HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Süleyman Abdulla 2
Kardeş Kalemler 3
HİDAYET ORUÇOV 4
İdris Özler 5
SEYFETTİN ALTAYLI 6
ERKUT DİNÇ 7
Sabahın serinliğine eşlik eden ve etrafı saran kuş sesleri. Uykuda oldukları için sabahın bu melodisinden mahrum kalan insanlar. Yeni bir güne doğan güneş. Pürüzsüz bir gökyüzü. Güzel düşünmek için her şey yerli yerinde.
Yollar yeni yeni hareketlenmeye başlamış, işçilerini, öğrencilerini almak isteyen servis şoförleri yola koyulmuş. Güneşin yükselişine paralel olarak ses, gürültü, kalabalık artmış. Çoğu insan günle birlikte günün telaşına adım atmıştı.
Mutfak penceresinden karşı binanın güneşe bakan balkonları görünüyordu. Balkon bir evin atan kalbi gibidir. Telaşlar, mutluluklar, kaçamaklar, sofralar akla gelmeyen bir sürü şey balkonda yaşanır çiçekler balkonda yaşar.
Bir aydır hiç balkon kapısını açmayan Üçüncü Kat, bugün birbirinden renkli çocuk elbiseleri ve zıbınları asmıştı. Hamile olan evin kadını bir aydır görünmüyordu. Kadıncağız nihayet doğumunu yapmış, bebeğine kavuşmuş demek ki.
Ne kolaydı şimdi çocuk büyütmek. En zoru da çamaşırı, çocuk bezlerini yıkamaktı. Ne var şimdi nasıl olsa çamaşırlar makinede yıkanıyor, kadınlara sadece asması kalıyordu. Hazır çocuk bezleri zaten en büyük kolaylıktı. “Biz öyle miydik?” diye geçirdi aklından. Bahçede kazanda su kaynatılır, içine meşe külü katılarak su yumuşatılır, tahta ya da teneke teknelere alınan çamaşırlar bir güzel yıkanır, çıkmayan kirler için tahta tokaçla çamaşırlar dövülürdü. En zoru da yıkanan çamaşırların sıkılmasıydı. Hatta sıkıştaki maharete göre kızların beğenildiği bile olurdu. Sıkılan çamaşırların ustalıkla çırpılıp asılırdı.
Salona doğru geçerken Şükufe’ye seslendi: “Neredesin kızım? Bir haftadır temizlik yapmıyoruz. Hadi bakalım sen süpür, sil; ben de etrafı toplayayım.” Şükufe hiç karşılık vermez o ne derse yapardı. Yeter ki yerde ona engel olacak bir şey olmasın. Zaten evde hareket eden bir onlar kalmıştı.
“Bu hocanın sesi de pek güzelmiş, insan kendinden geçiyor.” dedi ezan bitince. Hemen peşinden: “Ezanımız beştir, bizi beş vakte eriştir, kalbimi nura kavuştur, şeytanı yanımdan savuştur, Aziz Allah izzet için, Habib Allah hürmet için, bizi cennetine dahil eyle, cehenneminden azad eyle, Allahümme sevinçle, aleminmürselin sadakallahu aleyhül azim.” duasını okudu. Bu duayı rahmetli annesi daha okula gitmeden öğretmişti ve her ezandan sonra okurdu.
Gözüne yolda oynayan çocuklar takıldı. Ne güzel de oynuyorlardı. Küçücük şeyler onların gülmelerine, eylenmelerine vesile oluyordu. Zordu çocuk büyütmek. Gerçi insan acemilikten, gençlikten bu zorluğun farkında bile olmuyordu. Oğlu çok eziyetli büyümüştü. Erken doğduğu için hemen sarılık olmuş, bir türlü toparlanamamıştı. Kaç gün uykusuz kaldığını kendisi bile bilmiyordu. Sürekli terlediği için bir çanta dolusu kıyafetle dolaşırdı. Komşuları ona “valizli anne” deseler de aldırış etmezdi. “Çık oradan Sükufe!”
Terliğini giydi. Balkon kapısını açtı. Eski yemek masasını balkona pencereye yakın yerleştirmişi. Böylece çiçekler güneşin kavurucu sıcağından korunmuş oluyordu. “ Ah güzel kızım, sen niye saldın yapraklarını? Hata bende, sen gidip içecek değilsin ya suyunu?” Saksıların yanında duran ibrikten sardunyaya su verdi. “ Zilli kız seni, bu sene de yılbaşını tutturamadın, geç kaldın açmaya. Olsun kıyamıyorum seni söküp atmaya, kaç yılbaşı geçiremedik seninle. Al bakalım sen de susamışsın, kana kana iç bakalım.” diyerek yılbaşı çiçeğini de suladı. “Ah anamın yadigârı menekşelerim, çok nazlısınız kızlar. Bir türlü coşup açmadınız eskisi gibi, yoksa yerinizi mi yadırgadınız.” Evin her tarafı kadının cevap alamadığı sorular, tek yönlü konuşmaları ile doluydu. Onlar da olmasa kiminle konuşacaktı ki!
“Kör olmayasıca! Yine terli terli su içmişsin! Öksürmeye başlarsan öldürürüm bak seni çocuk! Sonra annen bana kızıyor! Sakın hastalanma!” diye söylene söylene kolundan tutmuş torununu merdivenlerden çıkarıyordu üst kat komşusu. Geçenlerde çok hasta oldu. “Oğlum, kendimi iyi hissetmiyorum, hanımına söyle de bugün burada kal bari.” deyince oğlu: “Baldızımın çocuğunun yaş günü var, oraya gitmemiz lazım anne. Merak etme bir şey olursa ara beni. Arabayla iki dakikada gelirim.” deyince ne yapsın kadın. Gece tansiyonu düşmüş, şekeri çıkmış, terlemiş, karnına sancılar girmiş kısacası bir şey değil çok şey olmuştu ama aramamıştı oğlunu. Oğlu da merak edip “Nasıl oldun anne?” diye de sormamıştı zaten. Karşı komşusu evlatlarını everdikten sonra yalnız kalan kendinden biraz daha genç, nispeten daha sağlıklı bir kadındı. Ondan yardım istedi. Sağ olsun kadıncağız onu yalnız bırakmadı. Sessizliğine ses, sıkıntılarına derman olmuş, sabaha kadar onunla kalmıştı.
Kendini daha iyi hissediyordu. Sabahın uyarıcı gücü kadını kendine getirmişti. Komşusunu kahvaltı ettirmeden göndermek istemedi. Buzdolabını açtı. Dolap ağzına kadar kahvaltılıklarla yemeklik malzemelerle doluydu. Bir hafta kızı, bir hafta oğlu evin eksiğini gediğini hallediyorlardı. Dolap doluydu ama… Kahvaltıdan sonra komşusunu uğurladı. Bulaşıkları makineye yerleştirmek için lavaboya yöneldi. Şükufe hâlâ yerleri süpürüyordu. “Yeter kızım biraz da şu odayı temizle bakalım.” Önce halının üstündeki öteberiyi toplayıp sehpanın üzerine koydu. Sehpanın üzerinden hiç kaldırmamıştı eşinin çerçevelettiği siyah beyaz aile fotoğrafını. Eşinin ceketi eskiydi aslında ama belli olmazdı siyah beyaz fotoğrafta eskiler. Kendisi oğlunu, eşi de kızını kucaklamış öyle çektirmişlerdi fotoğrafçıda. Niye gülümsemediklerine anlam veremiyordu. Oğlu yedi, kızı beş yaşındaydı burada. “Hey gidi günler hey! Yalancı dünya!” diye kendi kendine söylendi. “Aslında yalancı olan insan. Dedelerim, ninelerim, annem, babam, eşim daha kimler kimler gittiler, gelmediler ama Dünya yaratıldığından beri yerinde duruyor.”
“Oğlum, yeter tazı gibi koşturduğun sokakta! Birazdan baban gelecek! Bakkaldan iki etmek al da gel! Hadi çabuk!” dedi alt kat komşusu. Oğlan çocukları böyleydi işte. Koşup oynamasalar ele avuca sığmazlardı. Oğlu pek hareketli sayılmasa da onun da kendine göre yaramazlıkları vardı. Oğlu üç yaşına girince kızı dünyaya geldi. Aynı ay eşi işten çıkarılmıştı. O da geçimini sağlamak için zor da olsa kamyon şoförlüğüne başladı. “Kör olasıca terlik, gene nereye gittin?” Gitti mi bazen bir iki hafta gelmezdi. Doğum yaptığı hafta annesi ve kayınvalidesi gelmiş bir hafta kalmışlar ve sonra gitmişlerdi. Onların da köyde işleri vardı. “Nasıl oluyor da koltuğun arkasına saklanıyorsun, ayakların mı var senin! Kör olmayasıca!” Otuz beş gün sonra bebeğin kırkını çıkarmaya geldiler. Kayınvalide daha büyüktü, annesini bir şeye dokundurmuyordu. Sadece: “Şunu getir, şunu koy; öyle yapma, böyle yap!” diye emirler yağdırıyordu. Sobanın üstünde kaynaması için bir teneke su koydular. İçine taş, buğday, altın, gümüş, mevsim çiçekleri, nazar boncuğu attılar. Su ısınınca dualar eşliğinde bebeğin üstünden kırk defa su döktüler, üstü kanaviçeli beyaz hümayun kundakla sardılar. “Çocuğu kırkladık kızım. Allah sağlıklı bir ömür versin, anasından babasından ayırmasın, yüce Rabbin sizi evladınızla sınamasın.” deyip annesi de kayınvalidesi de evlerine döndüler.
Pencereye dönünce İkinci Kat balkonunda kırmızı geceliğiyle otuz yaşlarında bir kadın iki tane bornoz asıyordu. Yürüyüşünde bir rahatlık vardı. Kendine güven gelmiş gibiydi. Bildiği kadarıyla bu kadının eşi başka yerde çalışıyordu. Diğer kadınlar gibi balkon sohbetlerine pek katılmaz, soru sorulursa kısa cevaplar verir geçiştirirdi. Serdiği çamaşırlara bakılırsa kaliteli giyinirdi. Belki de bir devlet dairesinde ya da bankada çalışıyor olabilirdi. Eşi evde olduğu günlerde kırmızı geceliğiyle ve bütün endamıyla kadın balkona çıkar, bornozları asar, kollarını balkon demirine dayar :“Bakın ben de yalnız değilim!” dercesine etrafı seyrederdi.
Seyrederken çok şaşırmıştı eve televizyon geldiğinde kayınvalidesi. “Nasıl oluyor da bu fotoğrafalar hareket ediyor gelin!” diye seslenmişti. Elden ayaktan kesilince üç sene bakmıştı kayınvalidesine.
“Kalemliğini koydun mu çantaya? Şu poşette ekmek arası bir şeyler hazırladım beslenme saatinde yersin. Kızım, saçını niye toplamadın? Hazır ayran koydum poşetin kenarına …” buna benzer bir sürü soruyla, cümleyle çocuklarını okula uğurluyordu saçı beyaz bir eşarpla alelade toplanmış birinci kattaki kadın. Çocuklar balkondaki annelerine el sallayarak okulun yolunu tuttular. Kendisi uğurlamakla kalmamış tez gidip gelsin diye bir kova su da dökmüştü eşinin ardından. Bu sefer yolu uzundu. Erzurum’a bir kamyon odun götürecekti. On günden önce gelmeyeceği kesindi. Eşi her akşam bir petrol istasyonundan -imkân buldukça- aramaya gayret eder, hâl hatır sorar, uyumadılarsa çocuklarla da konuşurdu. Yan Komşu kadın: “Komşucum, kahven varsa bir fincan alabilir miyim? Benim kavanoz boşalmış da.” sorusuyla kapıyı çaldı. Cevap verirse dünde yaşadığı anın sihrinin bozulacağı endişesiyle bir şey demeden fincanı aldı, kahve kavanozundan tepeleme kahve doldurup komşusuna verdi. Bu alışılmadık tutum karşısında komşu kadın şaşırsa da - belki de tesbihat çekiyordur- düşüncesiyle bir şey demeden eliyle teşekkür işareti yapıp evine doğru yürüdü. Çocuklar her görüşmelerinde babasının ne yediğini sorar dönerken oyuncak getirmesini isterlerdi.
Birinci kat balkonu hareketsizdi. Zaten bu katta balkona bakan pencerede ara sıra yanan ışıktan başka hayat belirtisi yoktu. Kendi kendine evde kimin oturduğunu merak eder kimi zaman da akla hayale gelmeyen senaryolar yazardı. Ona göre evde kadının olmadığı kesindi çünkü balkona çıkmayan, balkonu kullanmayan hiçbir kadın olmazdı. Neyse ki merakını komşusu giderdi. O katta orta yaşlı bir adam kalıyormuş, toptancı mıymış neymiş, bakkaldan öğrenmiş. Eve her akşam gelmeyen bu adam evi otel gibi kullanıyormuş. Hiç otelde kalmazdı eşi. Onun kamyonu evi gibiydi. Şoför mahallinin arkasındaki yarım metreden biraz fazla olan genişliğe göre yatak, yastık ve yünden dar bir yorgan hazırlamıştı. Koltukla bu bölümü ayırmak için de oradaki boşluğa uygun ucu kozalı perde hazırlamıştı. “Benim kaplumbağa evim.” derdi adam kamyonun bu bölümünü. Eşi kamyon kasasının altına da demirden bir dolap yatırmış buraya piknik tüpünü kap kaçağını yerleştirmişti. Dinlenme ihtiyacı duyduğunda basit yemekler hazırlar, çay demlerdi.
Oturma adasının penceresinin tam karşısında tek katlı ufak bahçesi olan bir ev vardı. Evin kadını çamaşırlarını iki badem ağacına gerdiği ipe sererdi. Eşi de emekliydi, diğer emeklilere benzemez; evde durur, bahçeyle ilgilenirdi. Balkonda kalın kalın kitaplar okurdu sürekli. Her sabah beyaz bir arabayla bir kız çocuğu, kırmızı bir arabayla bir erkek çocuğu bırakılıyordu kapılarına. Kadın torunlarını hep kapıda karşılar, uyuyorlarsa kucaklayıp içeri götürürdü. Kendisi de torunlarına gözü gibi bakmıştı. Ne kızının ne de oğlunun hiçbir zaman gözü arkada kalmamıştı. Çocuklarını almaya geldiklerinde çoğu zaman akşam yemeğine de kalırlardı. Sevilmeseler zaten eziyetleri katlanacak gibi değildi. O zamanlar daha genç, daha dinçti. Torunları uyuduklarında ev işlerini halleder, uyandıklarında çocukların peşinden koşardı. Okula gidene kadar Allah’ın her günü bu hiç değişmedi. Üçüncü sınıfa gitmeye başladıklarında oğlunun ikinci çocuğu bir yıl sonra da kızının ikinci çocuğu eve gelmeye başladı. Hiç de yüksünmeden ciğerparelerine gözü gibi baktı. Liseye girene kadar okul çıkışlarında da bu bakıcılık devam etti. Ondan sonra torunlar sınavları, çocuklar da işlerin yoğunluğunu bahane ederek uğramaz oldular. Arada bir bu telefonla görüşüyorlardı. Kadın: “Çocukları her gün bırakırlarken bu bahaneler yok muydu acaba!” diye bile düşünmedi, onlara inanmayı tercih ediyordu.
Salon gözüne çok geniş geldi. Ne misafir ağırlamıştı burada… Kapıyı her açışta onların cıvıltılarını duyardı. Arkadaşlar, komşular, akrabalar, yeğenler… Onlar geldikçe mutlulukları ve bereketleri artardı. Halının üstündeki terlikleri kaldırdı, fotoğraf albümünü çekmeceyi yerleştirdi. “Şükufe, hadi gel kızım güzelce süpür bakalım burayı.” Üstünü dantelle örttüğü tahta kabinli radyonun yanına oturdu. Radyoyu açtı, Zekai Tunca: “Unutulmuş birer birer/ Eski dostlar eski dostlar” şarkısını söylüyordu.
“Yine mi akıtıyorsun sen oğlum, daha yeni değiştirmedik mi senin lastiğini” diyerek lavabodaki çeşmeye seslendi. Su yabana akmasın diye altına bir sürahi koydu, doldukça çiçekleri bu suyla suluyordu. Hırkasını sırtına geçirdi, iki yakasını ucu kozalı bağcıkla bağladı, yola bakan pencerenin önüne oturdu. Aklı yettiğince tesbihatlarını çeker, dualar ederdi. Hiç beddua etmiş miydi pek hatırlamak istemiyordu. Kardeşinin mirastan geçen parayı: “Ben erkek çocuğuyum, beş bin lira daha fazla alırım, sen evlendin gittin, anneme babama kim bakacak!” demesini gönül koysa da çocukları dayısından soğumasın diye söylememişti bile. Kalbini kıran kişileri yüce yaratıcıya havale ederek vicdanını rahatlatırdı. Yıllardır her namazdan sonra rahmetli anasının, babasının kabir azabı çekmesin, günahları bağışlansın diye; kendi sağlığı; çocuklarının huzuru ve mutluluğu; bütün inananların kusurlarının affı için dua ederdi. Kendisi için evlatları arkasından dua ederler miydi acaba?
Pencereden vuran güneşin sıcaklığıyla uykuya dalmıştı kadın. Bölük pörçük uykusuna sığınan rüyalarında neler görmedi neler. Keçi gütmeler, tütün dikmeler, eşekle yolculuk etmeler… En hoşuna giden ise her adımda yorulmadan metrelerce yukarıya yükselmesiydi. Yıllardır rüyasında uçtuğunu görmemişti. Rüyada uçmanın aklını yoran bir yükünden kurtulmak olduğunu, bir günahının bağışlanacağı hayrına yorardı. Gerçi uyanıkken de yaşadıkları gözünün önünden geçer, evin içinde dünün tarlasını biçerdi.
Mutfağa girdi, sebilden bir bardak su alacaktı. Bardak rafına uzanınca sol kolunda şimşek gibi bir batar girdi. İstemeden yere çömeldi. Bir haftadır boyun kökünden sol omzuna doğru bir uyuşma, bir keçelenme hissediyordu zaten. Tansiyonu mu çıktı, şekeri mi düştü anlayamadı. Tezgâha tutunarak yavaşça sandalyeye oturdu. İyi hissetmeye başlayınca ilaç dolabından tansiyon aletini çıkarıp tansiyonunu; şeker ölçüm cihazını çıkarıp şekerine baktı. Her şey normal görünüyordu. “Aniden kolumu kaldırdım ya ondan oldu herhalde!” deyip cihazları topladı. Sağ olsun çocukları sağlığı için her şeyi alıp koymuşlardı. Bunlar olmasa çocuklarından birini çağıracak acile gideceklerdi. Oğlu : “Aman anne kas ağrısıdır o, merak etme! Acı patlıcana kırağı çalmaz.” deyip geçiştirmişti iki ay önce benzer şey yaşadığında. Kızı biraz daha duyarlıydı: “Annem bunlar ihmale gelmez, mutlaka bir doktora gitmemiz lazım. Çocukların bu hafta sınavları var. Bu hafta bitsin söz seni götüreceğim.” demişti. Aradan sekiz hafta geçti bir türlü götürmemişti. Olsun demesi bile yeterliydi. Zaten çocukların işleri başlarından aşkındı. Bir de annesiyle mi uğraşacaklardı! “Sen benim düşmanım mısın?” diye bağırdı terliğin tekine “İki de bir kayboluyorsun!” deyip kanepenin altına kaymış olan terliği çıkardı. Kimler kaybolmadı ki! Eş emanetini alıp genç yaşta toprağa gitti. Çocukları da vakti gelince evlenip barklanıp uçup gittiler.
Tam salona doğru yürürken elini başına götürüp duraksadı, yakınında tutunacak bir şey aradı. Koltuğun kenarına tutunacakken ayağı tökezledi düşerken eline masa örtüsü takılınca örtünün üstündeki radyo açma kapama düğmesinin üstüne devrildi. Açılan radyoda Müzeyyen Senar’ın “Ömrümüzün son demi, sonbaharıdır artık!” şarkısı çalınıyordu. Kadın yavaşça sol kolunun üzerine doğru yere uzandı. Şukufe kendi halinde yeri süpürüyordu, kadının boynuna doğru gelince yeleğin kozalı ipi fırçasına takıldı. Fırça döndükçe Şükufe kadının boynuna dayandı, dayandı ve durdu. Müzeyyen Senar da: “Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık!” nakaratıyla şarkısını bitirmişti.
Ertesi sabah yerel bir gazetenin son sayfasında söyle bir haber yayımlandı: “Robot süpürge yaşlı bir kadının ölümüne sebep oldu!”