Kalbit


 01 Şubat 2019


Altı yaşımı geçmiştim. Karagandı şehrinde oturuyorduk. Bir gün annem taşınacağız demişti. Ben bu sözü anlamadım. Oturduğumuz ev çok katlı bir binada idi, kapının önünde çocuk alanı vardı. Bizim ve komşu evin çocukları güneşli günlerde bu alanda oynardı. Daha önce söylendiği ‘taşınacağız’ kelimesi aklıma gelince, bu çocuk alanını, birlikte oynayan çocukları düşünerek içimden üzülüyordum.

Taşınacağımız zaman da gelmişti. Köyden benden bir yaş büyük Esen isimli kuzenim  gelmişti. Onu ben çocuk alanına götürüp, kendi elimden gelen eğlencileri gösterdim. Evin önüne büyük arabalar gelip, evin içindeki eşyaları ile arabaların içini doldurmaya başladılar. Ev telaş içinde idi. Yola çıkacak olduğumuzdan dolayı, annem beyaz gömlek giydirip siyah papyonu bağlayarak: ‘Temiz ol, yeni gidecek yerimizde bu bir ‘pis çocuk’ demesin’ diyerek bana bir uyarı yapmıştı. O uyarıyı gönlümde saklayarak terbiyeli olarak gezerdim. Bir anda kuzenim: ‘Ey, sen neden bizden kaçınıyorsun, buraya gel’ diye beni oyuna çağırdı, ben dinlemedim. Sonra taşı eline alıp, bana doğru fırlattı. Alnıma denk geldi. Gözlerimden alevler çıkıp, sımsıcak bir şey yüzüme döküldü.

Ürküp, yüzümü açsam, kan, o bembeyaz gömleğime akarak damlamıştı, bazı yerlerde ise leke şeklinde sertleşmeye başladı. Eve doğru koştum, kapının önünde annem karşıma çıktı. Annem kalabalık ile birlikte çıkmış, çünkü bütün eşyalarımız çıkarılmıştı, artık arabalara binip gidecektik. Annem merhametli davranacağını düşünsem, tam tersine, bana kızarak, elindeki mendil ile yüzümü silip, elimden tutarak arabaya doğru getirmişti. Gidecek yerimizin adı ‘Osakarovka’ diye duymuştum. Babam, o yerdeki bölge komitesinin sekreteri olarak yeni işe taşınmıştır. Annem, ben, kız ve erkek kardeşlerimle birlikte arabaya binip yola düştük. 

Osakarovka’ya gelip, iki apartmanlı ayrı bir evde yerleştik. Etrafı bomboş, 20-30 metre ileride kirişlerden yapılan kuyu vardır. Onun üzerinde su almak için barakası vardı, uzaktan bakınca büyük çukur gibi idi. Sağ tarafında çitten ‘P’ harfi örneğinde yapılmış okul vardı... Öğleden sonra, o okulun çiti altında dışarıda serbest gezen domuzlar homurdanıp, yavruların getirip otlanırdı.

Ağustos ayının sonu idi, ben yavaş yavaş alışmaya, arkadaşları bulmaya başladım. Annemin morali bu taraflara taşındığımızdan beri iyi değildi. O, babamdan gizleyerek namaz kılardı, onu çocuklar olarak bilirdik, fakat annemin bu gizemini kimseyi söylemezdik. Bu gizem, evden dışarı çıkmazdı. Sonradan anlamaya başladım ki, annem için, pis domuzların sokakta gezdiklerinden dolayı, onlar bastığı yerler, nefes aldığı hava pis gibi idi. Özellikle, içme suyu aldığımız kuyunun yanında öğleye doğru domuzlar homurdanıp yatardı. Tek bir kuyu vardı, bu suyu kullandığından beri annemin yüzü şişip, dudaklarına uçuk çıkmaya başladı. Ne yapalım, başka su yoktu, getirdiği suyu annem birkaç küçük kaselere doldururdu; kaymağını alacak süt gibi, onu da tülbentten geçirip kullanırdı.

Eylül ayı da geldi. 1952 yılında ben Elifbi’yi elimde tutarak okul kapılarını açtım. Okul alanı çocuklar ile dolu idi; çocukların ellerinde çiçekler vardı. Benden başka 2-3 yaş büyük bir abla da vardı. O üçüncü sınıfa başlayacaktı. O kalabalık içinde ikimizden başka Kazak yoktu, herkes bize şaşıra bakardı. 

Bir anda benim soyadımı seslendirdiler; bir grup çocuklarla yürüdüm. Hepimizi bir sınıfın içine alıp, orada, zayıf uzun boylu, iki renkli parlayan gözüyle, yüzü soluk olan bir hoca masalara yerleştiriyordu. Fark ettim ki, benim boyum sınıf arkadaşlarımdan uzun idi. Diğer öğrencileri yerleştirirken, bir anda benim soyadımı seslendirdi ve sağ sıradaki en sonundaki masaya oturttu. Böylece, okul başladı. Tüm gücümü vererek, eserleri evde ezberlerdim. Özellikle, harfleri yazmayı severdim. Okumayı severek başladım. Sınıfta 27 öğrenci vardı. Onların içinde Ruslar, Beyazruslular, Ukraynalılar ve Yunanlar idi. Onlardan beş-altı çocuktan, ama Kazak’tan sadece ben vardım. Günler geçerdi, dersler zorlanmaya başladı. Öğrenciler, hoca verdiği alıştırmaları yapardı, ben de hocamın ismini ezberledim. Aleksandra Vladimirovna çok sert bir hoca idi; derste ses çıkartmaya izin vermezdi. Disiplin çok katıydı, anlamadığımız soruları elimizi kaldırarak sorardık. Hocamız masalarımız arasında gezerek, çocukların yazısını kontrol ederdi. Fakat, benim masama yaklaşmazdı; ta önünde dönerek giderdi. Anlamadığım soruyu sormak için elimi kaldırsam bile bakmazdı. Sıkıldım, elimi kaldırmamaya başladım ve anlamadığım soruları evde anneme sorardım. Eğitim yılı çok çabuk geçerdi, arladaşları bulmaya başladım. Çocuklar ile öğleden sonra bazen oynardım. Evin önünde, 200-300 metre ileride bir park vardı. Bu küçük alanda top oynardık, top yokken Vova adlı kilolu bir çocuk ağır lastik topu getirirdi, takımlara bölünürdük. Vova kimi isterse o oynardı. Bazen topu getirmezdi. O zaman çimenin üzerinde oynardık. Topu getirmediği günlerden birinde bizim oynadığımız yerde 4-5 domuz vardı. Çocuklar çok gürültü yapardı; içinden birisi ‘domuzun üzerine binip yarışalım’ diye bağırdı. Herkes domuzların üzerine atlamaya, domuzlar ise homurdanıp kaçmaya başladı.

Ben yerimde dura kaldım. Benim için domuz canavar gibi idi, bir hasar gibi görünürdü. Çocuklardan yetişkin olanlar domuzun üzerine zıplayarak binip, iki kulağından tutup ata binmiş gibi onları homurdandırıp dörtnala koşardı. Bazıları ise, hala yakalamadılar. Bir anda, gıcırtılı bir ses haykırdı. ‘Kalbit’ diye bana bağırmış olan çilli yüzlü sarışın sınıf arkadaşım Petya idi. Ben onun yanına giderek ‘sen ne dedin?’ diye sordum. O ise, korkmadan ‘sen bir kalbitsin’ diyerek güldü. O anda domuzların üzerine binen yetişkinler coşku ile bizim yanımıza geldiler. Beni çok sinirlendirdiği için, kıyafetinin yakasından tutarak ‘Kalbit ne demek’ diye Petya’yı salladım. O zamanlar bizimle birlikte oynayan Vasya adlı çocuk ise, havalı bir şekilde ‘kalbit değilsen, kanıtla o zaman. Domuza bin’ dedi. 

Hangi şeytan tuttuğunu bilmem, yoksa sinirlerin tepeme çıktığından mı, en şişman domuzun üzerine zıplayarak bindim. Bütün çocuklar benim peşimden koşarak ‘o kalbit değil, o kalbit değil’ diye bağırdı. Büyük domuz rahatsız olmaya başladı, gürültü yapan çocuklar peşimde idi, ne kadar zaman geçtiğini bilmem, fakat domuz homurdanıp hiç durmadı.

Bir anda, Alkejan adlı bir yaşlı adam elinde dayak tutarak ‘Kabadayılar’ diye bana doğru koştu. Çocuklar farklı yönlere doğru kaçmışlar, ben de zıplayarak inerek dümdüz koştum. Baksam, evimizin yanında idik, burada yaşadığımı öğrenecek diye uzak bir yere koştum. Bir süre sonra eve gelirsem, koridorda büyük bir metal havza sabunlu su ile doluydu. Annemin elinde uzun bir dayak, yüzü bembeyaz, sessiz duruyordu. Ben ise, gizli gizli yüzüne bakıyordum, ama merhametli bir tipi yoktu. Sonra annem dayak ile kıyafetimi çıkartmaya başladı ve çıkarttığı kıyafetleri metal havzaya attı. Kıyafetlerimi havzanın içinde dayak ile yıkayıp, kapının önündeki gerilmiş telin üzerine astı. Pantolon, gömlek, hepsi sırayla telin üzerine asılmıştı. Beni ensemden tutarak evin içine attı. 

Bu olay benim hayatıma farklı bir nefes getirmişti. Annemin kızgınlığı geçmezdi, beni görünce gözlerinin önüne bir ‘şeytan’ gelirmiş gibi idi. Benim işim çoğalıp üzerimdeki kontrol de güçlenip oyun alanına artık çıkmazdım.

Bir gün bütün defterlerim, günlüğüm kontrol edildi. Günlükte, defterlerimde hocanın imzası yoktu. Annem bana kızıyordu, bu kadar zaman içinde hocanın ne kontrol ettiği, ne de puan verdiği yok diye beni dövüyordu. Men suçsuz olduğumu bilirdim, içimdeki öfkeyi anneme açıkça anlattım. Hoca derste soru sormadığını, defterimi kontrol etmediğini, tek başıma arka tarafımda oturduğumu, bazen ise soruları, dersi bile anlamadığımı anneme anlatarak kendimi korudum.

Zaman geçiyordu, ben de anladığım gibi derslerime devam ediyordum. 

Mart ayının güneşli günleri, pencereden giren  baharın ışınları, sınıfın içini parlatıp, ‘Ey, sen ne yapıyorsun, bu güneşli günde, dışarıya çıksana’ diye gönlüne bir nefes verirdi. Bir anda zil çaldı, hepimiz yerlerimizden kalkıp kapıya doğru gittik. Koşarak çıksam, kapının önünde güzel kıyafetlerini giymiş annem duruyordu. ‘Dur’ diye elimden tutup, bütün çocukların çıkmasını bekleyip, benimle kapıyı kapatarak sınıfın içine girdi. 

Annem, ince boylu, yuvarlak kahverengi gözlü, cesur bir kadındı. O zamalar, Kazak kızlarınki gibi hocalık eğitimi olsa bile, taşındığımızdan beri çalışmadı. Ben sınıfın bir köşesinde yerleştim, annem hoca ile birlikte karşı karşıya oturup, yüksek sesle konuşuyordu. İkisinin yüzleri de soğuktu. Annemin eski parlak rengi yoktu, yüzünün uçları kızarmış, birisi dokunursa yanarmış gibi idi. Bir anda hocam bana kırılmış gibi göründü, kulağıma hayatım boyunca hiç duymadığım ‘şovenist’, ‘kültürsüz’ gibi kelimeler duyulurdu. 

Zil çaldı, kapı açılıp sınıfa çocuklar girdi. Bir anda, annem ve hocam dışarı çıktı. Sınıfın içi gürültü içindedir. Birazdan sonra, yüzü kızarıp hocam sınıfa girdi.

Arka’nın güneşli baharı idi. Bugün güneşli olsa, yarın kemiklere kadar dokunan çok soğuk olur, dün eriyen kar buz gibi donar. Derslerim devam etmekte idi, bazı değişiklikler vardı. Hoca beni başka masaya oturttu. Bazen dersi sorardı, fakat hala yüzü soğuktu. Evde annemden ses çıkmıyordu, eski sabırlı halinde idi. Bende diğerleri gibi derslerime devam ediyordum. Baharın sabahlarda soğuk rüzgar eserdi, yerleri kaygan idi, dün eriyen karlar buz olup donardı. Ben çantamı tutup okula koşarak gelirdim. Bir günü, okulun alanına girdiğimde önümde uzun boylu biri giderdi ve bir anda buz üzerinde kayarak önümde düştü. Domuzun vücudu gibi beyaz baldırları, elleri havada idi. Yaklaşınca yüzüne gözlerim dikildi. Baksam, benim hocam idi. Buz üzerinde olsa bile renkli gözleri, bana yardım et diye emreder gibi idi. Bilmiyorum neden, belki eski kızgınlığımdan dolayı, vücudum titreyip, içim ateşlenip, onun yüzüne bakarak bir istemsiz ses ağzımdan ‘şovenist’ kelimesini çıkartarak, okula doğru koştum, zil de çaldı.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 146. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 146. Sayı