İki Devlet Bir Millet


 01 Ekim 2025

Masal diyarı gibi Kaf dağının ardında 
Gidip gelmesi pek zor alev ülkesi vardı. 
O, hasret ateşiyle yanan odlar yurdunda 
Ay yıldızın altında Hazar dalgalanırdı. 

Hayallerimizdeki o masal ülkesini 
Sarp dağları aşmadan gezemezdiniz öyle. 
Uzaklardan duyardık Azerbaycan sesini, 
Yüreklere işleyen tarın nağmeleriyle. 

Lale renkli yanaktan, serin sulu bulaktan,
Dost elinden turnalar getirirdi selamı.
Dinlediğim türküler… Radyo, kaset, plaktan…
Hem merhem oluyordu, hem deşerdi yaramı.

Hem orada hem burada Dede Korkut izi var,
Destanlarıyla yaşar Kafkaslarda Köroğlu…
Çırpınır Karadeniz gibi orada Hazar;
Oraya da uğramış Yunus Emre’nin yolu…

Aynı tadı alırız Fuzuli şiirinden,
Molla olmuş Nasrettin Hoca Azerbaycan’da.
Fakat gidemezdik biz özlesek de derinden,
Sanki vatanlarımız dünyanın bir ucunda…

Demir perde duvarı yıkıldı, kalktı artık;
Kavuşurken kardeşler yüreklerde heyecan…
Uzaklar yakın oldu, bitti yaman ayrılık;
İki devlet tek millet Türkiye, Azerbaycan.

Tek ağacın dalıdır Oğuz Han torunları,
El ele vermeliyiz yürürken ileriye.
Birlikte kurmalıyız aydınlık yarınları,
İki devlet tek millet Azerbaycan, Türkiye.


Boğaç Han
Yerinden doğrulmuştu hanlar hanı Bayındır,
Dedi: “Davet yapılsın, büyük şölen kurulsun.
Ak otağ erkek evlat sahibi beylerindir;
Kızı olan beylere kızıl otağ verilsin.”

“Tanrıdan lanetlidir oğlu kızı yok ise,
Kara keçe döşenmiş kara otağa konsun.
Getirsinler önüne kara koyun yahnisi,
Yerse yesin yemezse bırakıp geri dönsün.”

Meğer hanım beylerden biri vardı Dirse Han,
Alp bahadırdı lakin evladı olmuyordu.
Kırk yiğitle birlikte davete vardığı an
Başına geleceği o daha bilmiyordu.

Kara otağ içine aldılar Dirse Han’ı,
Önüne kara koyun yahnisi getirdiler.
“Bayındır Han bizlere böyle emretti bunu,
Yersen buyur otur ye, yemezsen git.” dediler.

Dirse Han içerledi farklı muameleye,
“Kılıcımdan mı” dedi “soframdan mı gördünüz?”
“Reva mı bu yapılan benim gibi bir beye,
Bir hata mı işledik, nedir sizin derdiniz?”

Dediler: “Oğlu kızı olmayan lanetlidir,
Biz dahi lanetleriz, içimizde yok yeri.”
Geri dönen Dirse Han sıkıntılı, dertlidir,
Çağırıp hanımını der ki: “Hatun gel beri.”

“Bilir misin davette başıma neler geldi,
Kara otağ verildi oğlum kızım yok diye.
Bir evlat veremedin, evliyiz yıllar oldu,
Suç sende mi bende mi, bu uğursuzluk niye?”

Hanımı söyledi ki: “Kabahat bende değil,
Evlat kazanmak için iyilik yapmalıyız.
Allah vermedi bize ne kız evlat ne oğul,
Bize gerekli olan hayır dualı ağız.”

“Koyundan koç kes, attan aygır, deveden buğra;
Aç gördüğünü doyur, çıplak görürsen donat.
Borçluyu borçtan kurtar, darda olana uğra;
Belki hayır duayla Allah verir bir evlat.”

“Peki” dedi Dirse Han, bu fikre aklı yattı,
Tepe gibi et yığdı, süt sağdırdı göl gibi.
Aç görünce doyurdu, çıplak gördü donattı,
Hayır duası aldı, zaman geçti yel gibi.

Bir ağzı dualının dileği kabul oldu,
Allah bir oğul verdi Dirse Han’a sonunda.
Minik oğlan büyüdü, on beş yaşına geldi,
Bir adı yoktu daha, yoldaşları yanında.

Âşık oynarken bir gün çocuklarla meydanda,
Güreş için boğayı alana bıraktılar.
Çocuklar kaçışırken aceleyle o anda,
Kaçmayan bu oğlana, endişeyle baktılar.

Dayadı yumruğunu o boğanın alnına,
Bir süre itiştiler, ikisi de yoruldu.
Sonra bir fikir geldi genç oğlanın aklına,
Yumruğunu çekince boğa yere serildi.

Hemen kesti başını, görenler hayran kaldı,
Dediler “Korkut Ata gelsin buna ad versin.
Dirse Han’a desinler oğlun kahraman oldu.
O da hemen oğluna beylik versin, taht versin.”

Dede Korkut gelip de Dirse Han’a söyledi:
“Yiğittir, bundan böyle bu gence Boğaç densin.”
“Erdemli, hünerlidir, taht ver, beylik ver.” dedi,
“Adını veren benim, yaşını Allah versin.”


bir varmış bir yokmuş
Neler yaşanmış neler evvel zaman içinde,
Pireler berber iken, develer de tellalmış.
Konuşurmuş hayvanlar bir insan biçiminde,
Nine beşikte yatar, bebek onu sallarmış.

Az gitmiş uz gitmişler dere tepe aşarak,
Dönüp de bakmışlar ki bu yol bir arpa boyu.
Tavşanları geçermiş kaplumbağa koşarak,
Ölümsüz oluyormuş içenler bengisuyu.

Devlerin, cücelerin, perilerin yurdunda,
Bir yanda uçan halı, bir yanda kanatlı at.
Zümrüdü Anka kuşu Kaf dağının ardında…
Masallar anlatırmış bin bir gece Şehrazat.

Sinbad denizlerdeyken, kırk harami yol kesmiş,
Kayalar açılırmış “Açıl susam” sözüne.
Bir küçük öpücükle prens büyüyü bozmuş,
Keloğlan gönül vermiş padişahın kızına.

Keloğlan dahi almış sonunda sevdiğini,
Düğün kırk gün kırk gece yapılırmış orada.
Ne dilersen verirmiş sihirli lamba cini,
Gökten üç elma düşmüş, onlar ermiş murada.
 


hoca’mızdan fıkralar

Nasrettin Hoca’mızdan çeşit çeşit fıkralar,
Gelin hatırlayalım verilen ipucundan.
Hocamız hazırcevap, akıllı bir o kadar…
Ağaca çıkarken de ayrılmaz pabucundan...

Meyve ağacındayken, verecek cevap yoksa
Acemi bülbül olur garip garip ötermiş...
Merdiveni dayayıp ağaç dalına çıksa
Bostancı geldiğinde merdiveni satarmış...

Bindiği dalı kesen Hoca ağaçtan düşmüş...
Sevinmesin o karga ciğeri kapsa bile…
Sesin gittiği yeri bulmak için çok koşmuş…
Ramazanın kırk beşi çömlek hesabı ile…

Eşekten düştüğünde “Zaten inecektim” der…
Kazan önce doğurur, en sonunda ölürmüş...
Dünyanın ortasıymış eşeğin bastığı yer…
Vermek istemeyince ipe un serilirmiş...

Abdesti geri alıp pabucu versin dere…
Heybesi bulunmazsa yapacağını bilir…
Allah kanat vermemiş iyi ki develere…
Eşek cüppeyi verse semeri geri alır…

İsteyene verseydi kalır mı kırk yıl sirke...
Oğlunun babasına matem tutmuş Hoca’mız...
“Ye kürküm ye” demiştir rağbet olunca kürke...
Kuyudan ay çıkarmış, aydınlanmış gecemiz...

Yıldız yapıyorlarmış eski ayları kırpıp…
“Un, yağ, şeker var” dermiş helva isterse canı...
Hanımına demiş ki hınzır kediyi tartıp:
“Kedi buysa et nerde, et buysa kedi hani?”

Mumun alevi ile kazanı kaynatırmış...
Çocuk düdüğü çalar parasını verince...
Düşünen hindisini pahalıya satarmış...
“Geç yiğidim geç.” demiş, köpek diş gösterince...

Kedi kapmasın diye baltayı da saklamış…
İlgisini çekermiş kâinatın sırları;
Bir gece merak edip mezarlıkta beklemiş,
Ürkütmese iyiydi kervancı katırları.

Eşek kitap okumuş Timur'un huzurunda...
“Tek ayağı yok” demiş “bizim burda kazların”...
Hoca ciride çıkmış öküzün üzerinde...
Eşekteki kıl kadar sayısı yıldızların...

Tutamamış sudaki kaçışan ördekleri,
Suya ekmek batırıp “ördek çorbası” yemiş...
Kavuğundan bahsedip sitem edince biri,
''Keramet kavuktaysa giy de sen oku ''demiş...

Fıkralara dokununduk,  kenarından, ucundan;
Araştırın, öğrenin, gayret edin bulmaya.
Meyve verin çocuğa bahçemiz ağacından;
Denemekten ne çıkar, ya tutarsa göl maya…


gülümse
Bak ağaçlar yeşil, gökyüzü mavi,
Güneş bile bize gülümsüyor bak.
Senin de ışığın doldursun evi,
Gülümse hayata, kasveti bırak.

Her şeyi dert edip yüzünü asma;
Yanlışı düzeltmek elinde senin.
Rüzgâra darılma, yağmura küsme;
Küpüne zararı keskin sirkenin.

İkide bir açıp deşme yarayı;
Yıkılırmış insan gamdan, kederden.
Takip et, kovala hep başarıyı;
Yakalayamazsın yattığın yerden.

Başaramasan da yılma, tekrar et;
Dikenli de olsa bu hayat yolu...
Karınca misali hedefine git,
Bardağın yarısı boş değil, dolu.

Yürüdüğün yollar taşlı da olsa,
Yorulup düşsen de kalk hemen yine.
Güvenip tuttuğun dallar kırılsa,
Kesme ümidini, yeniden dene.

Hedefini gözle, ufuklara bak,
Dağların ardında olsa da git al.
Hapsetme kendini, dışarıya çık,
Dolu dolu yaşa, hayattan tat al.

Bahçelerde gül var mı hiç solmayan?
Güzellikleri gör; hem sev, hem sevil.
Sultan Süleyman’a bile kalmayan
Bu dünya kimseye kalıcı değil.

Anneni, babanı, dostunu üzme;
Bulamazsın bir gün yüreğin sızlar.
Sakin, sabırlı ol, her şeye kızma;
Bal olsun dilinden dökülen sözler.

Tanrım sana neşe, mutluluk versin,
Can sağlığı olsun her şeyden önce.
Bastığında, çorak toprak yeşersin,
Gül açsın yüzünde gülümseyince.


konuşamıyorum
Şu göğsümün içinde çırpınan bir kuş mu var,
Yoksa dalgaları mı rüzgârlı denizlerin?
Uzaklarda gibisin bana yıldızlar kadar…
Işıl ışıl yanarken gülümseyen gözlerin.

Başımdan aşağıya ılık ılık akan ne,
Neden yüzüm kızardı, niye tutuldu dilim…
Göğsümün üzerinde hızlı hızlı çarpan ne;
Hava da soğuk değil, niçin titrer ellerim?

Ne şarkılar, türküler, ne de şiirler yetmez…
Kendimi aşmam gerek, senle konuşmam gerek.
Senin olduğun yere ayağım neden gitmez,
Sevgi anlatılır mı uzakta bekleyerek?

Şu duvarı geçince karşımda olacaksın,
İçimdeki duvarı yıkıp aşamıyorum.
Seni beklediğimi nereden bileceksin;
Sen konuş gözlerinle, ben konuşamıyorum.


yaz yağmuru
Arap kızı bakarken evin penceresinden,
Sicim gibi yağardı yaz günlerinde yağmur.
Mutluluğu duyardın çocukların sesinden,
Teknede hamur vardı; yolda, tarlada çamur.

Toprağın mis kokusu yaz yağmurundan sonra,
Ve ufukta beliren yedi renk gökkuşağı…
Güneşi yansıtırdı ağaç dalında damla,
Yavaşça süzülürken yapraklardan aşağı.

Dallara vurduğunda elindeki değnekle
Yağmur gibi dökülür üzerine damlalar.
Kır çiçeği mutludur arıyla, kelebekle…
Bulutlar arasından güneş sıcacık doğar.

Hayatın sevincini yüreğinde duyarsın,
Kayıtsız kalamazsın kuşların şarkısına.
Sen de söyle türkünü, dereler coşsun varsın;
Ulaşsın sevincimiz dağların arkasına.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 226. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 226. Sayı