HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
SALIM ÇONOĞLU 2
Kader Pekdemir 3
Kardeş Kalemler 4
İ. M. Galimcanova 5
Osman Çeviksoy 6
Gülzura Cumakunova 7
“İşte, sen bu kulübede kalacaksın, Aslan or- tada, Ahad da öbüründe. Bu da sizin “keçi- leriniz,” Ağaser sırıttı, “şu ördeklere neden keçi dediğimizi biliyorsunuz, değil mi? Et kombinasındaki keçileri gördünüz mü? Hayır mı? O keçileri hayvanların önünden salıyor- lar, keçiler atlıyor, peşlerinden de hayvanlar. Kasaplar da tabii ki keçilere dokunmuyorlar, hayvanlara gelince hop… Yaa, şu ördekler, özellikle işte şu yaşlı yeşilbaşlı, aynı o keçiler gibi kurnaz, sanırsın tilki.”
Ağaser “kasap keçilerini” – üç yeşilbaşlı (ikisi dişiydi, biri erkek) alıp Aslan’ın kulübesinin önündeki gölete bıraktı. Oradan bağırdı:
“Çabuk olun, yerlerinizi kapın, şimdi ördek dışarıdan dönecek. Ben sağ taraftaki kazları yerlerinden oynatmaya gideyim. Murat am- cayı da sol tarafa yolladım, o da oradaki kaz- ları oynatacak. Sonra gelip gece her birimiz birinize misafir olacağız.
Aslan sazlığa, havaya, düzlüğe, uzaktan dal- galarının sesi duyulan denize doğru bakıp:
“Ben burada kalacağım, sen yürü, öbür kulü- beye git. Arkadaşın Ağaser kuşun bol olduğu tarafa seni dikmiştir mutlaka.”
“Ördekleri ortadaki gölete bıraktı ama.”
“Olabilir. Bu da çevirdiği numaradır demek ki.”
Çantamı, portatif taburemi alıp gittim. Bu ku- lübe de diğer kulübe gibi rahattı, içerisi otla kaplanmış, köşeye şilte yatak yorgan, gaz ocağı, çaydanlık, üç dört adet tabak, çay bar- dağı, çay tabağı, lamba konulmuştu.
Bu yerlerde eskiden, yani kuşun bol olduğu zamanlarda herkesin ya da iki avcının böy- le bir kulübesi bulunurmuş. Onlar haftada bir kez, sırayla gelip burada geceyi geçirir, kuş avlarlarmış… Şimdi bazen ayda bir kere bile gelmiyorlar, çünkü şimdi buralarda çeltik ekilmiyor, kuşlar fena hâlde azalmış…
Gaz ocağını, sonra lambayı kontrol ettim – gazı vardı.
Ateş edildi, kazlar bağırıştı. Dışarıya çıktım.
“Ne yapıyor o?” dedim, “Bu kadar uzaktan neden ateş ediyor?”
Günbatımıydı, Ağaser’le Murat amca batı yönündeydiler, Ahad elini gözünün üzerine koyup o tarafa bakındı, gökyüzünü kaplayan kazları görünce sevindi:
“Yaptığı doğru,” dedi, “kazları ürkütüyor. Gece kaz avlamak istiyorsan eğer, gündüz yormalısın onları, öyle bir yormalısın ki akşam çöker çömez kendilerini gölete atmalılar.”
Kazların çığlıkları kulakları sağır edecek cins- tendi. Ağaser’le Murat amca da bağıra bağı- ra dolaşıyor, ara sıra ateş ediyorlardı.
“Evet, bu gece keyifle avlanacağız.” Aslan ellerini birbirine sürerek kulübenin etrafında dolaşıyor, uzaklarda uçuşan, karartıları zorla ayırt edilen kazları nişan alıyordu. Prova yapı- yordu, “Bir an önce akşam çökseydi…”
Akşamın çökmesine daha çok vardı.
“Keçiler” – yeşilbaşlılar gölette tembel tembel yüzüyorlardı, ara sıra ikisi suya dalıyor, biri ise nöbet tutup oraya buraya bakınıyordu. Sonra az önce suya dalanlardan biri dikiliyor, bu sefer de öbürü suya dalıyordu. İki ördeğin sadece kuyruğu dışarıda kalıyordu, kuyruk- ların titremesinden onların suyun altında bir şeyleri didikledikleri anlaşılıyordu.
Ağaser ince sazlığın arasından tüfeği yüzüne dayamış sinsice yürüyordu. Aniden bir küme çamurcun havalandı. Çamurcunlardan biri aşağıya inerken tüfek sesi duyuldu.
Ahad bağırdı.
“Aferin Ağaser! Biri tamamdır!” Aslan elini salladı:
“Eh, çamurcun bu.” Ahad:
“Olsun, ihtiyar, çamurcun ördeklerin en lez- zetlisidir.”
“Keçiler” şaşkına dönüp birbirlerine sokul- muşlardı, aniden üçü de kanatlarını suya çarptı, gölün üzerinde uzun süre yürüdüler. Sonra uçak gibi sudan ayrıldılar. Suyun üze- rinde izleri kaldı.
Ördekler vaklayarak başımızın üzerinde dön- düler. Ne kadar uğraşsak da havada hiçbir şey göremedik.
“Dalga geçiyorlar bizimle,” dedim.
Ahad tüfeği göğsüne dayamıştı:
“Dalga geçmezler, boş yere kalkmazlar,” dedi, “bunlar kuşun nefesini çok uzaklardan hissediyorlar.”
Tam o sırada gökyüzünde bir küme yeşilbaşlı belirdi, üçümüz de kulübeye çekildik ama ar- tık çok geçti, kuşlar bizi görmüştü.
Uzaklaşan kümenin arkasından pişman piş- man bakakaldık. Aslan kendisi de açıkta dur- muştu, yine de bize darıldı:
““Keçiler” bizi kandırmıyormuş. Siz de kuş vurmaya mı geldiniz, seyretmeye mi? Saklan- sanıza…”
“Keçiler” bir tur daha atıp göle indiler.
Aslan geri çekildi, kulübenin kapısında tüfe- ğin namlusu görünüyordu.
Ben de içeriye girip gözümü karşımdaki göle- te dikerek tembel tembel yüzen, arada sırada birbirlerini gagalayan “keçileri” seyrediyor- dum.
Sazlığın sıkı olduğu tarafta sutavukları ötüyor- du: gip… gip… Bazen de sutavukları açıklığa çıkıyorlardı ancak tüfeğin menziline yaklaşmı- yorlardı.
Rüzgâr çıktı ve birden nasıl kuvvetli estiyse sazları eğip neredeyse suya yapıştırıyordu.
“Keçiler” göletin ortasındaki bir saz öbeğine sığınmışlardı.
Rüzgâr bir yerlerden bir küme saksaul çalısı getirdi, saksaullar gölün üzerinde yuvarlana yuvarlana gidiyordu, sanki tank grubu geçi- yordu önümüzden.
Ara sıra yine ateş ediliyor ve kazlar çok yüksek sesle bağırıyorlardı. “Ağaser’le Mu- rat amca şu zavallıların yüreğine indirecek- ler,” dedim. Rüzgârda uçmak zordur. Başımı dikkatlice çıkarıp bakındım – rüzgâr kazları büküp katlayarak oradan oraya kovalıyordu. Kazlar rüzgârla güreşiyorlardı. Bazen rüzgâr kazlardan birini kapıp öyle bir savuruyordu ki şimdi bulduğu yere çarpacak, alıp dünyanın öbür ucuna fırlatacak, derdin. O kaz bağı- ra bağıra kanatlarını toplayıp azıcık aşağıya iniyor ve kendini toparlayıp yeniden havaya kalkıyordu.
“Keçiler” silkinip kanatlarını suya çarpa çar- pa kalktılar ve vaklamaya başladılar. Az sonra havada bir küme kılkuyruk göründü. Aslan tü- feğini gökyüzüne doğrultmuştu.
“Ateş etme! Uzak, ateş etme, şimdi bir tur atıp geri dönecekler,” dedim. Ama artık çok geçti. Aslan, peşinden de Ahad tetiği çekmişlerdi. Ördeklerden biri taş gibi yere saplandı, “ke- çiler” de onun peşinden indiler.
Aslan’la Ahad: “Vurduuum” diye bağıra bağı- ra geliyorlardı. Sonra birbirlerine bakıp dur- dular. Aslan şaşırdı:
“Sen de mi ateş ettin?” Ahad gülümsedi:
“Evet. Sen de mi?” Ördeğe ilk Aslan ulaştı.
“Şimdi hangimizin vurduğunu belirleriz. Ben soldan ateş etmiştim, sen sağdan.” Üfürüp ör- değin tüylerini araladı ve sessizce kılkuyruğu Ahad’a uzattı. Ahad kuşu başının üzerinde sallayarak:
“Nereden indirdiğimi gördün mü?” dedi. Bu, benim yapabileceğim hareketti. “Uzak, ateş etme diyordun. Öğrencinin nereden nereyi vurduğunu gördün mü?”
“Acele etmeseydin “keçiler” onları indirecek- ti, o zaman üçümüz de ateş ederdik.”
Ahad elini salladı:
“Bunlar boş laflar.”
Tekrar kulübelerimize çekildik.
Rüzgâr azalıyordu ama sazlar hâlâ çalkalanı- yor, hışır hışır hışırdıyorlardı. Gölün suyu kum gibi savrulup gözlerimize doluyordu.
“Keçilerin” tüyleri havalanıyordu, sanki rüz- gâr hemen oracıkta onların tüylerini yolup sa- vuracaktı. Aslan: “Şu şerefsiz rüzgâr da nere- den çıktı, ulan, anlamadım ki. Böyle rüzgârda kuş zor uçar,” diye söyleniyordu.
Patırtı duyuldu – birileri geliyordu. Aslan’dı gelen. Gelip:
“Acıktın mı?” dedi. “Acıktım,” dedim.
“Kuşlar henüz kıpırdamadan karnımızı doyu- ralım, diyorum.”
“Ağaser’le Murat amcayı beklemeyelim mi?”
Aslan ellerini ağzının kenarlarına dayayıp ba- ğırdı:
“Ağaser, Murat, huuu.”
“Ben buradayım,” Ağaser aniden kulübenin yan tarafında belirdiğinde ikimiz de irkildik. Rüzgârdan yüzü morarmıştı.
Ahad’ı da çağırdık.
Yemeği, votkayı ortaya koyduk. Ağaser herke- se küçük bardaklarda votka doldurdu.
İçimiz ısındı ve o sırada Murat amcanın hâlâ gelmediğini hatırladık.
İkici bardaklara votka doldururken Murat amca kulübenin girişinde belirdi. Ellerini ne- fesiyle ısıtıyordu.
“Ya, bensiz mi götürüyorsunuz?”
Ağaser kalın camlı, büyük bardağı doldurup ona uzattı:
“Ceza! Geç kaldığın için cezalısın. Öyle değil mi, arkadaşlar?”
Biz de koro hâlinde bağırdık:
“Evet, evet, avcı Murat’a ceza kesmek lazım.”
Murat amca çantasını sırtından indirip köşeye attı. Tüfeği kulübenin kapısına dayadı.
“Ne yapalım, size boyun eğiyorum,” diyerek sırıttı. Ağaser’e göz kırptı ve bardağı kafasına dikti, üzerine de Ahad’ın ablasının koyduğu patlıcan turşusundan birini öylece ağzına attı.
Rüzgâr iyice dinmişti. Aslan sık sık dışarıya bakınıyordu. Murat amca: “Telaşlanma, mu- allim , kuşun kımıldayan zamanı değil şimdi, nedeni de poyrazın onların iflahını kesmesi, henüz kendilerine gelmemişlerdir. Şimdi ay doğacak, kaz oynaşacak, vur, vurabildiğin kadar,” dedi.
Ağaser yine küçük – elli gramlık bardaklara votka doldururken Murat amca: “Kazlarda bir kıpırdama var mı, diye bir bakayım,” deyip dışarıya çıktı ve nedense oyalandı. Onu bek- liyorduk. Ağaser bağırdı:
“Murat amca, huu,” Murat amca hemen gel- di, “bizi beklettiğin için yine ceza keseceğim sana.” Ona tekrar yüz gramlık bardakta votka verdi, “İşte bunu içmelisin.”
“Ne yapalım, size boyun eğiyorum,” yine sı- rıttı Murat amca, yine Ağaser’e göz kırptı ve bardağı kafasına dikti, üzerine de Ahad’ın ablasının koyduğu patlıcan turşusundan biri- ni daha attı ağzına…
Üçüncü defa da Murat amcayı cezalandır- dık. O, yine de “Bir bakayım kazlar kımıldıyor mu?” deyip dışarıya çıktı. Ağaser sağa sola debelendi, çantaların altını üstüne getirdi.
“Eyvah, votka bitmiş ya!” dedi.
Söz onun ağzından çıkmadan Murat amca kapıda belirdi:
“Daha içkiniz yok mu? O zaman ben ne diye dışarıda donuyorum ki?” diyerek gelip bir kö- şede büzüldü ve anında horlamaya başladı.
Biz onun her defa “geç kalmasının” sırrını şimdi çözüp kahkahalarla güldük. Sadece Ağaser gülmüyordu, kurnaz kurnaz sırıtıyor- du.
Ay doğmuştu.
Rüzgâr tamamen dinmişti.
Gölün yüzeyi güneşin altında parlayan kalın cam gibi ışıl ışıldı. “Keçiler” göletin ortasına çıkıyor vaklaya vaklaya bir o tarafa bir bu ta- rafa yüzüyorlardı.
Aslan’la Ahad kendi kulübelerine çekildiler. Ağaser sol taraftaki kulübeye gitti. Orası Mu- rat amcanın yeriydi.
Tüfeğimi alıp dışarıya çıktım. Aslan:
“Ne dikiliyorsun ağaç gibi, kenara çekil, kaz geliyor,” dedi.
Geri çekildim.
Kazların sesi yaklaşıyordu. Bazen ördek sesi de duyuluyordu. “Kasap keçileri” hemen gökyüzüne havalandılar ve bağırışa bağırışa dönmeye başladılar.
Kazlar biraz daha yaklaştılar.
Gölün üzerinde bir küme ördek göründü. Ağaser uzun ıslık çaldı - bunun anlamı ateş etmeyin, ördekler aç, turlayıp inecekler, de- mekti. Eğer kısa ıslık çalsaydı hepimiz o anda ateş etmeliydik çünkü bu, “ördeklerin oyala- nacağı yok,” anlamına geliyordu.
Aslan da ben de tüfeğin namlusunu kapıdan gökyüzüne doğrultmuştuk, bu durumda geri çektik.
Ağaser de ördek gibi vaklıyordu. Ağaser bu işlerde ustaydı, onun sesini ördek sesinden ayırmak imkânsızdı.
Bizim “kasap keçileri” ördekleri ortaya alıp etraflarında dönüyor ve her dönüşte biraz daha aşağıya iniyorlardı. Gruba üç tane de kaz katıldı.
“Kasap keçilerinin” önce biri kendini bırakıp göle düştü, sonra ikincisi… Yaban ördekle- ri inerken “kasap keçilerinin” sonuncusu da suya kondu ve anında üçü de yüzerek grup- tan ayrıldı. O sırada Ağaser’in kesik ıslığı du- yuldu. Galiba üçümüz de – Aslan, Ahad ve ben aynı anda ateş ettik, saçmalar suya do- luştu, bir kısmı sekip sazlığa saçıldı, ördekler telaşa kapıldılar, gölün suyu yarıldı, bir anda gölün üst katmanının ördeklerin pençelerin- de, kanatlarının ucunda havaya kalktığını sonra da bu suyun parçalandığı sanılabilir- di. Su dolu gibi göle yağdı ve yeniden patırtı koptu. Şimdi de Ağaser’in tüfeği patladı ve ördeklerden ikisi taş gibi yere çakıldı, gölün yüzeyi tekrar paramparça oldu… Bir süre sonra ördek çığlıkları tamamen kesildi, gölün suyu da durgunlaştı. “Kasap keçileri” saklan- dıkları sazlıktan çıktılar.
Tüfeği kaldırdım, boş kovanları attım. Nam- luda hâlâ tütmekte olan barut dumanını aç gözlülükle içime çektim. Böyle bir alışkanlı- ğım vardı, ilk mermiyi ateşledikten sonra ba- rut kokusunu bu şekilde yutar, yalnız ondan sonra sakinleşirdim.
Aslan’la Ahad suyu şaplatarak gölün ortasına doğru yürüyorlardı.
“Beşi kalmış,” diyorlardı, “biri kaz.”
Kaz yaralıydı, boğazını yılan gibi uzatarak sazlığa doğru yüzüyordu. Aslan’la Ahad onu kurşun yağmuruna tutmuştu, saçmalar kazın etrafından saçılıyordu ama kaz saçmalara al- dırmadan ga… ga… ga… diye bağıra bağıra uzaklaşıyordu. “Ben de kendimi deneyeyim” deyip tüfeğe büyük – 1 numara saçma koyup nişan aldım, tetiği çektim. Kaz yana devrildi, Aslan durdu:
“Bende de böyle Belçika tüfeği olsaydı ben bundan da uzaktan devirirdim kazı yere,” dedi.
Ahad kazı aldı. Geri döndüler.
Murat amca hâlâ horluyordu. Birden kalkıp oturdu: “Cezamı çekmeye hazırım,” deyip eli- ni uzattı. Kalktım: “Murat amca, Murat amca,” dedim. “Ağaser, sen misin? Şu şehirlileri nasıl kandırdığımı gördün değil mi?” deyip yeni- den yatağına yattı Murat amca ve horladı. Ara sıra yine bir şeyler söylüyordu ama sözlerini anlamak mümkün değildi.
Ay o kadar parlaktı ki neredeyse her sazı say- mak mümkündü.
Kazlar yine yakınlarda bağrışıyorlardı.
“Kasap keçileri” baş başa vermiş sanki bir- birleriyle fısıldaşıyorlardı. Yeşilbaşlının dişisi yüksek sesle vakladı. Erkekler de ona katıl- dılar. Dişi bu şekilde öte öte havaya kalktı. Onun peşinden erkekler de havalandılar. Gökyüzünde bir küme kaz belirdi. “Kasap ke- çilerinin” biri önde, biri ortada, biri de arkada dönüp duruyorlardı.
Şimdi gökyüzünde ördek kümesi de vardı, onlar da kazlara katılıp dönüyorlardı ama he- nüz yüksektelerdi.
Yine önce “kasap keçilerinden” biri kendini bırakıp göle düştü. Grup inmedi, bir sonraki
turda “kasap keçilerinin” ikincisi indi. Önce yaban ördekleri sonra da kazlar usul usul göle üşüştüler.
“Kasap keçileri” anında gruptan uzaklaştılar ve Ağaser kesik ıslık çaldı. Tüfeklerin üçü, sonra kuşlar kalktığında dördüncüsü – Ağa- ser’inki ateşlendi.
Yine göl çalkalandı, kuşlar telaşla bağırıştı. Yine gölün bir katmanı kopup kuş kanatlarının ucunda gökyüzüne kalktı, sonra parçalanıp dolu gibi tekrar aşağıya döküldü. Yine suyun yüzeyinde üç dört karartı kaldı…
***
Sazlığa öyle bir sessizlik çökmüştü ki burada hiçbir canlı yoktur, derdin.
Bir kuğunun boğuk, garip gurultusu duyuldu. Bir de çok uzaklarda çakallar uludu. Sonra yeniden her tarafa sessizlik çöktü.
Ağaser kazları aramaya gitmişti.
Murat amca akşamdan nasıl yüzükoyun yat- tıysa o şekilde de kalmıştı.
Aslan’la Ahad kulübeye çekilmişti, ara sıra kulübenin kapısında parıltı görünüyordu – si- gara içiyorlardı.
Ayak sesi duyuldu, gelenin Ağaser olduğunu biliyordum. Ağaser çok yorgun, nefes nefese döndü. Bir sigara içtikten sonra pişman piş- man: “Kazlardan eser yok,” dedi, “bir yerlere tüymüşler.”
Üç kere ıslık çaldı - bu, toplanalım demekti. Aslan’la Ahad geldi.
Beşimiz bir kulübeye zor sığıyorduk. Murat amca bacaklarını dümdüz uzatmış horluyor, ara sıra da uykusunda konuşuyordu.
Her birimiz bir köşeye kısılmış sigara içiyor- duk. İçerisi duman altı olmuştu, boğuluyor- duk, öksürüyorduk ama bu boğucu ortamda ılıklık olduğundan ve bu ılıklık tatlı bir uyku getirdiği için bu durumdan keyif alıyorduk.
Ağaser çantaları didik didik edip iç çekti: “Tam da içki içme havasıydı.”
Murat amca yerinden fırladı: “Cezamı çekmeye hazırım!” Hepimiz gülüştük. Ahad:
“Yok, Murat amca, daha votkamız yok.”
“O zaman votkadan bahsederek boşu boşuna uykumu kaçırmayın,” diyerek esneyip, gerin- di Murat amca.
Galiba “kasap keçileri” de uyuyorlardı – gö- lün ortasında baş başa vermişlerdi.
“Beğendiniz mi benim “kasap keçilerimi?” di- yerek gölü işaret etti Ağaser.
Aslan da esniyordu:
“Harikalar,” dedi, “bilginler, tam anlamıyla profesörler.”
“Tam üç yıldır eğitiyorum onları.”
“Kasap keçileri” silkindiler, debelendiler ve dişi vaklamaya başladı. Erkekler de sırayla onun sesine karşılık verdiler.
Kaz bağırışları duyuldu: ga… ga… ga…
“Gördünüz mü şunları?” fısıldadı Ağaser, “gördünüz mü, kazların kokusunu seslerin- den önce aldılar.”
Nefesimizi içimize çekip dışarıya bakındık, uykumuz büsbütün kaçmıştı.
***
Tir tir titriyordum, dişlerim birbirine deği- yordu. Ağaser’le Murat amcanın arasına so- kulmuştum. Lamba sönmüştü, gaz ocağı da yanmıyordu, içerisi zifiri karanlıktı. Büzüldüm, gözlerimi sıkı sıkı kapatıp başımı kürkün altına soktum ve nefesimle ısınmaya çalıştım.
Yine rüzgâr çıkmıştı. Gerçi akşamki kadar kuvvetli değildi ama şimdi rüzgâr insanı daha kötü üşütüyordu, soğuk iliğimize işliyordu.
Ay görünmese de gölün yüzeyi aydınlıktı, ka- rartılar görünüyordu. Karartının ikisi çiftti, biri ise tek. Ağaser’i dürttüm: “Ördek! Ördek!” de- dim.
Önce Aslan uyandı, hemen tüfeği kaptı: “Nerede?”
“İşte, bak!” diyerek tek olan karartıyı göster- dim. Aslan’la Ahad tüfeği yüzlerine dayadık- larında Ağaser kulübenin önünü kapattı:
“Durun bakayım, nedir bu. Peki, ya “kasap keçilerinin” biri nerede? O yalnız ördek ölü ördeğe benziyor, görmüyor musunuz, kanat- ları suya batmış.”
Murat amca da uyanmıştı, esneye esneye ge- riniyordu.
Ne kadar dikkatle baksak da “kasap keçileri- nin” üçüncüsünü – erkeği göremedik. Oysa onlar asla birbirlerinden ayrılmazlardı. Sa- hipsiz kalmış dişiler gıdaklaya gıdaklaya o ya- tık ördeğin etrafında dolanıyor, uzaklaşıyor, sonra tekrar geri dönüyorlardı.
Hepimiz dışarıya çıktık. Yalnız ördek yerinden kımıldamadı. Ağaser önce ağır ağır (tüfek yü- zünde) sonra hızlı hızlı (şimdi tüfeği boynuna asmıştı) yürüyordu. İşte, yalnız ördeğin yanı- na vardı, onu aldı, hâlâ kendi dillerinde bir- birlerine bir şeyler söyleyen çift ördeğe baktı, sonra yalnız ördeği göğsüne bastırdı, sonra kendi yüzünü onun göğsüne bastırıp hıçkırdı: “Bunu sana kim yaptı, “doğanım”?”
“Ne olmuş, Ağaser?” koro hâlinde sorduk he- pimiz.
Ağaser susuyordu. Ona doğru yürüdük. Ye- şilbaşların erkeğini bize gösterdi Ağaser. Erkeğin gözleri oyulmuş, tüyleri yolunmuştu, kafası ezikti, karnı delinmişti, bağırsakları sar- kıyordu.
““Doğanımı” ne hâle getirmişler,” hüngür hüngür ağladı Ağaser.
Murat amca iç çekti:
“Ördekler yapmıştır. Belki de kazlar yapmış- tır. İntikam almışlar ondan. Havada parçala- mışlar gibi. Kim bilir, belki de suda çullan- mışlar üzerine. Biz de tatlı uykuda olmuşuz, haberimiz olmamış.”
Ağaser gökyüzüne bakarak haykırdı:
“Alçaklar! Eşkıyalar! Ne zorluklarla eğitmiştim onu! Dişiler korkaklar, tembeller, “doğan” ol- madan zor kalkarlar gökyüzüne.” Tekrar ba- ğırdı: “Alçaklar!” Tüfeğin her iki namlusunu da gökyüzüne boşalttı. Aslan’ın kulübesinin önünde bir küme kaz varmış, bağırışa bağı- rışa havalandılar.
Kulübeye döndük.
Ağaser parçalanmış “doğanı” kulübenin orta- sına yatırdı, ceketini onun üzerine örttü.
Aslan’la Ahad kendi kulübelerine döndüler.
Murat amca yatağını hazırlıyordu – av çanta- sını başının altına koyuyordu, eski, toz kokan yorgana sarılıyordu:
“Eeh, bu dünya yaman dünyadır,” dedi, “kim- senin ahını kimsede bırakmaz. Bazen acısını bu şekilde çıkarırlar, kimilerinin intikamını bizzat düşmanı alır, kiminin cezasını yasalar verir, garibanın öcünü de Allah alır. Bunca kan döküyoruz, bunca günaha batıyoruz, bu ahı bizim yanımıza da bırakmazlar,” doğru- lup bana, Ağaser’e, mevta gibi yatırılmış “ka- sap keçisine” baktı, “bir gün bizden de inti- kam alacaklar.”
Murat amca yattı, yorganın altında büzüldü, görünmez oldu. Horlamayı duymasaydık yor- ganın altında kimsenin olmadığını düşüne- cektik.
Murat amca inliyordu ya da yine uykusunda mı konuşuyordu, anlamadık. Birden nedense korktum, Murat amcanın can çekiştiğini san- dım.
“Murat amca, Murat amca!” dedim. Ondan bir ses gelmeyince mazlum mazlum Ağaser’e baktım. Ağaser çok sakin, ilgisiz, biraz da si- nirli:
“Uyuyor… Dünya umurunda değil,” dedi.
Kulübede duramıyordum, boğuluyordum, hemen dışarıya çıktım. Dışarıda hava soğuk- tu, yüzümü yalıyordu lakin bu soğuk ve ayazlı hava bana keyif veriyordu: Bu soğuk, ayazlı havada yürümek, ayaklarımın gidebildiği ka- dar dolaşmak, buralardan uzaklaşmak istiyor- dum.
Önce kazlar bağırıştı, sonra başımın üzerinde bir küme yeşilbaşlı göründü. Bizim “kasap ke- çileri” gökyüzüne havalanacaklarına kendile- rini sazlığa attılar.