HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HİDAYET ORUÇOV 2
HUDAYBERDİ HALLI 3
Osman Çeviksoy 4
KEMAL BOZOK 5
İdris Özler 6
UFUK TUZMAN 7
- Şiiişt!.. Sessiz ol...
- Kim?
- Komşumuz... Görmesin... Şiiişt! Sessiz yürü... Ayak ucuyla. Öksürme! Al çorabını... Yataktan yavaş kalk. Gıcırdıyor... Gıcırdatma!.. Şiiişt!.. Yavaş yürü. Ayak ucuyla...
- Komşun mu?..
- Evet. Öksürme diyorum ya! Görür. Kalktın mı?.. Ver elini. Arkamdan yavaş yürü. Dikkat et, şifonyer... Çarpma!..
- Çorabımı...
- Hâlâ giymedin mi? Giy.
- Karanlıkta hiçbir şey görünmüyor... Giydim. Nereye yürüyeyim?
- Ver elini. Evet... Şöyle yürü. Sola... Şifonyere dikkat et. Çarpma. Evet... yavaş...
- Ya ayakkabım?.. Hani?.. Nereye koymuştun?
- Burada. Şöyle yürüsene... Evet, işte ayağıma çarptı. Şiiiişt!.. Buldun mu?
- Buldum. Birisinin bağı yok galiba. Düşmüş mü? Işığı açsana. Görünmüyor...
- Hayır! Açma! Görebilir.
- Hah, buldum işte!..
- Kapısını açıyor. Girip uzaklaşsın...
- Delikten bakayım mı?..
- Bak... Dikkat, kapının dibinde çöp kutusu var. Ayağınla çarpma.
- Of! Az kaldı çarpıyordum.
- Baksana!.. Ne yapıyor?..
- Kapıyı...
- Bir saatte mi açıyor? Hantal! Açamadı bir türlü şu kapıyı...
- Anahtarı uymuyor...
- Ah! Hatırımdan çıkmış! Karısı anahtarı bana bırakmıştı. “Eşim geldiği zaman ver!” diye. Şimdi ne yapacağım? Yandık!.. Keşke zili çaldığı zaman açsaydım. Sen işte... Sen olmasaydın...
- Nereden bilecektim ki ben bunu?
- Ben de kim diye merak etmemişim... Duruyor mu?..
- Duruyor... Tükürdü. Saatine baktı. Yine baktı...
- Elinde bir şey var mıymış? Yok mu?
- Şimdi... Şimdi... Kayboldu. A! işte, işte görünmeye başladı... Ayağı... Yağmurluğu... Kendisi... Of! Suratına bak! Sanki yargıç gibi. Nerede çalışıyor bu? Büyük birisi mi?.. Elinde siyah diplomat çantası var... Buraya bakıyor...
- Şiiişt! Kapa çeneni! Duymasın.
- Ne iş yapıyor bu?.. ‘Büyük patron’ gibi bir görünüşü var. Sanki Gogol’un belediye başkanı!
- Yardımcı doçent doktor... Akademide çalışıyor. Filozof! Tez çalışmasının adı “Aile Hayatının Ahlakı”
- Vay vayy! Sıradan birisine benzemiyor. Kursağı da kafası da kazan gibi. Kocaman! Alnı sanki Sokrates’in. Bir daha tükürdü!.. Bu ne ya, deve mi?.. Devamlı tükürüyor...
- Sakin, duyar. Kulağı delik. Üstelik de uzun.
- Okulda iyi okumuş olsa gerek. Öğretmenlerine yalakalık yaparak...
- Sessiz ol, duyar. Baksana, gerçekten uzun muymuş?..
- Kulağı görünmüyor ki. Şapkası...
- Şapkasını bilerek sıkı giyer. Utanıyor olmalı, zavallı yardımcı doçent. Bize geldiği zaman da şapkasını hiç çıkarmaz...
- Sana da geliyor mu?..
- Ara sıra... Eşi nöbetçi olduğu günler. Kadını varken asla gelmez. Ondan müthiş korkar. Aşırı kıskanç... Karısı da öyle. Benden kocasını o kadar kıskanır ki. Ezilmiş limon gibi bunu pişirip yer miyim acaba, diye bakar bana… Gittiğinde hemen çıkacaksın değil mi?
- Evet...
- Ne zaman geleceksin? Özlerim... Gelecek misin? Yoksa yine mi kaybolacaksın?
- Gelirim. Gelmeyip de ne yaparım. Seni nasıl özleteyim?
- Gerçekten mi?
- Gerçek...
- Gerçekse öp. Bir daha... Altı defa. Evet, bir, i-ki, üü-ç, evet... Küstüm!.. Üçüncüsünü de iyi öpsen olmaz mıydı sanki? Evet, böyle! Dört, beş, altı. Afe-rin!
- Şimdi sen. Bir, iki, altı, on, otuz! Ah! Yeter! Karıma da bir şey kalsın. Canım...
- Söylesene?.. Sen benim neyimsin?..
- Ben mi?.. Ben senin... Ne desem? Tek kelimeyle sevgilinim.
- Sen mi?
- Evet, ben... Bu ben...
- Sen benim aşığımsın. Bu bir... Bir.
- Arzuladığımsın. İki...
- En önemlisi! Oy-na-şım-sın... Bildin mi?
- Bu kadar mı?
- Bu kadar. Kısa ve vecizeli! Sen varken bunu ne yapacağım? Bunun iki sözünden biri: “Gogol şöyle demiş, Feuerbach böyle demiş, Eflatun şöyle demiş... ”O, hep böyle. Siz ne diyorsunuz diye soracak olsam “Benimki sübjektif, şahsi fikir” diye kibirlenir... Hâlâ duruyor mu?.. Baksana, zavallı yardımcı doçente...
- Duruyor yardımcı doçentin... Bir daha tükürdü! Tez konusu ahlak üzerine. Tükürüşüne bak! Benzin içmiş gibi. Sanki Bağdat devesi!.. Hah… Şimdi cebine elini soktu. Bir şey arıyor. Mendilini çıkardı. Haa! Şimdi hapşıracak... Dedim ya... Evet... Ha! Oh! Hapşırdı... Mendil dolusu hapşırdı... Şifalar olsun! Ta-maam... Şimdi kapının deliğinden içeriyi seyrediyor...
- Hani, bende bakayım, şöyle dur. Hi-hi-hihi... Zavallım! Eğildiği zaman boynu ensesine yapışıyor. Eşim birisiyle evde yatıyor olsa gerek diye düşünüyor olmalı. Bir daha baktı... Zavallım!.. Kıskancım!.. Yardımcı doçentim!.. Hi-hi-hi... Oh! Şapkası başından kayarak düştü. Baksana, dışarı fırlamış kulakları göründü, baksana!..
- Hani bakayım. Oof! Yakalayamadım, hemen giymiş. Şapkası başında... Bizim konuşmamızdan dışarı fırlamış kulakları çınlamış olmalı.
- Çınlasın. Bana kalırsa patlasın gitsin. Benim evime kim gelir, kim gider. Hepsini kaydediyor. Benim kadro dışı bekçim oldu... Saat kaç oldu acaba?.. Geciktin sen. Bu artık sabaha kadar duracak...
- Saat mi?.. Görünmüyor ama. Şimdi... Işığı açalım mı?
- Açma! Görebilir. Kibritin var ya. Onu yak...
- Saat mi? On ikiye on var...
- Ooh! Gece yarısı. Gecikmedin mi? Karına ne diyeceksin? Nerede geziyordun derse? Hangi yalanı söyleyeceksin?.. Otobüsler de çalışmıyor artık. Asanbay’a[1] nasıl ulaşacaksın? Üstelik bugün cumartesi. Otobüsler akşam saat ona kadar çalışıyor...
- Merak etme. Arkadaşım Baratpay’ın doğum gününü kutladık derim. Eve taksiyle giderim... Her şeyden çok şu yardımcı doçentin çorba yaptı işi. Hâlâ delikten seyrediyor.
- Kıskanç dedim ya. Erkeklerin beter kıskanç olanlarından. Karısı içeriden kilitlemiş diye düşünüyor olmalı. Arkadaşın Baratpay’a eşin telefon açarsa ne yapacaksın? Sıkıntı çekmez misin? Yalanın açığa çıkarsa yandın! Buraya gelemez olursun. Bahane bulamaz hale gelme aman!
- Ha, o bir şey değil! Arkadaşım Baratpay’ın telefonu şöyle bir yanda dursun, evi bile yok. Kiralık evde oturuyor. Eşim tanımaz onu... Bu bakımdan rahat ol yani!
- Neyi, nasıl yapacağını da iyi biliyorsun, değil mi? Kafan çalışıyor vesselam. Şu yardımcı doçentin beyni gibi değil. Söylesene, sen de kıskanç mısın?..
- Hayır.
- Yalan söyleme!
- Gözüm çıksın ki!
- Tamam, diyelim ki... Şimdi evine gittin... Evet de.
- Evet…
- Geldin, karın ve başka bir adam Adem ve Havva gibi yatıyorlar. Ne yapardın? Hadi bakalım!..
- Ne yapacağım? Onun da öbürünün de işini bitiririm! Her ikisini de...
- İşte! Gördün mü? Kıskanırdın, kıskanırdın, değil mi? Kıskanmazmış!.. Biliyor musun?.. Bazı ülkelerde bir kişinin karısına başka bir erkek gelirse kocası sevinirmiş. Karımı benden başkaları da arzuluyor diye.
- Afrika’da mı?..
- Hatırlayamıyorum neresi olduğunu. Orada olmalı. Bizim erkekler sağ olsunlar! Sizler tuhafsınız, değil mi?
- Hangi anlamda?..
- Normal anlamda. Başkasının karısını okşamayı, kandırmayı beğenirsiniz. Böyle durumlarda centilmensiniz... Kendi karınızın karanlık bir işi görüldü mü tamam! İşini bitirir, Othello[2] gibi boğar, boşanırsınız... Kendinizle ilgili hiç düşünmezsiniz. Bu erkeklerin kör felsefesidir. Tuhaf!..
- Bunu sana kim söyledi? Şu filozof mu?..
- Kim söyleyecek? Kendim böyle düşünüyorum.
- Yok canım!
- Şiiişt! Sessiz ol diyorum. Duyabilir... Baksana şuna... Duruyor mu hâlâ?
- Duruyor Eflatun’un. Kötü oldu ona.
- Bir şey değil. Hayatın Hegel ile Feuerback’ın sözlerinden ibaret olmadığını hissetsin. Bu dünyada “beklemek” kelimesinin de olduğunu öğrensin, zavallı Eflatun. İnsan hayatının biraz da ebedi beklemek olduğunu hissetsin.
- Burada uyuyup kalmasa bari...
- Sana bir şey sorayım mı?
- Sor...
- İnsanlar hayvanlardan türemiş diyoruz, değil mi?
- Oh! Dünyanın yaradılışına girmese miydik?
- Hayır! Dursana biraz! Doğru mu bu?
- Hem de dosdoğru.
- Sözümü kesme lütfen. Dinlesene... İnsanın hayvandan türediğini nasıl ispatlarsın? Delilin var mı?
- Var. Buyur, Charles Darvin’in evrimini oku.
- O bir kitap diyelim. Ya hayatta?
- Hayatta mı? Tama-am... Diyelim, bizimle birlikte birisi çalışıyordu. Maymundan ayırt edilemez cinsten biriydi. Sadece ağaçtan ağaca atlamıyordu...
- Hayır! Sen şakaya vurma! Kıvırmasana.
- Tamam, mat oldum. Kendin anlat. Senin düşünceni dinleyelim...
- İnsan hayvandan türemiştir. Bu doğru diyelim.
- Bilim buna şahittir!..
- O hayvanların özelliği kimde kalmış? Biliyor musun?.. Erkeklerde. Çünkü sizler yarım hayvansınız. Kadın deyince tamam. Ahiret bir kuruş! Sözünüz bal, gözünüz ateş.
- Güzel... güzel... Kimin komşusu olduğun belli oldu. Bunlar filozof komşunun etkisi olsa gerek.
- Bu zavallı hiç de öyle yapmaz. Tersini yaparsa tez çalışmasına aykırı gelir. Aile ahlakı Pompeii’nin son günü gibi bozulur. Başka bir konu üzerinde çalışsaydı bu da çoktan saldırıya geçer miydi? Kim bilir? Baksana hâlâ duruyor mu?..
- Duruyor... Sigara içmeye başladı... Duruşuna bak! Kapıya yaslanmış. Oh! Düşünüyor...
- Düşünsün. Bunun düşüncelerinin hepsi subjektif...
- Şşş! Sus! Bizim tarafa geliyor. Şşş! Şşş!
- Sessiz ol... Kapıdan uzak dur. Çöp kutusuna dikkat et!.. Delikten görünür. Şşş!..
- Sey-re-di-yor...
- Şşş!.. Fısıl-da-ma... Kulağı delik...
- Gitti. Oof... Tam ajan olacak adammış. Evinin ziline basıyor.
- Aptal!
- Kör talihe bak ya...
- Kim açacak ki? Kimse yok. Baştan zili çaldığında anahtarını verseydim. Yazı-ık! Senin yüzünden! “Açma!” dedin! Şimdi ne yapacağız? Kapıyı açtım mı bitti! Şüphelenir! “Siz müstesna bir kadınsınız.” sözü yerini bulmaz. Yazık! Bütün bunları yapan sensin!.. Şimdi çakılmış kazık gibi hep duracak.
- Ne? Gecelikli olarak mı çıkacaktın?
- Bir yolunu bulurum.
- İşte böyle! Ne elde keklik ne de gökte turna. Saat de ... On ikiyi on altı geçiyor. Ne yapacağız?..
- Şafak! Böyle oturacağız. Açıkçası, senin gitmeni istemiyorum. Sen yanımdayken yalnızlık denilen belayı unutuyorum. Sen gittiğin zaman yine yalnızlık başlayacak. Geceleri kapkaranlık düşünceler geliyor aklıma. Evde bulunan her şeyle konuşuyorum. Duvarla, masayla, aynayla, kendimle... Hepsinin dili var. Konuşur... Biliyor musun, bir defa rüyamda ölüp kalmışım... Cesedimi ne zaman götürecekler diye bekliyorum, bekliyorum... Kimse gelmedi... Cesedimi çıkarmaya bir kişi bile gelmedi. Zavallı eşyalarım, sadece bunlar ben olmadığım zaman ağlıyormuş...
- Rüyasında ölen kimse çok yaşar.
- Kim bilir?
- Böyle yorarlar bunu...
- Gitti mi?..
- Mezar taşı gibi yerinde duruyor.
- Zavallı yardımcı doçent doktor. Gitmez mi? Kendi evinden başka kalacak yeri olmasa gerek... Şimdi kapıyı açıp anahtar da verilmez. O zaman işimiz biter. Kötü düşünür. Karısına söyledi mi bitti. Yarın şehirde bin tane dedikodu yayılır. Zavallı kendisi de diyecek söz bulamaz. Kocasını sanki ben azdıracakmışım gibi kıskanır. Hep kötülüyor... Gönül vermemem için mi?.. Bir defasında bir profesör ile tanıştıracağını söylemişti. Tanışacaksak tanışalım dedim, babam yaşındaymış. Kafasını sallayıp duruyor. Ahı gitmiş vahı kalmış. Benimle evlenmek de neymiş, artık öbür dünyaya hazırlanması gerekir. Ölmek üzere olan bir profesör... Evlenmek onun neyine?..
- Şimdi moda ya...
- Modası batsın! Dün ne dedi, biliyor musun? Gazeteye ilan ver. Tanışmak için diyor. Şimdi benim gibilerin çoğu böyle eş arıyor, mutlu oluyormuş. Otuz som verirsin o kadar diyor. İlan metnini de kendisi yazıp getirmiş. Okuyayım mı? Gülmekten karnın ağrır. Hım... Şöyle gelsene... buradaydı... Ha, buldum. Dinle, dinle...
- Kibrit yakayım mı? Görünmüyor galiba. Tamam, oku...
- Dinle. Dikkatli ol. Öyle övmüş ki! On altı yaşındaki kız gibi! Sophie Loren[3] yanında hiç kalır. Dinle, dinle...
- Güze-el. Dinleyelim... Söz sizde...
- Yaşım otuz üç, boyum bir altmış dört, milliyetim Kırgız. Yüksek eğitimliyim. Daha önce evlenmiş değilim. Aile kurmak için tüm olanaklara sahibim. Maddi bakımdan bağımsızım. Ten rengim beyaz, saçım siyah, yüzümde baş parmak kadar bir benim var. Giyim kuşam konusunda titizim. Güzelim... Hi-hi-hi...
- Doğru. Güzel değil misin? Güzelsin... Sonra, devamı...
- Burayı dinle şimdi. Edebiyatla, müzik ve sinemayla ilgileniyorum. Lezzetli yemekler yaparım. Ölçülü bir mizaca sahibim. Ömür boyu birliktelik yaşayabileceğim birini arıyorum. Yaşı elliyi geçmemeli. Alkol ve sigara kullanmayan, kötü alışkanlıkları olmayan, merhametli, sevinç ve üzüntülerimi paylaşabilecek biri. Hi-hi-hi...
- O-ho! Güzel güzel...
- ...Hi-hi-hi. Sanki beyaz atlı prens! Böyle bir erkeği kızıl kitapta bile bulamazsın! Onlara eş olacak kişi benmişim! Güzel... Evlenmemiş... Annesinden başka kimse öpmemiş... Niyeti, ne olursa olsun beni bir kocaya vermek. Yardımcı doçent kocamı azdırmasın diye telaşlanıyor zavallı. Yoksa böyle durup dururken niye uğraşsın ki?
- Söylesene. Kocasının sende gönlü mü var yoksa? Bir şey sezdin mi?
- Kadına gönül vermeyen erkek var mı ki sanki? Özellikle bekâr bir kadına. Gönül vermiş olsa gerek. Nereden bileyim? Beni ilgilendirmez. Bazen gelir zavallı. Nazik mi nazik, yumuşak mı yumuşak. Sanki Çek sakızı gibi ince. Böyle erkeklerden nefret ederim. Erkek, erkek gibi olmalı. Siz, şimdiki erkekler karı mizaçlısınız... Bunun iki sözünden biri daha önce anlattığım felsefe, bilimsel çalışması, akademi, oradaki akademisyenler. Konuşursan o kadar nazik, ahlaklı. Dünyada eşi benzeri yok!
- Yardımcı doçent ya...
- Bazen şöyle der bana. Siz, der hem akıl hem vücut bakımından olgun birisiniz. İnsanda akıl ile vücudun birlikte bulunması birbirine zıt şeyler. Sizde ise bu her ikisi kemaldir. İnsanlarda böyle bir uyum seyrek rastlanır. Filozoflar buna fenomen kadın derler...
- Aferin, filozof! Sağ ol!..
- Bazen ağzından böyle sözler de çıkar. Şöyle baktığın zaman ise… İşte gördün… Dediğin gibi tam bir deve. Çok tükürür. Bir defa denemek için “aşk nedir?” diye sordum, zavallı, kovayla su döker gibi ter akıttı. Bu bakımdan büyük bir uzman! Yalnız karısından korkar...
- Aşk neymiş?
- Ona göre, aşk sınırsız bir kavrammış. İnsanın sevgisi sadece bir kişiye yönelik değilmiş, bütün insanlara yönelik bir duyguymuş. Mesela, Beethoven on iki yaşındaki bir kıza âşık olmuş ve ona ithafen “Ay Sonatı” diye bir eser yazmış. Van Gogh avcuna sıcak kor koyulmasına rağmen sevgilisini görmek istemiş, acıya dayanmış diyor. Aşkın gücü böyledir! İsveç’te feminist kadınlar organizasyonu var diyor. Bu organizasyondaki kadınların hepsi erkeklerden, kocalarından bıkmış kadınlarmış. İstediği erkeği evine getirir, yatıp kalkar, gönlü soğuduğu zaman kapı dışarı ederler diyor. Kadınlar bunu kadın hürriyeti olarak görürlermiş.
- İşte uygarlık! Sonra?..
- Ne diyor daha?.. Bir ülkede iki karılılığa izin verilmiş. Gördün mü, erkeklerin değerini bilen devletler vatandaşlarına nasıl özen gösteriyor? Ya bizde? Birini boşar, ikincisini alırsın, tamam. Siciline “ahlaki yönden gevşek.” diye açıkça yazarlar. Kocası olmayan kadınlar ne kadar çok bizde, çünkü erkekler kıt. Öyle değil mi? Öyle!.. Bazı kadınlar bakire olarak emekli olurlarmış hayattan, zavallılar. Neden böyle oluyor?.. Erkekler için uygun şartlar oluşturulmadığı, kadınların kaderleri kayıtsız ele alındığından diyor! Bunları söylerken ağzı hep of çekiyor, zavallı yardımcı doçent. Şimdi de dünyanın bir yerinde bir şahın iki yüz kadar nikahlı karısı varmış...
- Çok güzel! Hani bizde olsaydı!
- Tuhaf!.. Bir defasında ben onun sözlerini hep dinliyorum, hep dinliyorum. Çok konuştu. Ağzından bal akıyor. Aniden zavallı yardımcı doçentin eli beni okşadı. Sonra ne yaptığımı sorsana?..
- Ne yaptın? Yüzüne tokat attın...
- Hayır.
- Zavallı acaba ne yapacak diye boş verdin...
- Hayır...
-Dinle. Baktım ki, yardımcı doçentin gözleri ateş gibi yanıyor, kendisi erkeklerin klasik saldırısına geçti. Saçımı, belimi okşamaya başladı. Hilesine bak! Tatlı sözleri zehir gibi saçıldı birden. Dervişin fikri neyse zikri de odur. Ben ona ne dedim, biliyor musun? Sizin tez çalışmanızın konusu neydi?.. Hatırlayamıyorum dedim...
- O ne dedi?..
- Ne diyecekti ki, “Aile Hayatının Ahlakı” dedi.
- Ya sen?
- Ben mi? İyi bir konu, iyi bir konuymuş dedim. Zavallı yardımcı doçent sözün imasını anladı galiba. Belimin ötesine gitmiş elini hızlıca geri çekti. Hi-hi-hi...
- Meğer anlayışlıymış... Ne kadar duracağız böyle?
- Delikten baksana, ses kesildi. Gitmiş olmalı...
- Gitmez, duruyor. Gitseydi bir yere artık?
- Boş ver. Biraz daha bekleyelim...
- Beklemenin de sınırı var.
- Bugün ayın kaçı?
- On üçü... Niye sordun?
- Öylesine...
- İnsan boşuna sorar mı hiç? Bir şeyin var galiba.
- Ne? Bilmek mi istiyorsun?
- Bilmek iyidir.
- Bir şey söylersem... Ödün patlayabilir.
- Neden?
- Neden olsun? Hamileyim...
- Bırak şakayı! Gerçekten mi?
- Gerçek değil de ne olacak? Yalan mı diyorsun?
- İnanmıyorum. Nasıl olur?..
- Böyle işte... İki ay oldu...
- Belli olmuyor hiç...
- Şimdilik... Bir ay sonra adamakıllı belli olur. Dün mide bulantısı geçirdim. Kustum...
- Gerçekten mi yoksa şaka mı yapıyorsun?
- İnanmıyorsan sen de dene! Gözüm çıksın!.. Japonlar bir ilaç yapmışlar. Bir hap yuttun mu tamam, gebe kalıyormuşsun. Bir tane yutarsan kız, iki tane yutarsan erkek çocuk sahibi oluyormuşsun.
- Saçma! Bu gerçek olamaz.
- Yüzde yüz gerçek.
- Yemin et!
- Ha... Sadece bu yetmiyormuş. Doğurayım mı?
- Bana ne diye soruyorsun?
- Babasısın ya!
- Saçma şeyleri bırak. Nasıl olur?
- Böyle işte. Kolaymış. Doğurayım mı?..
- Doğuracaksan doğur...
- Sesin neden titriyor? Korktun mu?
- Ha-hayır...
- Yalan söyleme! Korkuyorsun. Korkma. Çalıştığın yere şikâyet dilekçesi yazıp da ahlakı bozuk dedirtmem. Korkma...
- Korkmuyorum...
- Gözlerin öyle demiyor ama. Sen de sıradan bir erkeksin. Sizler sadece bir dil bilirsiniz.
- Ne diliymiş o?
- Bal dili. Kadın her zaman kandırılmak için yaratılmıştır. Şu erkeklerin tatlı dilinden kadınlar bozulur, azar. Eskiden Doğu’da düşmüş kadınlar Registan[4] minaresinden aşağı atılırdı derler. Şimdi ise böyle bir şey yok. Bizi kimse hiçbir yerden atamaz. Dediğimiz dedik, çaldığımız düdüktür. Üstelik kadın özgürleşmesi... Kadındaki kutsallık gidiyor... Kadının düşmesi zamanın bozulmasıdır... Niye sustun?
- Ne diyeyim?..
- Sözün bitti mi?.. İnan, beni yalnızlık böyle düşünür yaptı. Hep düşünüyorum, hep düşünüyorum. Yalnızlığın çilesini yalnız ben çekiyorum diyordum, hayır, yalnız değilmişim. Biz, hepimiz yalnızız... Ben de sen de kıskanç karısı olan filozof da hepimiz. Hepimiz. Hatta yeryüzü de güneş de ölüm bile yalnız... O her birimize tek başına geliyor. Ecel bizi tek tek alıyor... Bazen bana dünya da öksüz gibi gelir. Biz, insanlar bu yalnızlığa o kadar kayıtsızız ki... Bana öyle dik dik bakma! Aklından geçenleri kestirmem çok güç. Hakkımda ne düşünüyorsun? Bunu öğrenmek istiyorum... Belki içinden gizli gizli gülüyorsundur. Anlasana, seninle hayatın zevkini çıkardığım için yatmıyorum, peşime takılmışken yalnızlıktan kurtulur muyum acaba, diye düşünüyordum... Kadının kısa olan aklı yataktan öte gidemezmiş... Sen niye susuyorsun?..
- Bir şairin bir mısra şiiri aklıma geldi: “Karanlıkta karanlık düşünceler gelir...”
- Ooh!.. Bu dünya ne ilginç!..
- ... İlginç mi ilginç...
- Aah! Saate baksana... Bir... Geciktin galiba! Karın ne diyecek şimdi? Gece yarısı gidersen?..
- Bire az kaldı... Şimdi ne yapacağız? Delikten bir bakayım. Duruyor mu gitti mi ?.. Duruyor. Birisiyle konuşuyor. Baksana kim o? Haydi baksana?..
- Hani? şöyle dur. Şimdi... şimdi... A, sağ tarafta olan on birinci dairedeki komşumuz. Bir şey diyor. Ötekinin evine girmek üzere. İşte giriyor. İkisinin ilişkisi iyi. Haydi çabuk, çıkıp git. Haydi...
- Aç kapıyı. Yoksa ben mi açayım?..
- Ha-hayır. Anahtarımın sırrını bilmezsin. Kendim açarım. Ses çıkarmadan...
- Aç... Aç o zaman.
- Deliğini bulayım, kibrit yak. Evet, yak... Daha yakın yak. Buldum...
- Sessiz aç. Duymasınlar...
- Öğretme. Açtım... Çık, çıkıp git. Çabuk ol...
- Adamı acele ettirme, dur biraz. Ne zaman geleyim? Söyle, ne zaman?..
- Ne zaman gelecektin ki? İstediğin zaman gelirsin! Ben zavallı hep beklerim, hep beklerim...
- Söyle, ne zaman? İki üç gün sonra mı? Bir hafta sonra mı? Kesin bir zaman söyle. Ne zaman?..
- Gelmeyebilirsin. Zahmet etme.
- Ne oldu? Canım! Gel, yüzünden...
- Öpme! Hızlı hızlı nefes alma lütfen!
- Sana ne oldu?..
- Bir şey… Gelme. Gelmeyebilirsin. Sen evli birisin... Ben ise bekar bir kadınım...
- Bırak bunu, şimdi söyle! Ne zaman geleyim? Ötekiler çakmasın.
- Gerçekten... Bundan böyle gelmeyebilirsin, gereği yok. Rica ediyorum... Böyle bir hayatı kim ister ki? Sen mi, yoksa ben mi? Sen gelirsen az da olsa yalnızlığımı unuturum düşüncesindeydim. Hayır... Öyle değilmiş. Sen şimdi gidersin, ben kalırım. Yalnızlığı eskisinden daha şiddetli hissetmeye başlarım. İşkence çekerim... Böyle yapmanın ne gereği var? Ebedi olan geçiciyle değiştirilemez. Kendimizi kandırıp ne yapacağız? Hayatı kandırmanın gereği var mı? Rica ediyorum... Bundan böyle iyisi mi gelme. Anla işte... Anla. Kadınmışım... Kadın olarak “gelme, gelme” dediğim halde yine seni özlerim. Kadının zayıflığı da bu işte. Yalnızlığı o zayıflığımızla yenmek istiyoruz. Büyük Shakespeare “Kadının gücü zayıflığındadır.” diye boşuna söylememiş. Her şey bitti!.. Bitti. Bu dünyada beklemekten daha beter bir işkence yok. Bu dünyada beklermişiz, hep beklermişiz... Beklememizin sebebi nedir?..
- Ne oldu sana?..
- Bir şey. Anlasana...
- Gözündeki yaş mı?..
- Çeksene elini!.. Her zaman bir şey bekliyor gibiyim. Fakat neyi bekliyorum? Aklım almıyor...
- Bırak artık!
- Çek elini!
- Seni anlamıyorum...
- Kadın olmadığın için bilemezsin. Anlasana!
- Neyi?..
Kadın hayatını. Beklemekten bıkmış kadının hayatını. Bıktım, bıktım! Senden de kendimden de beklemekten de! O kadar bıktım ki!.. Git!.. Git!.. Git!..
1988
[1] Bişkek’in Sovyetler Birliği dağılmadan önceki son dönemlerinde kurulan mahallesi. Hikâyenin yazıldığı dönemde şehir merkezinin dışında kalan mahalle günümüzde Bişkek’in en önemli yerleşim merkezlerindendir.
[2] William Shakespeare tarafından yazılan oyun.
[3] İtalyan sinema oyuncusu.
[4] Özbekistan’ın Semerkand kentinde ‘U’ biçiminde üç eşsiz mimari abidenin bulunduğu meydan.