İki Paket Sigara


 01 Nisan 2025


O günkü sağanağı sorma! Sanki bir Hint filmindeymiş gibi bardaktan boşanırcasına yağdı...

Eylül’ün sonlarıydı. Havada sonbaharın serin nefesi hissediliyordu. Sağanak yağmur bardaktan boşanırcasına yağarken Kalibek annesini trene bindirip köye uğurladı. Hızlı tren tarifeye uygun şekilde gecikmeden hareket etti.

Yağmur dinmek bilmiyordu. Ara sıra sert esen asi rüzgâr, şiddetli yağmuru bir sağa bir sola savuruyordu. Kalibek, rüzgârın sarsıntısıyla zor tuttuğu şemsiyesiyle istasyonun önündeki otoparka bırakmış olduğu aracına geri döndü. Büyük, siyah cipinin sürücü tarafındaki arka kapısını açtı, şemsiyesini aceleyle katlayıp yere attı.

Otoparktan hareket ettiğinde yağmur daha da şiddetlendi. İstasyon alanından çıkıp geniş bulvara dönerken bir grup gencin çaresizce el kaldırarak araç durdurmaya çalıştığını fark etti.

Bir erkek, üç kız. Hepsi de şemsiyesiz. Kıyafetleri sırılsıklam olmuştu. Kar altında kalmış çiğdemler gibi soğuktan titriyorlardı. Çaresizce yola doğru hamle yapıyorlardı. Kendi çocuğuyla aynı yaştaydı hepsi.

“Bunlar hasta olacak.” diye düşündü ve yanlarına yaklaşarak durdu. Kapıyı hızla açan buz gibi üşümüş gençler, telaşla arabanın içine atladılar. Onlarla birlikte soğuk yağmurun suyu da içeri süzüldü.

– Merhaba, ağabey!

– Merhaba, diye hep bir ağızdan söyledi arka koltuğa oturan kızlar.

– Esselâmü aleyküm, diyerek ön koltuğa yerleşen genç delikanlı, sırılsıklam olmuş elini uzattı. Bu, onları kendi çocuğu gibi görüp babacan bir tavırla konuştu:

– Hey, yaramazlar! Şemsiyeniz nerede? Bu hâlde hastalanacaksınız! Nereye gidiyorsunuz?

– Mümkünse Seyfullin Bulvarı ile Gogol Caddesi’nin kesişimine bırakır mısınız? Beş yüz tenge veririz. Olur mu, dedi delikanlı.

– Tamam, bakarız. Oturdunuz mu?

– Oturduk, hareket edebilirsiniz, dedi arka koltuktaki kızlardan biri nazik bir sesle.

– Kaloriferi açar mısınız, ağabey? Donduk resmen, dedi bir diğeri sanki soğuk algınlığından ateşi çıkmış gibi titreyerek.

– Tamam, tamam. Şimdi ısıtırız, diye içtenlikle konuştu Kalibek. Kaloriferi açıp gaza bastı. Dış yüzeyinden su süzülen siyah cip, dalgalı denizde ilerleyen bir gemi gibi ağır ağır hareket ederek yola koyuldu.

Gençler biraz ısınıp kendilerine geldikten sonra Kalibek yavaşça sohbet etmeye başladı. Üç kız, pedagoji üniversitesinin öğrencileriymiş. Onlar bir arkadaşlarını köye yolcu etmişler. Kendini Nurlan olarak tanıtan genç ise kızlardan birinin erkek arkadaşı gibi görünüyordu. Tıp fakültesinin son sınıfında okuduğunu söyledi.

– Siyah cip yanımızda durunca korktum doğrusu! Genelde cip sürenler yolda el kaldıranlara pek durmaz. Böyle bir arabayla yolcu taşıyor musunuz? Biri söylese şahsen inanmazdım, dedi Nurlan gülümseyerek.

– Ben taksici değilim. Sizi sırılsıklam görünce içim sızladı. O yüzden durdum. Üstelik yolumuz da aynıymış, dedi Kalibek sakin bir şekilde.

– Siz olmasaydınız kesin hasta olurduk. Çok teşekkür ederiz, dedi Nurlan, minnettarlıkla Kalibek’e bakarak.

 – Siz ne iş yapıyorsunuz, ağabey?

– Ben sıradan bir yazarım. Annemi köye yolcu etmiştim.

– Yazar mısınız, diye arka koltuktaki kızlar hep bir ağızdan şaşkınlıkla tepki verdi. Ortadaki kız şımarık bir ses tonuyla:

– Aaa, ağabey, ben de yazar olmak istiyordum! Ama olmadı. Lisede yazıyordum, ama sonra bıraktım, dedi dudaklarını büzerek.

– Siz daha gençsiniz. Çabalarsanız, hâlâ bir şeyler başarabilirsiniz, dedi Kalibek, kıza dikiz aynasından bakarak. Oldukça zarif ve güzel bir kızdı. 

– Hangi fakültede okuyorsunuz?

– Pedagoji. Bu yıl mezun oluyoruz.

– Hepiniz mi?

– Evet, hepimiz aynı grupta okuyoruz.

– Çiçeği burnunda bir öğretmeniz yani. Hayatta öğretmenlikten daha saygın bir meslek yoktur. Benim çocukluk hayalim edebiyat öğretmeni olmaktı. İlkokul öğretmeni olmayı çok isterdim, dedi Kalibek, sakin bir şekilde ve gözünü yoldan ayırmadan.

– Hayat gerçekten çok ilginç! Ben yazar olmak istedim, siz ise öğretmenliği hayal etmişsiniz... Sanki mesleklerimiz yer değiştirmiş gibi. İnsan her zaman düşündüğünü yapamıyor, dedi güzel kız biraz pişmanlık duyar gibi.

– Buna “kader” denir. Kaderin önüne geçilmez, dedi Kalibek, derin bir düşünceye dalarak. 

– Yaradan ne dilerse o olur, ama insan daima iyiliğe yönelmeli ve çaba göstermeli, diyerek sözünü kısa kesti.

Bu sırada arabanın içine hayranlıkla bakan Nurlan sohbete dahil oldu:

– Ben böyle bir arabaya ilk kez biniyorum. Pahalıdır, değil mi, diye sordu.

– Herkesin gelirine bağlı. Kimine göre ucuz, kimine göre pahalı. Kime nasıl gelirse, dedi Kalibek övünmek istemeyen sakin bir ses tonuyla.

– Pahalıdır, değil mi, dedi Nurlan, avucuyla aracın panelini okşayarak. 

– Cipi sadece gümrükçüler kullanır diye düşünürdüm. Meğer yazarlar da biniyormuş...

– Bu söylediğin ilginçmiş. Binecekse, yazar binsin! Bir yazar böyle bir arabaya göz nuru dökerek, alın teriyle hak ederek biner. Peki, gümrükçü dediğin kim? Sınırı kendine rant kapısı yapan biri, değil mi, dedi Kalibek beklenmedik söz karşısında hafifçe alınmış gibi. 

– Yazar, insan ruhunun mühendisi. Dedem hep öyle derdi. Eskiden en zengin insanlar şairler ve yazarlar olurmuş. Öyle değil mi, ağabey, dedi güzel kız Kalibek’i desteklercesine.

Kızın sözleri, Kalibek’in içinde saklı duran pek çok düşünceyi harekete geçirdi.

– Siz bilmezsiniz, o bambaşka bir bolluk dönemiydi, – dedi kıza bakıp derin bir iç çekerek. 

– Söylediklerinin hepsi doğru. Sovyet döneminde şair ve yazardan daha zengin kimse yoktu. O zamanın hükümeti zihinsel emeği çok kıymetli görürdü. Edebiyat ve sanata büyük değer verilirdi. Yazarlara cömertçe telif ücreti ödenirdi. Bir şair ya da yazar, kendi kazandığıyla bir aileyi rahatça geçindirebilirdi. Ama şimdi ne telif var ne de devletten destek. Yazarların ve şairlerin itibarı kalmadı. Çoğu, zar zor geçimini sağlıyor.

– Yapmayın, ağabey! Yoksa, bu aracı nasıl sürüyorsunuz? Var demek ki, var, dedi Nurlan, sinsi bir şekilde gülümseyerek.

– Allah’ın verdiğine şükür, gösterdiğine razıyım! Her insan aynı olamaz. “Meslek, nasip işidir.” derler. Eğer dürüstçe çaba gösterirsen Allah bereketini verir. Bu arabaya binmemin üzerinden on beş yıl geçti. Bu, yıllarca yorulmak bilmeden çalışmamızın karşılığı, diyerek Kalibek sözünü sonlandırdı.

– Vay! O zamanlar biz henüz okula bile başlamamışız. Şimdi ise üniversiteyi bitiriyoruz. Gelecekte ben de bir cip almak istiyorum, dedi Nurlan hayranlıkla.

Kalibek, ona göz ucuyla baktı ve biraz da ağabeyce nasihat vermek istedi:

– İnşallah alırsın. Allah, buna seni ulaştırsın. Ama günümüzde gençler çok aceleci. Her şey bir anda olsun istiyorsunuz: Ev, araba, para. Kredi batağına gözü kapalı batanlar da gençler. En ufak bir şeyde, anne babalarına ya da akrabalarına yük olup kredi aldırıyorlar. Sonrasını düşünmüyorlar. Kredi nasip değil, borçtur. Atalarımız “Borcun varken malım var deme.” demiş. İnsanın bir anda dünya ayaklarına serilmez, adım adım birikerek elde eder. Bunu anlayan, yanlış yola düşmez.

Sohbete o kadar dalmışlardı ki söyledikleri yere gelmiş olduğunu fark etmemişti. Sonbaharda günlerin uzunluğu ancak bir serçenin gagası kadardır. Bir anda şehri koyu karanlık kaplamıştı. Trafikte sıkışıp kalan birçok aracın ışıklarından, ancak çevrede ne olduğunu bir şekilde fark edebiliyordunuz. Yağmurun şiddeti azalıp ince ince çiselemeye dönüşmüştü.

– Burada durun, dedi Nurlan. Kalibek arabayı aniden durdurdu. Nurlan, sağa sola kıpırdayarak, dar pantolonunun cebinden buruşturulmuş beş yüz tengeyi çıkarıp Kalibek’e uzattı. Kalibek’in aklından böyle bir şey geçmemişti. Hemen Nurlan’ın elini geri itti:

– Hayır! Para almayacağım! Kendiniz harcayın. Ben siz üşütüp hasta olmayın diye durdum. Para size lazım olacak, diyerek telaşla konuştu.

– Aaa, ağabey! Rahatsızlık vermiş olmadık mı? Bu kadar yolu geldik sonuçta.

– Bu kadar yolu geldik, epeyce sohbet ettik. Yolu kısalttık. Tanıştık, bir kardeş bulmuşuz gibi oldu. Ben de bir Kazak evladı olduğum için sizi yağmurun altında, soğukta bırakmak istemedim... Ben bu sokağın başında oturuyorum. Sağlıkla kalın! İyi birer uzman olun, dedi. 

Nurlan, uzattığı parayı cebine geri koyarak minnettarlıkla Kalibek’in elini sıktı:

– O zaman tamam, ağabey! Teşekkürler! Sizin gibi ağabeylerimiz sağ olsun, dedi arabadan indi ve arka koltukta oturan kızlara yardım ederek sırayla dışarı çıkarmaya başladı.

– Ağabey, hoşça kalın!

– Hoşça kalın! Çok teşekkürler, dedi kızlar da hep bir ağızdan vedalaşırken. 

Kalibek, yaptığı bu hayırlı işten dolayı gerçekten memnundu.  Ruhunu bir huzur kapladı ve güzel bir ruh hâli içine girdi. O, küçük yaşlardan itibaren birine yardım etmekten keyif alırdı. Başına bir iş gelmiş ve zor durumda olan birinin duasını almaktan daha büyük bir mertebe olmadığını o eskiden beri biliyordu. Kendi evlatları gibi gençlere faydalı olduğunu düşünerek yol boyunca mutlu oldu.

Yüksek apartmanın altındaki otoparka girdiği zamana kadar keyfi yerindeydi. Arabanın kontağını kapattıktan sonra arka koltuğun zemini üzerine bıraktığı şemsiyesi aklına geldi. Arabadan çıkıp, arka kapıyı açarak kontrol etti. Şemsiye yerinde duruyordu.

Karanlık gölgelerin içinde, zeminin diğer ucundan bir şeyin karaltısını görmüş gibi oldu. “Deminki kızlar bir şeyini mi unuttular acaba?” diye düşünerek boynunu uzatıp, karanlık köşeye dikkatlice bakmaya başladı. Aman Tanrım! Şimdi fark etti ki arka zeminde kendi deriden yapılmış evrak çantasını bırakmıştı. Kalbi hızla çarpmaya başladı.

Az önce işten aceleyle gelip annesini evden aldığında bu evrak çantasını tamamen unutmuştu. “Evde bırakmam gerekirdi. Şu kızlar acaba içine bakmadılar mı?” diye korkunç bir düşünce aklından geçti.

Hemen atılıp evrak çantasını aldı ve aceleyle açarak: “Bunun içinde ne vardı acaba?” diye içine koyduğu şeyleri kontrol etmeye başladı. 

İş belgeleri. Ayrıca, şehrin üst kısmında yeni bir ev yapmak için satın aldığı arsanın evrakları da vardı. Bugün gün boyunca koşuşturup bu evrakları tapu dairesine kaydettirmiş ve yeni tapusunu almıştı. Eve gidince, karısına gösterecek ve sevindirici haberi verecekti.

Evrak çantasında ayrıca iki paket sigara da vardı. Gece yarısı eserini yazarken sigara içmeden aklı bir türlü toplanmaz, eli kıpırdamazdı. Uzun yıllardır süregelen bir alışkanlık. Evet, ofisinin yakınındaki dükkândan iki paket sigara almıştı.

Kalbi hızla atarak, evrak çantasının her cebini karıştırmaya başladı. Neyse ki tapu dairesinden aldığı tapu sağlamdı. Ancak o, başka bir cebe kaymıştı. İki paket sigara ise kaybolmuştu. Sakin ve zarif görünen kızlar sigarayı aşırmıştı.

Bunu fark ettiğinde Kalibek’in yükselen morali bir anda yerle bir olmuş gibi oldu. Gözlerinin önünde, arka koltukta oturan kızların, profesyonel hırsızlar gibi, ince parmaklarıyla evrak çantasının her köşesini didikleyip sigaraları çaldıkları canlandı. Nurlan ise sanki sakin bir şekilde bunu kasıtlı olarak lafa tutuyormuş gibi. 

“Ne kadar ahlaksızlar? Bu kadar iyilik yapmış birine nasıl kötülük yapabiliyorlar baksana! Ya, evrak çantasının içinde para olsaydı? En önce onu çalarlardı. Bunlar insan değil... bunlar hiçbir şeyden çekinmez. Biz geleceğin öğretmenleriyiz diyorlar bir de...” diye hayıflanan Kalibek’in morali alt üst oldu.

Sorun iki paket sigara değildi. Bırak gitsin… Kalibek sigarasını kaybettiği için hayıflanmıyordu, “Yarın bir gün öğretmen olacağız.” diyen gençlerin böyle bir ahlaksızlığa başvurmasına öfkeleniyordu. Onların yaptıklarını daha derinlemesine düşündü ve yüreği üzüntüyle doldu. Kendi kendine öfkelenip “Ümit ettiğimiz geleceğin hâli bu mu? Atasına lanet!” diye kendi kendine mırıldandı. 

 

 

 

 

 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 220. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 220. Sayı