İntikam


 01 Ekim 2025


Arkadaşı Latife’ye güzel bir haber vereceğini söyleyerek müjdesini istedi. Onun haberi duyduğunda mutlu olması gerekirdi. Çünkü, bu durumun gerçekleşmesini isteyerek Tanrı'ya kaç defa yakarıp dua etti. ‘Dualarım Tanrı’ya ulaşır mı, dileğime kavuşamadan ölüp gider miyim?’ diye endişelendiği zamanları da oldu. Sonunda ahları Tanrı'ya ulaşmıştı. Bu durum gerçekleşirse eğer içimde hiçbir ukde kalmaz, mutluluğum dünyalara sığmaz diye düşünürdü hep. Peki, iyi haberi duyunca neden sevinemedi? Vücudunu neden pişmanlık ağı sarmaya başladı? Gönlüne ferahlık vermesi gereken haberi getiren arkadaşına neden bir cevap vermeyip susup kaldı? Onun bu halinin sebebini ne müjde vermek için arayan arkadaşı ne de kendisi bilmiyordu. 

“Latife, duyuyor musun?” diye sordu arkadaşı, telefonun ahizesini tozdan temizlemek istercesine birkaç kez kuvvetlice üfledi. “Duyuyorum.” dedi Latife cılız bir sesle. 

“Eski kocan elden ayaktan düşmüş, felç vurmuş. Dili de dönmüyormuş. Karısı eve almayıp, hastaneden beri doğruca huzurevine götürüp bırakmış. Tövbe estağfurullah! Otuz beş yaşındaki bir genci bile huzurevine alıyorlarmış, öyle mi? Duyuyor musun?” Latife duyuyordu, ama arkadaşının sözlerini doğru dürüst anlayamıyordu. Ahizeyi yavaşça yerine astı. Parmaklarının titrediğini kendisi fark edemiyordu ama pencereye arkasını dönerek oturan Masume fark etti. Karşısında oturan ve Latife’ye sık sık gizlice bakan Sadıkcan da fark etti. Latife heykel gibi öylece durup kalmıştı. Kendisine yöneltilen bakışları fark etmiyordu. Pek derin düşüncelere daldığı da söylenemezdi. O, hiçbir şey düşünemiyor, daha çok başı uğultu içerisinde boşalmış gibiydi. Sadıkcan, ‘Durumunu sorup öğrenseniz ya?’ der gibi Masume’ye dikilip baktı. Masume bu bakışın altında yatan amacı anlasa da, anlamamazlıktan gelerek yerine oturdu. O böyle vurdumduymaz olduğu için mi şişmanlamış, yoksa şişmanladıktan sonra mı vurdumduymaz olmuş - bunu ancak Tanrı bilir-  her hâlükârda hiçbir işte acele etmezdi. İşte bu âdeti bazen gülüşmelere sebep olur, bazen ise iş arkadaşlarını sinirden çatlatacak gibi olurdu. Sadıkcan şimdi bu durumdaydı. Boğazını temizleyip tekrar ona baktı. Masume kâğıtlarını karıştırıp bir şeyler aradı. Ancak ondan sonra Latife’ye döndü, “Latife, geçen ayın raporu sizde var mı? Kahrolası şeyi nereye koyduğumu bir türlü bulamıyorum.” Bu soru Latife’yi sersemlikten kurtardı. Fakat Masume’nin sözlerini hemen anlayamadı. Masume ise onun durumunu fark etmemiş gibi konuşmaya devam etti, “Bugün müdürümüz solundan kalkmış galiba, sabahtan beri homurdanıp duruyor. Geçen ayın raporunu tekrar gözden geçirin, diyor. Bir kopyasını size vermemiş miydim?” 

Latife şimdi de şaşkın şaşkın bakıyordu, sabah da aynı şeyi sormuştu. “Aklını mı yitirmiş, ne oluyor buna?” diye düşündü ve kısaca, “Hayır” dedi. Masume Sadıkcan’a baktı. Onun umursamaz bakan gözlerinden ‘Anlayışın yok mu senin dışarı çıksana!’ demeye çalıştığını anlayan Sadıkcan, eline rastgele bir kâğıt parçasını alıp yerinden kalktı. O çıktıktan sonra Masume, Latife’yi sorguya çekti, “Bir şeyin yok değil mi Latife? Umarım kötü bir haber almamışsındır?” Latife ona aniden hışımla baktı. 

“Bu vurdumduymaz nasıl oldu da anladı? Bir anda bu kadar mı değiştim?”

“Bir şey yok, arkadaşım biraz telaşlıydı. Bir tanıdığı hastaymış da o sebepten.”

“Anladım, hayat bu; insan bir hasta olur, bir iyileşir. Çaydanlığın fişini tak, çay içme vakti geldi.”

Elektrik prizi, kitaplığın arkasında, Latife’nin hemen yanındaydı. Bu sebeple odada çaycılık görevini her zaman teşekkür beklemeden yerine getirse de bu sefer yapmak ona ağır geldi. Çaydanlığı prize takıp yerinden kalktı ve koridora çıktı. Masume ise onun ardından uzunca süre baktı. Koridordaki pencerenin önünde Sadıkcan, katladığı kâğıdı elinde tutmuş öylece duruyordu. Latife’nin çıkacağını beklemediği için ne diyeceğini bilemedi, telaşlandı. Sadıkcan ile Latife yaşıttı, üniversiteyi birlikte okumuşlardı. Öğrencilik yıllarından beri birbirlerine karşı ilgileri vardı, ancak kaderin cilvesi mi diyelim ne diyelim hayat yollarını ayrı düşürdü. Birbirlerini seviyorlardı. Ancak bu sevgi, anne ve babalarının isteğine karşı isyan edebilecek bir kudrete, daha doğrusu aşk mertebesine ulaşmamıştı. Ardı ardına yaptıkları düğünlerinden sonra özellikle evliliklerinde birtakım tatsızlıklar ortaya çıktığı zamanlarda birbirlerini özlerlerdi. Ancak bu özlem kelebek ömrü kadar bile uzun sürmezdi. İkisi de birbiriyle olan münasebetlerini çok düşünürlerdi, ‘Onu sevdiğim halde neden her şeyden aniden vazgeçip onunla birlikte olmuyorum?’ gibi çok da karmaşık olmayan bu soruya nedense on yıldır bir cevap bulamamışlardı. Gençlik duyguları yavaş yavaş sönüp, hayat adındaki ağacın acı meyvelerinden yana doyduktan sonra bu sorunun düğümü çözülmeye başladı. Aralarındaki bağın yatağa götüren bir aşk değil, hayatın dikenli yollarında birbirlerine destek veren derin bir sevgi olduğunu anlarlar. O vakte kadar ise hisselerinin ne olduğunu bilmediklerinden acı çekerler, etraftakiler ise onların ilişkilerini farklı şekillerde yorumlarlardı. Latife kocasıyla ayrıldıktan sonra Sadıkcan onu bir iki kez sinemaya davet etti. Latife on üç yaşında bir kız çocuğu değil ki bu tekliflerin altında yatan gerçeği bilmesin. Önce lafı şakaya vurdu. Teklif tekrarlanınca, ‘Siz beni koca arayan ahlaksız bir kadın olarak mı görüyorsunuz?’ diye açıkça söyledi. Sadıkcan bu sözleri duyduğunda şaşırıp kaldı. Niyetinin iyi olduğunu söyleyerek kendini aklamaya çalıştı. Bu çok fazla olmuştu artık. Çünkü kadının cevabı da teklife yaraşır şekilde olmuştu. Sadıkcan bu olaydan sonra kendini geri çekti. Ama kendine, ‘Tam tersini yap, bu güzeller güzelinin kocası yok; kendisi de genç, kocasız zorlanır. Sana o lafı bir kez söyleyip geçti. Ona bakıp dur, gözlerini ondan ayırma. Gözlerinle onu kendine bağla!’ diye vesvese veren şeytanı kovamıyordu. Bazen ise düşüncelere dalardı, ‘Bunca zamandan beri kocasız gezmeye alıştı mı, yoksa gizlice biriyle mi flört ediyor?’ Bu düşünce aklına geldiği anda boğazına bir öfke ateşi otururdu. Hayalindeki bunları yapan belirsiz sevgiliyi boğup öldürmek istiyordu. Kendince ‘O alçak kim olabilir?’ diyerek tanıdıklarını teker teker gözünün önüne getirir. Latife’nin gülümseyerek konuştuğu erkeklere şüpheyle izlerdi. Kısacası Latife kocasından ayrıldıktan sonra kaç yıl geçmişse Sadıkcan da o kadar yıl bu hâlde, yanıp tutuşurdu. Şimdi koridorda dururken bile aklı onun olduğu yöne kaydı. Latife’yle konuşamamasının sebebi de aslında buydu. Latife onun neden dışarıda durduğunu bilse de bilmezlikten geldi. “Çay koydum.” dedi sakin bir sesle.

“Kötü bir haber mi duydunuz?” diye sordu Sadıkcan. Onun gözlerinin içine dik dik bakarak. ‘Kötü haber miydi?’ diye kendi kendine sordu Latife. ‘Gerçekten bu neydi benim için? Kötü bir konuşma mı, yoksa iyi bir haber mi? Neden başka biri gibi davranıyorum. Değiştiğimi bunlar da hissetmiş.’

“Neden kötü haber olsun ki? Alelade bir konuşma.” dedi Latife, huzurlu bir tona geçerek. “Birden garip oldunuz?” 

“Başım ağrıyor. Bugün manyetik fırtına günü değil miydi? Ben gideyim, çaya siz bakarsınız artık.” Latife böyle diyerek içeri girdi, masasının üstünü toplamaya bile sabredemeden Masume’yle vedalaştı ve çantasını alıp çıktı.

Odaya geri dönen Sadıkcan’ı Masume’nin uzun bakışları karşıladı. Latife odağını değiştirmek için biraz yürümek istedi. Alışveriş yapma gibi bir niyeti olmasa da yol üzerindeki dükkânlara girip çıktı. Yan yana yürüyen bir karı kocayı gördüğünde gözlerinin önüne eski kocası geliyor ve kalbi sıkışıyordu. Böyle tatsız bir hâlden kurtulmanın tek çaresi eve gitmekti. Komşu apartmanlara göre daha güzel yapılmış, çocukluğunun geçtiği saadet hayalleriyle ve ‘yar yar’ türküsüyle ayrıldığı sonra iki oğluyla geri döndüğü ev; o anda gözüne sevimsiz göründü. Erkek kardeşi, ablasının kocasının haramla iç içe biri olduğunu öğrenince ve onu rezil bir vaziyette kendi gözleriyle görünce Latife'yi hemen alıp getirmişti. Latife’nin büyük oğlu yeni emeklemeye başlamıştı. Küçük oğlu ise yeni doğmuş ve hastaneden taburcu olma günüydü. Enişte olacak Talip onları orada uzun süre bekletti. Gelmeyince, erkek kardeşi ve yengesi Latife’yi evine götürdüler. Götürdüler ama Talip’in eğlence sofrasıyla karşılaştılar. Latife kapı eşiğinden içeri adım atmadı. Ayrıldıkları zaman mahkeme üç odalı evin iki odasını ona verdiğinde bile hakkından feragat etti. Daha doğrusu, abisi almasına izin vermedi. ‘Uğursuz evini başına çalsın’ dedi. İşte o zamandan beri Latife bu evde yaşıyor. 

Latife’nin oğulları dayılarına ‘akdede’ diyordu. Latife’nin şansına ‘Babamız nerede?’ diye sormuyorlardı. 

“Babalarından almaları gereken sevgiyi dayılarından aldıkları için sormuyorlardı herhalde.”

“Bazen Latife ‘Neden sormuyorlar ki?’ diye öfkelenirdi. Şimdi olmasa bile daha sonra kendisine gelip soracaklarını biliyordu. Yıllar geçtikten sonra sorduklarında ne cevap verecekti? ‘Baban çapkındı, bozguncu bir adamdı, bu yüzden ayrıldık’ mı diyecekti?”

Latife gelecekte yaşanacak bu sahneden korkuyor. Evlat, anne babasının yaptıklarına er ya da geç hüküm verir. Bu hüküm nasıl olacak? Kim suçlu bulunacak? Karı koca ayrılır gider. Biri başkasıyla evlenir, diğeri başkasıyla bir yuva kurar. Çocuk ise kendi kendine büyür gider. Çocuk büyüyüp ne olursa olsun karar verir. Tanrı kendi cezasını işte bu çocuğun kararına saklar. Latife bu cezadan korkardı. Korkması için ise bir sebep vardı. Onların ofisinde Zebi Nine adında bir temizlikçi vardı. Dışarıdan gören bir kişi süpürgeyi taşıyamaz düşer bu diye düşünürdü. Zebi Nine, karnı aç olduğu için değil evden uzaklaşmak -insanlar arasında olmak- için çalışırdı. Diğer temizlikçiler işlerini erken bitirip giderlerdi. Zebi Nine ise akşama kadar ofiste kalırdı. Bir gün Zebi Nine, Latife’ye içini dökmüştü. İlk kocası, ülkede ‘kulaklara’ (zengin köylüler) karşı mücadele başladığında çocuklarım benimle birlikte perişan olmasın diye karısına talak (boşanma) belgesi vermişti. Zebi Nine o zaman iki oğluyla kalakalmıştı. Kocası kayıplara karıştı. Öldü mü yoksa yeni bir aile mi kurdu, kimse bilmiyordu. Bu arada kıtlık başladı. Zebi Nine iki yavrusunun karnını doyuramıyordu. Açlıktan ölmesinler diye onları yetimhaneye verdi. Sonra merhametli bir adamla evlenince oğullarını yetimhaneden geri aldı. İkinci kocası çocuklarına üvey babalık yapmadı. Savaşa gidene kadar onlara iyi baktı. Kader işte. O da savaşta bir iz bırakmadan kayboldu. Zebi Nine de başka bir evlilik yapmadı. Ancak ‘sen bizi yetimhaneye verdin’ damgası bir ömür yüzüne vuruldu. Bu damga bugüne kadar silinmedi. Oğulları torun sahibi olsalar da, annelerini affetmediler. Zebi Nine’nin torunları da ona karşı sevgisiz büyüdüler.

Nine bu yüzden kahroluyordu. Dert yanardı, ama oğullarını suçlamazdı. Bütün suçu kendine yüklerdi. ‘O zaman aptallık etmiştim. Çocuklarımın rızkını Allah verirdi!’ diye kendine lanet okurdu. Zebi Nine gücünü tamamen yitirince, ofis çalışanları istişare ederek onu huzurevine yerleştirdi. Nine’nin oğulları ise bu duruma engel olmadılar.

Geçen yıl Zebi Nine vefat ettiğinde onu iş arkadaşları defnetti. Oğullarına haber vermeyi uygun görmediler. Latife, Zebi Nine'yi sık sık hatırlar. Hatırladığında kalbi bir tuhaf olur. Arkadaşı, “Böylece yaşayıp gidecek misin? Kardeşin bakmazsa eğer oğullarını çocuk esirgeme kurumuna bırakıp başka bir kocaya git!” dediğinde canı bedeninden ayrılıyormuş gibi oldu. Birkaç gün yürüse de dursa da Zebi Nine’nin kederli bakışları onu bırakmadı. Gerçekten de sanki çocuklarını yetimhaneye vermiş gibi oğulları içli içli ağlıyormuş gibi geliyordu ona. Rüyalarına Zebi Nine girip, “Ben sana derdimi niçin anlatmıştım? Benim kaderimden ibret almadın mı yoksa?” diye sorguya çekerdi. Şimdi evinin eşiğine adımını atarken nedense yine o durumu hatırladı. Kapı açıktı ama avluda kimse yoktu. Latife avlunun ucundaki verandaya doğru yürüdü. Kocasıyla ayrıldıktan sonra annemle babamın ömürlerinin geçtiği yer diyerek bu evde yaşama isteğini belirtmişti. Eşikten içeri adımını atar atmaz biraz olsun hafiflediğini hissetti. Kıyafetlerini değiştirmeden, yüklüğün dibine serilmiş mindere uzandı. 

‘Bana ne oldu böyle?’ diye düşündü. ‘Ona acıdım mı? O kim benim için?’ Serserilik yaparak gezerken sonunda bu kaderi bulmuş. ‘Daha beter olmasın mı? Neden tuhaf oldum ben böyle?’ Latife bu sorunun cevabını iyi biliyordu. Bilse de dile getirmek bir yana aklına bile getirmek istemiyordu.

İkinci oğluna hamile olduğu günlerde kocasıyla tartıştığında ve ‘Evime giderim’ diye tehdit ettiğinde Talip, “Gidersen git” diyerek kolayca cevap vermişti. Latife büyük oğlunu da alıp evine geldi. Kocasını orada iki gün bekledi. Küstüğünü erkek kardeşinden gizledi. ‘Enişteniz seyahatte’ diye yalan söyledi. Üçüncü gün evine gittiğinde Talip’in biriyle gülüşüp oturduğunu gördü.

“Kendin gittin, ne yani ben emekli bir ihtiyar mıyım öylece oturacağım?” diyerek suçu Latife’nin üzerine attı. Latife, acısını ancak ağlayarak çıkarabildi. Derdini soğuk duvarlara anlattı. Evini ateşe vermek istedi. Biraz sakinleştikten sonra, yattıkları yatağı topladı. Elleri pisliğe değmiş gibi irkildi. Bu yorganı rahmetli annesi onun için kendi elleriyle dikmişti. Bunun kirlenmesine asla dayanamadı. Gecenin yarısında yorganı, çarşafı, yastıkları alıp dört katlı evin eteğindeki çöp kutusuna götürüp yaktı. Sanki ateş bütün pislikleri yakıp kül etmiş gibiydi. Ne yazık ki buna ateşin bile gücü yetmiyordu. İşte o zaman gönlünde bir acı volkanı patlamıştı. İşte ilk kez o zaman Tanrı’ya yalvarmıştı, “Ey Allah'ım, haramdan utanmayan bu belanın ellerini ayaklarını felç et. İşte o zaman ben de bir erkek getirip onun tam da gözünün önünde günahlara batayım. Bu günahım için daha sonra nasıl bir ceza verirsen ver, razıyım!” demişti. İçi yanarak aklına gelen bu haykırışı hatırladığında bazen kendinden utanıyor, bazen ise nefret ediyordu. ‘O alçaklık ediyorsa, ben de mi onun gibi olayım?’ diye düşünüyordu. Ancak bu intikam yakarışından da tamamen vazgeçmek istemiyordu. İşte, sonunda o felç kalmış. Şimdi ne yapacak? Yeminini yerine getirecek mi? Bu düşünce aklına geldiğinde sanki vücudu kirlenmiş gibi oldu. Tıpkı o yorganı toplarken irkildiği gibi kendinden irkildi. Doğrulup oturdu, kulakları çınladı. İki şakağına ellerini bastırıp gözlerini kapattı. 

“Latifeciğim sana ne oldu böyle?” 

Sesi duyar duymaz kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. Gözlerini aniden açıp pencereye dayalı karyolaya baktı. Annesi vefat edene kadar orada yatmıştı. Bu karyola şimdi Latife’nin yatağıydı. Annesi onu severken ‘Latifeciğim’ derdi. Latife baba evine döndüğünden beri annesiyle sık sık konuşur. Hayali olan bu sohbetler bazen sabaha kadar devam ederdi. Bu sohbetin içeriği sadece kendisi ve Tanrı bilirdi. Bazen büyük oğlu uyandığında kendisi yerde oturup başını karyoladaki yastığa koymuş olan annesine şaşkınlıkla bakıp dururdu.

Bir iki defa çekinerek ‘anneciğim’ diye çağırdığında Latife cevap vermeyince, ‘Böyle oturup uyumayı seviyor galiba’ gibi bir sonuca varıp önemsemezdi. 

“Latifeciğim sana ne oldu böyle?” Latife istemsizce karyolaya yanaştı. Başını yastığa usulca koydu, tıpkı annesinin yüzüne yüzünü koyarmış gibi oldu. Pencere aralığından vuran rüzgar saçlarına değdi. Tıpkı annesi saçlarını okşuyormuş gibi oldu. “Ne olduğunu ben de bilmiyorum. Ona beddua etmiştim, tutmuş. Felç kalmış.” Latife bunları fısıldadı ve sustu. “Yüreğinden geçeni söylemiyorsun?”

“Yüreğimdeki, ben yemin ettim sen de biliyorsun. Şimdi intikam almam gerekiyor.” 

“Kısas Allah’tandır! Al kasasül minel Hak! Allah zaten onu cezalandırmış, değil mi? Bu ona yeter.”’

“Hayır, yetmez anneciğim. Şimdi onun bedeni acı içinde. Peki ya ruhu? Yaptıklarından pişmanlık duyuyor mu? Duymuyor. Onun tövbe etmeye aklı ermez. Aklı erseydi çocuklarının doğduğu eve o pislikleri getirmezdi. Ben onun ruhuna hançer saplamalıyım. Anneciğim, çok sıkıntıdayım. Eğer böyle yapmazsam, ya deliririm ya da kalbim sıkışır ölürüm.”

“Ne yapmayı düşünüyorsun?” 

“Onun yanına gideceğim.” 

“Sonra?”

“Sadıkcan ile birlikte gideceğim. O beni seviyor. Ne desem onu yapar.’’

“Sadıkcan’ın yuvasını yıkmak mı istiyorsun? Kendi yetimlerin yetmiyor mu? Hayır, evladım, benim huzur içinde yatmamı istiyorsan yapma.” 

“Ailesini yıkmayacağım. Sadece bir defa. Sonra işten ayrılırım. Onunla bir daha hiç görüşmem. Sadıkcan’la birlikte olduğumu o görsün. Acıdan yansın, kavrulsun. Görürken ölüp kalsa bile olur. Anneciğim, bunu sadece üç kişi biliyor; ben, Sadıkcan ve o.” 

“Allah peki?” 

“Allah yalvarışımı yerine getirdi, benim için onu bu hale getirdi, şimdi bu yaptığımı da affeder.” 

“Affetmez, evladım! Affetmez.” 

“Canım annem, yolumu kesme. Hayatımda bir kez olsun kendim için intikam alayım.” 

Anne cevap vermedi. Derin bir iç çekti. Latife’nin gözüne tepesinde kara bulutlar toplanıyormuş gibi geldi. Bulut onu yavaşça içine çekmeye başladı. Hemen şimdi ‘Sadıkcan’ı arayacağım. Huzurevine doğru gitsin. Sonra birlikte yanına gireriz.’ diye düşündü. Bulut onu girdabına alıyordu, sarıyordu... Hemen şimdi aramazsa yemininden dönebilirdi. İşi rast gitti, telefonu Sadıkcan açtı. “Hemen şimdi huzurevine gelebilir misiniz?” diye sordu. Sadıkcan 

“Peki” dedi. ‘Neden?’ diye nazlanmadı. Onun bu özelliği iyiydi. Latife ne dese hemen kabul ederdi. Latife kolsuz ipek elbisesini giydi. Dudaklarını boyadı. Gözlerine sürme çekti. Nadir kullandığı keskin kokulu parfümden sıktı. Kendini hafif meşrep bir kadın görünümüne sokmaya çalıştı. Aynaya bakarak kendinden nefret etti. Sonra, ‘Böyle olması iyi. O da beni görüp nefret etsin, yansın, kavrulsun!’ diye kendi kendine teselli verdi. Sadıkcan onu tanıyamamış şaşkın halde karşıladı. “Bana hiçbir şey sormayın lütfen. Bana yardım edin. Daha sonra bana söz verin, hayır yemin edin; bugünü hemen unutacaksınız. Tıpkı bir rüya görmüş gibi olacaksınız.”

“Biraz olsun açıklayın.” 

“Açıklayamam. Ben ne dersem onu yapacaksınız. Biz, karı koca gibi olmalıyız... Sadece bir kişi buna şahit olacak.” 

“Anlamadım?”

“Anlamasanız bile sebebini sormayın. Yine de soracaksanız eğer gidin o zaman...” Sadıkcan ‘Ne yapayım’ dercesine omuz silkti. Latife onu kolundan tutup huzurevine götürdü. Talip’i hemen buldular. Tek kişilik odadaydı tam da istedikleri gibiydi. Başucunun kalkık olduğu karyolada Talip tavana bakıyordu. Kapının gıcırtısını mı duydu yoksa Latife’den yayılan parfüm kokusu mu burnuna geldiyse başını çevirip bakmaya çalıştı. Latife Sadıkcan’ın elini tutarak Talip’in karşısına geçti. Onları görünce Talip’in gözleri seğirdi.

Sonra kirpiklerinden yaşlar süzüldü. Bir şeyler söylemek istedi ama dili dönmedi. Latife ona acıdı. İntikamdan vazgeçip çıkmak istedi. Ama içinde bir güç onu durdurdu. Talip’e bakıp dururken başını Sadıkcan’nın omzuna yasladı. Sonra onu çenesinden usulca öptü ve, “Bana sarıl.” diye fısıldadı. Sadıkcan ona sarılmak için uzun zamandır hevesli olsa da bu emri hemen yerine getirmeye cesaret edemedi. Bunu hisseden Latife ‘Oyunu bozmasa bari’ düşüncesiyle onun koynuna girip dudağına dudaklarını bastırdı. Talip böğürmeye benzer bir ses çıkardı. Latife çantasından mendilini çıkarıp, Sadıkcan’ın rujdan kırmızıya boyanmış dudağını sildi. Talip boğazlanan bir boğa gibi böğürmeye başladı. İşte bu böğürme, Latife’yi saran kara bulutları dağıttı. Latife sersemlemiş bir hâlde başını kaldırdı, komşu avluda aç kalmış bir boğa böğürdü. 

“Uyudum mu? Rüya mı gördüm?” diye şaşırdı Latife. Sonra yerinden kalkıp istemsizce telefonun yanına geldi. Parmaklar tanıdık numaraları çevirdi. Telefonda Masume’nin ‘alo’ diyen kaygısız sesi duyuldu. Latife telefonu yerine koyup iç çekti. Akşam yemeğinde erkek kardeşi ona sorgulayan gözlerle baktı. Çocuklar televizyon izlemek için salona geçince, “Sana ne oldu?” diye sordu. Latife saklamadı, Talip’e ne olduğunu anlattı. 

“Beter olsun!” dedi abisi. “Huzurevinden bile atmak lazım onu. Çöplüklerde yatıp, köpek gibi perişan olarak ölüp gitmeleri lazım böylelerinin!” 

“Ay, yapma.” dedi yengesi. 

“Kimseye böyle bir ölüm dileme. O da Allah'ın bir gariban kulu.”

“Sen konuşma! Böyle bir kula bin lanet olsun!”

Erkek kardeşi böyle dedi ve öfkelenerek yerinden kalkıp gitti. Latife de yerinden kalkıp odasına gitti. Ardından kardeşi geldi. Yengesinin kısa bir edep dersi vermiş olmasından mı, nedir abisinin hiddeti bir nebze dinmişti. 

“Istırap çektiğine göre onu görmeye gitmeyi düşünüyorsun. Kendini frenle. Sana tavsiyem, gitme. Bundan sonra ne çekeceği varsa çeksin. Ne ekmişse onu biçsin.” 

Latife o gece uyuyamadı. Sanki büyük bir ateşin sönmemiş közleri üzerinde yalın ayak koşturuyor gibiydi. Sabah çocuklarını kreşe kardeşi götürdü. Sonra yengesi kapıyı aralık bırakarak içeri baktı, “Latife ben gidiyorum, diyeceğin bir şey var mı?” Yengesi Latife’ye karşı çok sevecen olsa da böyle bir şey anlatma âdeti yoktu. Latife o an onu daha da çok sevdi. ‘‘Keşke, gidip gelebilsem. Ne olursa olsun o çocukların babası...” 

“Peki, gidin. Sonra içinizde ukde kalmasın.”

“Birlikte gidelim lütfen.” dedi Latife yalvaran bir ses tonuyla. Yengesi kabul etti. Kayınvalidesinin huyunu iyi bildiği için de işe gitmeden önce evine uğramıştı. İkisi birlikte huzurevine gitti ve orada sinirleri çok bozulduğundan yüzleri kırış kırış olmuş, elli beş yaşlarında bir yöneticiyle karşılaştılar. 

“Onun kimsesi yok demişlerdi bana.” dedi yönetici gergin bir tavırla.

“Evet, öyle sayılır.” dedi yengesi. 

“Öyle sayılır ne demek?”

“Demek istediğim akrabalarıyla bütün bağlarını koparmış.”

“Peki siz kimsiniz o zaman?”

“Bu benim kız kardeşim, onun ilk karısı olur.” Yönetici ‘hımm’ diye bir ses çıkarıp Latife’ye çatık kaşlarla baktı. 

“Terk edip gittikten sonra şimdi mi aklına geldi?” Bu söz, Latife’nin başına balyoz gibi indi, gözlerinin önü karardı. İyi ki yengesiyle birlikte gelmişti, yoksa hali ne olurdu bilinmezdi. 

“Bu ne demek, biraz düşünerek konuşun. Kimin kimi terk ettiğini önce bir öğrenin.”

“Hiç mi insanlık nedir bilmezsiniz siz?” Yönetici elini masaya vurdu. “Pekala, gidebilirsiniz. On yedinci odada. Götürmek isterseniz yine bana uğrarsınız.” Odadan çıkarken yengesi arkasına döndü, “Teşekkürler, güle güle, sizinle görüşecek başka bir işimiz yok.” 

“Siz bir dakika kalın, size söyleyeceklerim var.” diyerek onu durdurdu. 

Latife uzaklaştıktan sonra yönetici yerinden kalkıp yengesine yaklaştı ve alçak sesle şöyle dedi, “Onu alıp götürmeniz iyi olur. Doktor fazla yaşamayacağını söylüyor.”

Yengesi ona cevap vermedi. Latife de ‘Yönetici ne dedi?’ diye sormadı. Latife huzurevine üç ay boyunca gidip geldi. Sonra siyahları giyindi.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 226. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 226. Sayı