patronun arkadaşı olduğuma göre memnun kalsalar da kalmasalar da beni alacaklardı. Bu gerçek maalesef beni rahatlatmıyor, içten içe huzursuz ediyordu.
Patrona yakınlığımı istismar edemezdim. Mesai saatinden önce işyerimde oluyor, mesai sona ermeden ayrılmıyordum. Öğle yemeklerinde yiyeceğimden fazlasını isteyip masada yemek bırakmıyordum. Yere düşmüş ekmek parçası görsem, “Köylüye de bak!” cinsinden imalı gülüşlere aldırmaz yine alır, masaya koyardım. Ben kendime ters düşerek yaşayamazdım.
Kaçamak bakışlarla bıyığıma bakanlar yavaş yavaş doğrudan bakmaya başladılar, dudak büküp gülümsemeyi bıraktılar, sonra da hiç bakmaz oldular. Personel bana alıştı. “Ağabey” demeye başladılar. Önce dolaylı sonra doğrudan sorularla beni tanımaya çalıştılar. En basit sorularını bile ciddiye alarak ayrıntılı, doyurucu cevaplar verdim. Öğle yemeklerimiz adeta mülakat yemeklerine benzedi. Beni tanıdıkça saygı duymaya başladılar. Sanırım biraz da sevdiler. Kafalarındaki “taşralı” olmadığımı anladılar. On gün içinde beni uyumlu bir mesai arkadaşı, bir ağabey, sorunlarla karşılaştıklarında görüşü sorulan bir ehil kişi olarak kabullendiler. Sevimli, cana yakın çocuklardı, ben de onları kabullendim.
Kiracım, dükkânı yardımcısına bırakıp her gün öğleden sonraları ev bakmaya gidiyordu. Kimini uzak, kimini eski, kimini pahalı buluyordu. “Eşyanı getireceksen birini kiralayıp evi boşaltayım abim!” diyordu. Samimiyetine inanıyordum. Acelemin olmadığını, ev bakmaya devam etmesini söylüyordum. Desem ki kiracım beni oyalıyor, Çayelili haylaz öğrencim devreye girmeye hazırdı.
Cumartesi günleri öğleye kadar çalışıyorduk.
Benim çalışmam, odamda bulunarak bol bol kitap okumak, bir şey soran olursa cevap vermekti. Reklam metinlerini otel odamda kurşun kalem, silgi kullanarak yazıyor, işyerinde temize çekiyordum. Bu da fazla zamanımı almıyordu. Patron pek uğramıyor, uğradığında müdüre gerekli talimatları verdikten ve benimle bir kahve içtikten sonra ayrılıyordu. Çevresi çok genişti. Reklama ihtiyaç duyan büyük firmalarla bağlantısı vardı. İş görüşmeleri bitmek bilmiyordu.
İstanbul’da ikinci cumartesi sabahına biraz geç uyandım. Gece ileri vakitlere kadar şiir peşinde koşmuş, son şeklini vermeden yatağa girmemiştim. Bugün mesai bitiminde Ahmet Kabaklı Hocamı ziyarete gidecektim. Türk Edebiyatı dergisinde yayınlaması için yeni şiirimi de ona verecektim. Hem ziyaret hem ticaret gibi olacaktı ama Hocam anlayışlı, zarif bir adamdı, kusuruma bakmazdı.
Hızlı yapılmış bir kahvaltıdan sonra hızlı bir yürüyüşle firmaya tam vaktinde ulaştım. Odamda Bayram Bilge ile karşılaşınca şaşırdım, dondum, kaldım. O elindeki çay bardağını sehpaya bırakarak ayağa kalktı. On günde birbirimizi ne çok özlemiştik. Konuşamadık. O bana baktı, ben ona baktım. Karşılaşmalarda söylenen kelimeler çok basit, çok hafif kalmıştı, sustuk. Öylece bakıştık durduk. Sonra sarıldık birbirimize. “Oda arkadaşım, can kardeşim, bestekârım, yanık seslim, sazı konuşturan yiğidim, Bayramım, Bilgem… Gözlerime inanayım mı?” demek istedim, diyemedim. O anladı. İlk konuşan o oldu:
“Beklemiyordun değil mi abi?”
“Beklemiyordum.” dedim. “Niye geldin?”
“Seni alıp Ankara’ya götürmek için geldim.”
Böyle bir cevabı da beklemiyordum. Daha çok şaşırdım.
“Olur mu Bayramcığım? Ben burada işe girdim.”
“Olur abi, olur! Girdiğin gibi çıkarsın. Birlikte döneriz…”
Bayram şaka yapmıyordu. Sesinde şakanın en küçük izi yoktu.
Ona kahvaltı, kendime çay söyledim. Odamın kapısını o kapattı, uzun uzun konuştuk. Cidden beni götürmeye gelmişti. Islahatçı, bıyık yüzünden istifa etmek zorunda bırakıldığımı bildiren dilekçemi işleme koymamıştı. Beni geri çağırıyordu, bıyığıma da karışmayacaktı.
Bundan daha önemlisi beni Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne öğretim görevlisi olarak çağırıyorlardı. Üstelik lojman da vereceklerdi. FRTEM’e dekan Bey bizzat kendisi gelerek söylemişti. “İstifa dilekçesi verip İstanbul’a gitti, reklamcı olacak.” dediklerinde şaşırmış, sonra da üzülmüştü. Yıllar önce aynı lisede edebiyat öğretmenleri olarak çalışmıştık. Beni iyi tanır, öğretmenliğe ne kadar tutkun olduğumu bilirdi. Şiirlerimi de beğenirdi. “O, hocalıktan ve şiir yazmaktan başka iş yapamaz. İkna edin getirin!” demişti.
Bayram yola çıkmadan önce bize gitmiş, gelişmeleri eşime, çocuklarıma anlatmış, hepsini geri dönmem konusunda ikna etmişti. İstanbul’dan vazgeçer de geri dönersem kimse üzülmeyecekti.
“Düşünelim!” dedim.
Hızlı düşünmek çabuk karar vermek zorundaydım. Dakikalar içinde düşünüp kararımı verdim. Patron arkadaşım gelince kararımı ilk ona bildirdim. Saygıyla karşıladı. Sonra Bayram’la birlikte kuru yemişçilik yapan öğrencime uğradık. En son kiracımın işyerine vardık.
“Ev buldun mu?” dedim.
“Ev çok, bana göre olanı yok!” dedi. “Yine de boşalt dediğin gün, evi boşaltmaya hazırım abim. Eşyalarımı depoya taşır, evini boşaltırım.”
“Gerek kalmadı, Ankara’ya geri dönüyorum.” dedim.
Gözlerini aça aça yüzüme baktı.
Tedirgindi. Pek sevinemedi.
“Çayelililerin haberi var mı?” diye sordu.
“Var!” dedim, rahatladı. Sevindi. Belli ki bizim çocuklar kiracımı fena sıkıştırmışlardı. Her cümlesinde “Abim!” diye diye dualar etti.
Bıyığımdan dolayı istifaya zorlandığımı yazdığım için dilekçemi işleme koyamayan Islahatçı, beni de idari izinli saymıştı. “Mahkemeye başvursa haklı çıkar!” demiş hukuktan anlayanlar. Beni bu yüzden geri çağırmış.
Arkadaşlarımı çok seviyordum ama FRTEM’den soğumuştum. İnsan bir kere soğudu mu bir daha ısınamıyordu. Başkaları değilse de ben böyleydim.
Döndüm fakat fazla kalamadım.
Hacettepe Üniversitesine geçtim.
Oradan emekli oldum.