Karlag’dan Mektup


 01 Aralık 2022



 

O yıl kar kalın yağdı. Önce lapa lapa, sonra ince ince, sonra da kuşbaşı ve nihayet ebe bulguru. Gece gündüz, bir ay boyunca ak pak olup yağdı durdu. Büyükler, “Önümüzdeki yaz otlar sık çıkar, ekine de iyi gelir.ˮ diyerek durumdan memnunlardı. Ama kar doyumsuz bir şekilde yağdıkça kara kara düşünmeye başladılar. “Şimdilik hava duru, ama biraz esmeye görsün, gökle yer arası beyaz kargaşaya dönüşecek, Allah korusun!ˮ dediler. “Hiç olmazsa mevcut kar tutsa, bununla dursa.ˮ dediler. Kar tuttu; önce esen rüzgâr büyük fırtınaya dönüştü; ayaz şiddetlendi; kar durmadan yağmaya devam etti. Dağ yok; bozkır yok, dere yok; yer ile gök bembeyaz düzlük. Köy ise dümdüz, gözükmüyor. Çatısız evlerin hepsi rüzgârla oluşmuş kar yığınları altında kaldı. Neresinin insan meskeni olduğu ancak dumanı tüten alçak bacalardan anlaşılıyor. Kâh birbirlerine çok yakın kâh dağınık yapılan, zaten düzensiz ve çapraşık olan damların arasında sokak veya çığralık namına hiçbir şey yok. Sadece her ahırın dış kapısının önü yarılmış, yol düşmüş. Önceleri sabahları kalkınca kapılarını güç bela aralayıp bazen de birbirlerini karın altından çekip çıkaran insanlar, buna da alıştılar. “İnden çıktık.ˮ diye espri yapıyorlardı. Şimdi ise “inde kalakaldık,ˮ diyorlar. O günlerde bizim köyün dış dünyayla -altmış kilometrelik mesafede olan ilçe merkeziyle- bağlantısı büsbütün kopmuş; gidiş gelişler, alışverişler durmuştu. Önceleri buna da kimse aldırmadı. Ancak çok geçmeden herkesin huzuru kaçtı. İlk önce büyük bir evin bitişiğindeki dükkânda çay tükendi. Sonra tuz. Daha sonra ise bütün köyde gaz yağının bittiği öğrenildi. Yani karanlıkta oturuyorduk. Daha önce bol ışıklı olarak görünen yedilik, onluk camı olan gaz lambaları rafa kaldırıldı ve herkes yağ lambasına -kandile- geçti. Yağ lambası, el yapımıydı. Önce eski bir bez parçası ya da montun yırtık yerinden koparılan pamuk yuvarlanıp fitil yapılır. Sonra ters çevrilmiş çay kâsesinin altına azıcık yağ, tabii başka yağ yok, kızgın ateşte eritilerek elde edilen sıvı hayvansal yağ dökülürdü. Fitili yağa bandırıp yakınız, o kadar. Bu arada, birçok evde kibrit de bitmişti. Ama ışığın sönmemesi gerek. Her şeye rağmen köy hayatı eski hâlinde devam etti. Durumu olanlar, soğım  kesmişlerdi. Kimi at, kimiyse inek. Durumu olmayanlar; dana, tayınşa , en azından iki tane koyun. Sonbaharda harman yerinden aldıkları bir iki çuval buğdayları var. Tek inekten biriktirdiği yarım karın tereyağı , iki üç torba kurut, peynir de cabası.

Korkunç savaş biteli dört yıl geçmişti. Ama sanki kırk yıl önce bitmişti ya da hiç bitmemiş gibiydi. Yazın Sovyetler dışında falanca yerde patlama, filanca yerde sürgün olduğuna dair kötü haberler gelip durdu. Kış geleli kesildi: Köyde radyo yoktu; gazete gelmeyeli iki ay olmuştu; sanki yeryüzünde ebedî barış hüküm sürmekteydi. Hatta çok kar yağması ve yolların tamamen kapanması makbule geçti. İlçe merkezinden gelen memurun huzursuz eden ziyaretleri kesilmişti. Niçin geldiği belli olmayan, henüz bir ay geçmeden köy köy gezerek kimseye bir şey söylemese de, sırf kırmızı yakaları, sert yüz ifadeleri ve kaşları altından fışkıran soğuk bakışlarıyla etrafa korku salan İnkibidi  de yoktu. Ne mutlu. Biz de rahatlığın ve huzurun keyfini sürüyorduk. Aralığın sonunda yakın akrabalarımızın çoğunu soğım ziyafetine davet etmiştik. Onlar da sırası gelince bizi ağırladılar. Daha sonra ise hısım akraba, konu komşu arasında sıbağa  gönderme başladı. O zamanlar bizim köyde içkinin adı bile yoktu. Misafirliğe gider gitmez çay ikram edilir, sonra et yemeği, peşinden yine çay ziyafeti olurdu. Bunlar arasında çeşitli konularda sohbet edilirdi. En son olarak da konakkade , yani sıra hikâye, masal ve destan anlatımına gelirdi. Bazı günler kitaplar okunurdu, cana can katan. Önceden masal ve destanları dedem anlatırdı. Eski ve yeni kitaplarda yazılı hikâyeleri babam anlatırdı. Artık bütün bu görevler bana düştü. Masalları ballandıra ballandıra anlatır, “Alpamıs”, “Yedige” destanlarını ezbere okurdum. Gelenler de, dedem de memnun kalırdı. Bunlar çocukluğumun en mutlu günleriydi. Böylece herkesle eşit, hatta kimilerinden daha iyi durumda hayatımıza devam ediyorduk. Bir anda ağız tadımız bozuluverdi.

Kolhoz yöneticisi Şayken ağabey, yıllık raporunu teslim etmek üzere yanına güvendiği üç delikanlıyı almış, kalın kürkünü üstüne geçirip besili ata binmiş hâlde ilçe merkezine gitmişti. Güçlü atlar, sırayla önlerinden gidip gövdeleriyle kalın karları yararak yol açmışlar. Köyle ilçe arasındaki çoban köylerde iki gece geçirdikten sonra üçüncü gece zar zor ulaşmışlar. İki gün kaldığı ilçede raporunu teslim etmiş. Yine üç günü yolda geçirdikten sonra, nihayet sekizinci gün elleri yüzleri soğuktan şişmiş, bıyıkları buz tutmuş vaziyette sağ salim döndüler. Şayken ağabey getirdi. İmza karşılığında vermişler. Mağaş ağabeyisine saygısından dolayı aldığını söyledi. Üzerinde büyük lider Stalin’in resmi olan dörtgen şeklinde alacalı bir zarf. Özel mektup. Ailemizin çoktan öldüye saydığı kişiden. Müslüm ağabeyden.

Müslüm ağabeyin adını ilk defa babaannemden duydum. Ben ikinci sınıfta okuyan başarılı bir öğrenciydim. Vee şimdi düşünüyorum da, biraz övünmeyi seviyormuşum o zamanlar. Övünmeyeyim diyorum, ama içim içime sığmazdı. Diyelim, bir dersten beş  aldım. Nasıl söylemezsin bunu? “Beş aldım.ˮ derdim babaanneme. Babaannem sevinir. Ertesi gün yine “beşˮ. Yine sevinç. Öbür gün, ondan sonraki gün... İyice arttı. Artık babaannem, endişelenmeye başladı. “Madiyar’a neden hep beş veriyorsun?ˮ dedi öğretmene. Öğretmen, kendi oğlu, benim de babam. “Başarılı olduğu için.ˮ “Beş verme,ˮ diyor babaannem, “beş’i başka çocuklara ver.ˮ “Notu herkes kendi başarı durumuna göre alır,ˮ diyor öğretmen gülerek. “Ne eksik, ne de fazla, ana...ˮ Babaannem, iyice telaşlanıyor. “Madiyar, ışığım, güneşim, yavrucuğum,ˮ diyor, “beş almayıver. “Dörtˮ de fena bir not değilmiş ya. “Üçˮ olursa daha iyi. Evlerden ırak...ˮ Ancak ben kendimi durduramıyordum. Bir beş daha alıverirdim. Bazen de birkaç tanesini birden. Babaannem, yine korkuyor. Sadece nazardan değil, ondan daha tehlikelisi varmış. “Sivrilme. Çok göze girme. Bu eğitim dediğin... güzel şeydir. Lakin çok başarılı olmak hayra alamet değil.ˮ dedi babaannem ve Müslüm ağabeyin öyküsünü anlattı. Genel hatlarıyla, sonunu. Kalan kısımlarını dedemden öğrendim. “Benim bir büyüğüm olan Böjey deden, Mekalay’ dan önce Tomsk şehrinde hekimlik okulunu bitirdi.ˮ dedi dedem. “İnsan hekimliği okulunun en büyüğünü. Başka yerlere gitmeyip doğrudan köyümüze döndü. Yöneticilikte, bolıs  idareciliğinde hiç gönlü yoktu; sadece doktorluğunu yaptı. Abay’la dosttu, halk arasında saygın biriydi. İşte bu Böjey büyüğümüz, dört oğlunun arasından özellikle büyük umut bağladığı Müslüm adlı oğlunu bilim yoluna yönlendirdi. İlk eğitimi kendi verdi; sonra toplumun kargaşa içinde bulunduğu bir dönemde bir şekilde köyümüzde kalan Rus gencine teslim etti. O günlerde Rus çarı tahtından düşmüş, yeni hükûmet kurulmuştu. Müslüm’ü Semey’e gönderdi. İki üç yıl sonra okulunu bitirip döndü ve tam da kampeske’den  önce bir at sürüsünü satıp paraya çevirerek Petersburg’a doğru yollandı. Oraya varamamış; yolda Saratov şehrinde büyük bir okula girmiş. Çok geçmeden Moskova’ya geçmiş. Orada büyük bir okulu başarıyla tamamladı. Bununla kalmayıp daha da büyük okuldan mezun oldu; bilimsel bir çalışmasını savundu ve Moskova’da işe girdi. O yıllarda buralarda büyük açlık atlatılmış, halk kendine gelmeye başlamıştı. Moskova’da okumuş aydın birisinin varlığını duyan Kazakistan hükûmeti, “Yiğidimizi memlekete geri gönder, burada yerli halktan yüksek seviyede bilgili, eğitimli kadroya ihtiyacımız var.ˮ diyerek ısrarla Almatı’ya aldırdı. Böylece yeni açılan büyük bir bilim yuvasında prapesir  olarak ders verdi. İki yıl. Sadece iki yıl. Çağdaşlarının önünde olan, fırtına gibi esen Kazak delikanlısını bırakırlar mı hiç? ‘Babası zengindi, kendisi milliyetçidir!’ diyerek tutuklamışlar. Gidiş o gidiş. İtjekken’e , daha da uzağa. Habersiz, izsiz... Otuzuna yeni girmişti... Ne Kuran okutabiliyoruz ne de iyi olmasını dileyebiliyoruz...,ˮ dedi iç geçirerek. “Peki, sen... Babaannen öylesine diyor. Okumaya devam et. İyi oku. Her zaman önde ol. Okumamışlar da sürüldüler.ˮ diye ekledi. “Bu köyde Mevlambay diye aktivist, sütü bozuk biri, oğlunun adını Stalin koymuştu. Evine yargıç ve savcıyı davet etmiş, koyun kesmiş ağırlarken küçük kızı koşarak gelmiş: ‘Baba, baba, Stalin altını pis yaptı!’ demiş. Ertesi gün onu tutuklayıp götürmüşlerdi. Daha önce Toksan adlı bir genç, az maz okuması var, Kerip ’i halk düşmanları vurmuşlar diye millet panik içindeyken: ‘Lenin’den sonra da tan ağardı, güneş doğdu. Kerip öldü diye kıyamet kopmaz.’ demişti. O da sırra kadem bastı. Oku. Yalnız, fazla lafa düşkün olmamak gerek. Çocuk olsan da ne konuştuğuna dikkat etmelisin. Boş laflardan bir fayda yok. Her yerde, her durumda. Sadece yaptığın işle kendini göstermelisin. Eğitiminle. Çok iyi oku. Diğeri... Kaderin neyse o.ˮ dedi. “Hey, Müslüm, sevgili Müslüm... Daha çocukken bile yarışa katılacak at gibi parlardı. Ne yazık ki...ˮ dedi.

İşte o Müslüm ağabeyden mektup geldi.

Ailecek üç kez okuduk. Önce şaşırdık. Sonra sevindik. Daha sonra ise kederlendik. En sonunda bocaladık. Şaşırmamız, beklenmedik bir durum olduğundandı. Sevincimiz, yaşıyor olmasından. Kederlenmemiz, hâlâ sürgünde olmasındandı. Bocalamamız ise... şüphe ile tehlike duymamızdan kaynaklanıyordu.

“Kesin kendisi mi?ˮ dedi dedem, “Benziyor. Yine de ne yapacaklar diye...ˮ “Mektup Karagandı’dan.ˮ dedi babam. “Görünüşe göre o civardaki kamplardan biri. Sırf sayılar. Yazıldığı yer şüphe götürmez ve her şeyi de biliyor...ˮ “Onlar da her şeyi bilirler. Seni yoklamak için...ˮ dedi dedem. “O zaman mektubu benim adıma yazarlardı. Hayır, kesin kendisidir. İşte, bakınız...ˮ diye babam dedeme değil, bana gösterdi. “Arapça değil, Latince değil, buna zaten izin verilmezdi, Rus harfleriyle yazmış. Yalnız Kazakça harfler yok; q yerine k kullanmış. Müslüm ağabey, okumuş biri. Ama o, biz Latin’den şu anki yazıya geçmeden önce sürülmüştü. Rus yazısına geçtiğimizi duymuş olabilir ya da söylemişlerdir. Ancak Kazakça seslerin nasıl gösterildiğini bilmiyor.... Eğer bu, bir tuzak olsaydı, bu kadar açık şeyleri hatasız yazarlardı...ˮ Artık hiç şüphe kalmamıştı. Kendisi. Yalnız... ne yapmalıyız? Bocalamamızın en büyük sebebi buydu.

“Madiyar, Tüseken’i çağırır mısın?ˮ dedi dedem. Tüseken, Tüsip aksakaldır. Geçen sonbahar geldi. On yılını verip gayipten dönen tek kişidir. Sadece bu köydeki değil, bütün ilçede. Eviyle bizimkinin arasında sadece bir ev var. Güreş yapan pehlivan bir oğlu var. Kendisi de yaşlılığına rağmen, güçlü biridir.

“Böjey büyüğümüzün âlim oğlu yaşıyor demek...ˮ Tüsip aksakal, kalın kaşlarını çatarak kırlaşmış bıyığını kıvırdı ve az sonra: “Kesin kendisi. Şu, Karlag’ın işaretidir. Karagandı’nın yanındaki meşhur kamp. Ben de tıpkı onun gibi Steplag’da kaldım,ˮ dedi. Derin bir iç geçirip saçları kazınmış olan bembeyaz başını okşadı. “Allah güç kuvvet versin,ˮ diye ekledi. “Kefen giyen değil, kepenek giyen gelir.” derler. Bakalım, ne demiş?ˮ

Gaz lambasının ölgün ışığında mektubu dördüncü kez okuduk. “Mağaş ağabey...ˮ diye başlıyor mektup. Hemen devamında bizim köyden tanıdığı üç dört aksakalın adlarını anmış. Onların hiçbiri artık hayatta yoktu. “Savaşa seferber edilen çocukların hepsi sağ salim dönmüşlerdir. Ölenlere rahmet, dirilerine de bereket,ˮ demiş. “Ya Rabbim!ˮ dedi babaannem gözleri yaşla dolarak. “Yavrucuğum kendisi boyunduruk altındayken bile kardeşlerinin esenliğini diliyor...ˮ “Ben sağ salimim, varım,ˮ demiş. “Öyle okumuş birine oralarda da ihtiyaç vardır herhâlde...ˮ dedi dedem. “İhtiyaç yok,ˮ dedi Tüsip aksakal. “Benim gördüğüm, en ağır durumda olanlar işte bu okumuş kimselerdi. Gerçek halk düşmanları diyerek onlara karşı özellikle acımasızlardı. Ağır yaşam şartlarına pek yatkın değillerdi. Bir yıl geçmeden kırılıp gittiler. Eskiler de, yeniler de. En güçlüler, askerden gelenler oldu. Hem açlığa hem de eziyete pek dayanıklı olanlar, bizim gibi yoksul işçilerdi.ˮ Nefesini tutup biraz irkildi. “Söylemesi kolay. Ama orada hiçbir kahramanlığın ve güçlülüğün bir faydası yok,ˮ dedi. “Bir şans eseri sağ çıkılabilir...ˮ “Ya Allah!ˮ dedi dedem daha da kaygılanarak. “Bu günlerde... birçok kolaylık var...ˮ “Şuradaki kelimeler silinmiş,ˮ dedi babam. “İyice kontrol edilerek gönderilir,ˮ dedi Tüsip aksakal. “Eskisiyle karşılaştırıldığındaˮ veya “eskisi gibi değilˮ demiş olabilir.ˮ “Aynen öyle,ˮ dedi babam, “iki tane kelime sığar buraya.ˮ “Kolaylık... kolaylık var...,ˮ dedi Tüsip aksakal. “Kolaylık dediği, mektup yazmasına izin vermeleridir. Öyle bir kolaylık sonucunda çıktım ben...ˮ Nasıl çıktığını bir sır olarak dedeme anlatmış. Demir kafeslerin içinde dolaşan söylenti. Savaşta yan yana olan güçlü ülkeler tarafından, Sovyetler’de milyonlarca suçsuz insanın kamplara kapatıldığına dair mesele gündeme getirilmiş olsa gerek. Uluslararası bir mahkemeye vermek istemişler. Bundan çekinen Sovyetler, birçok tutukluyu salıvermiş. “Benim gibi az sayıda yoksul işçi,ˮ demiş. “Çoğu ise dolandırıcı, hırsız. Onlara “halkın dostuˮ derdik. Sovyet hükûmetinin gerçek dostu...ˮ Dedem, bir tenhada babama anlatırken kulak misafiri olmuştum. O sözü anımsadım: “İyi düşmandır, kötü dosttur.ˮ Müslüm ağabeyin mektubuna tekrar dikkat kesildik. “Durumu, yakını olanların dışarıdan yardım ve destek almalarına izin verildi,ˮ demiş Müslüm ağabey. “Besleyici yiyecek, sıcak kıyafet gibi. Benim sizden başka kimsem yok. Mağaş ağabey...ˮ “Bir iki kelime daha silinmiş, “inşallahˮ demiş olabilir,ˮ dedi babam. “Mağaş ağabey inşallah sağdır, sağlıklıdır ümidiyle yazıyorum. Hiç olmazsa, var olduğumu, hâlâ...ˮ yaşadığımı, dedi babam kendisi ekleyerek “yaşadığımı haber vermek istedim. Selamette kalınız. Bizden sonraki çocuklar...ˮ “Burada birkaç tane kelime yok...ˮ “Bizim yaşadıklarımızı yaşamasınlar demiştir,ˮ dedi Tüsip aksakal. “Evet.ˮ “Evlerden ırak...ˮ Yine silinmiş. “Mağaş’ın kendisi yoksa artık, bu mektup eline geçen kimse, hayatta olan hısım akrabaya selamımı iletsin. İyilik, huzur diliyorum. Elveda, elveda, sevgili halkım!..ˮ

Büyüklerin hepsi sustu. “Umutsuzluk şeytandandır,ˮ dedi Tüsip aksakal. “Bu yazının bazı yerlerindeki eğriliklere bakılırsa dohodyaga ... Kazakçası kötürüm... Kötürüme yakın durumda. Ağır işler, devamlı açlık... Son derece tüketir. Öyle olduğunda -dohodyaga- kötürüm olduğunda, bir yönetici, saygın bir doktor merhamet ederse, revire çıkarılır. Yoksa sonu gelmiştir demek. Müslüm kardeşimizin de hâli kötürüme yakın ya da revire çıkarılmıştır. Böyle durumlarda azıcık istirahat, en önemlisi de iyi yemek olursa, iyileşir. Yoksa... zor. Evet, özünde güçlü bir çocuk; ağız sütü içerek büyüyen zengin çocuğu. Sağlamdır. Kaç yıl? Gideli kaç yıl oldu?ˮ “On iki yıl,ˮ dedi dedem. “Ama kaç yıl giydiğini bilmiyoruz.ˮ “Bunu bilmenin bir faydası yok,ˮ dedi Tüsip aksakal. “On yıl mı, yirmi beş yıl mı... fark etmez. Süresi bitmeye yakın bir bahane uydurup ek süre daha verirler... Yine de “Kırk yıl kıran olmuş, eceli gelen ölmüş.” Tanrı yardımcısı olsun. Kim bilir... Bundan sonrasını... düşünüp kendiniz karar veriniz...ˮ “Düşünecek ne var?ˮ dedi dedem, “Bu adrese koli göndereceğiz.ˮ Tüsip aksakal, bıyığını burdu ve az sonra “Doğru!ˮ dedi, “Ancak ben orayı gören, burayı da bilen yakınınız olarak sizi uyarmalıyım. Bu mektup şu anda ilçede, İnkibidi’nin özel bölümünde kayıt altına alınmış durumda.ˮ “Postanede Şaken’e imza karşılığında vermişler,ˮ dedi dedem. “Tabii,ˮ dedi Tüsip aksakal, “zarfın üstündeki kamp damgası dikkatten kaçmaz. Öyle yönerge de olabilir. Postane, yukarılara haber vermekle yükümlüdür. Özenle kayıt altına alındı. Şimdi de pusuda bekliyorlar. Ne yapacaklar diye... Posta paketi gönderirsen, yandaşı olarak fişlenirsin.ˮ “Beni n’apsınlar?ˮ dedi dedem, soğuk ve tatsız bir edayla gülümseyerek. “Seksen yaşlarında ihtiyarları da gördük,ˮ dedi Tüsip aksakal. “Sözüm meclisten ırak...ˮ “Bana bir zararı dokunmaz,ˮ dedi babam. “Toplama kampından beni müttefik devlet olan Amerikalılar serbest bıraktılar. Savaşta başımdan yaralandım. Bir bahane bulsalardı, çoktan götürürlerdi. Bana bir zararı olmaz Müslüm ağabeyin.ˮ “Koliyi göndereceğiz. Yoksa ben mezarımda rahat yatamam,ˮ dedi dedem. “Benimki iyi niyet,ˮ dedi Tüsip aksakal, “yoksa kardeşe can kurban. Koli gönderecekseniz, neyi nasıl göndereceğinizi bana sorunuz.ˮ

Dedem ile babaannem, Tüsip aksakalın tavsiyeleri üzerine Müslüm ağabeye özel koli hazırlığına koyuldular. Tütsülenmiş, kürlenmiş, yağı iyice kurumuş olan kemiksiz kos kazı . “Pişirmeye gerek yok, kendisi de bilir zaten, bir kenarından ısırarak yer,ˮ dedi dedem. Bir bez parçasının içine konularak ağzı dikilen yarım libre şeker. “İki küçük parçası bir günlük yiyeceğini karşılar,ˮ dedi Tüsip aksakal. Beş kutu Prima sigarası. “Sigara içmese bile takas ya da satması için gereklidir,ˮ diyerek Tüsip aksakal aldırdı. Dedem Kazbek diye daha iyisini istese de, Tüsip aksakal: “Kutuları büyük, yer kapsayacaktır; ayrıca onu yöneticiler dışında kimse içmez,ˮ dedi. “O zaman belki yöneticisinin gönlünü alır,ˮ diye dedem, yine de bir kutusunu koydurdu. Yedi kutu kibrit, altısı sigara için, kalan bir tanesi de kendisi için, bir ihtiyacını görür diye. Bir kâse darıdan yapılmış jent . İki avuç kurut. Bir kutu elli gramlık çay. Yün örgü sıcak çorap. Babamın biraz eskimiş, ama sıcak tutan, deve yününden kazağı. Babaannem, daha iyisini koyacak olduysa da Tüsip aksakal olmaz dedi, yeni giysilere daha güçlü olanlar el koyarlar... Tüsip aksakalın tarif etmesiyle özel yapılan orta büyüklükteki hafif kontrplaktan kolinin içine sığanlar ancak bu kadardı. “İlk gönderdiğimiz bir ulaşsın, yine göndeririz,ˮ dedi dedem. Babam, kolinin kapağına ıslatılmış kurşun kalemle kocaman olarak ilgili adresi yazdı. “Ağzını kapatma, postanede kontrol edebilirler, orada çivilerle kapatıverirsin,ˮ dedi Tüsip aksakal.

O günlerde kar iyice tutmuştu. Köyden ilçeye birileri daha gideceklerdi. Dedem, kır atını eyerleyip kakım postundan gocuğunun dışına yün örgü kaftanını geçirdi, heybesini arkasına yerleştirdi ve yola koyuldu. Koliyi teslim etmeyi başardı ve bir hafta sonra sağ salim geri döndü. Şimdi ise gün saymaya başladı. Karlag’dan çıkan mektubu on dokuzuncu gün almışız. Bunun beş günü ilçe postanesinin emrinde. Demek ki iki ara on dört gün. Semey’den posta uçağı gelene kadar koli altı yedi gün bekletilebilir. Belki de beklemesine gerek kalmadan ertesi gün gönderilmiştir. Olsun, bir hafta, bilemedin iki hafta. Neticede en kötü ihtimal yirmi yirmi iki günde ulaşır. Alır almaz cevaben mektup yazılır. On beş gün daha. Demek oluyor ki kırk güne kadar bir haberini alırız. Sadece kolinin ulaşmasıyla ilgili değil, Müslüm ağabeyin kötürüm olmaktan kurtulduğu, sağ olduğu haberini de.

Kırk gün geçmedi. Hatta yirmi gün bile olmadı. İkinci hafta dedemin ilçeye İnkibidi’nin özel bölümüne çağrıldığı haberi geldi. Babaannemin yüreği yerinden oynadı, dedemin beti benzi attı. Ailece huzurumuz kaçtı. “Hiçbir şey olmaz,ˮ dedi dedemden yaşça küçük, ama görmüş geçirmiş Tüsip aksakal, “Seni tutuklayacak olsalardı, gelip alırlardı. Yahu, Mağaş ağabey, bizim atımızın yarışta birinci gelmesi gibi, gelinlerimizin erkek çocuk doğurmaları gibi sevinç kaynağı değil de nedir bu onlar için? Yeni birisini tutuklamaktan daha keyifli ne olabilir ki? Yok, kendilerinin de iyi bildikleri Müslüm hakkında soracaklar sana. Cevap almak değil, bilgi almaktır bu. Hiçbir şeyden korkma,ˮ dedi.

Dedem, ilçeye gitti. Gerçekten de Müslüm ağabeyle ilgiliydi bu. Akrabalık ilişkilerini netleştirmek amaçlıymış. “Amca oğlunun oğlu, kardeşimdir,ˮ demiş dedem. “O hâlde üstüne düşecek kadar yakın değilmiş,ˮ demiş. “Hayır, çok yakın akrabadır. Kazaklarda yedi ataya kadar kardeş, çok yakın sayılır,ˮ demiş dedem. “Siz feodalizm masalını bir kenara atınız,ˮ demiş özel bölüm şefi sert bir edayla. Gencecik biri. En fazla otuzundaymış. “Sizi kurtarmak için söylenen lafları nasıl anlamazsınız? Kolinizin içinde ne var?ˮ Dedem, tek tek saymış içindekileri. “Bunu biliyoruz,ˮ demiş, “Açık söylemeniz ne kadar iyi. Sizce Sovyet terbiye kurumunda kalan birinin karnı aç, kendi çıplak mı?ˮ “Yavrum, bunlar ev yemekleri. Millet köyde de birbirini misafirliğe sıbağa için davet eder yahu,ˮ demiş dedem. “Öyleyse, şeker de mi sıbağa?ˮ “Devletin çıkardığı helal yiyecek olunca...,ˮ demiş dedem. “Peki... Ne amaçla göndermek istediniz?ˮ demiş yönetici. Dedem, mektubu göstermiş ve “İşte mektup, hükûmet birçok kolaylık sağlıyor diye yazmış, öyle bir kanun olsa gerek,ˮ demiş. “Evet,ˮ demiş yönetici soğuk soğuk gülümseyerek ve oturduğu sandalyenin arkasına yaslanarak. “Evet. Ulu Stalin’in yetiştirdiği Bolşevikler, düşmanlarına karşı acımasızdırlar. Fakat diz çöküp suçunu itiraf eden düşmanını merhametle affettiği de oluyor. Sizin akrabanız, böyle bir merhametin dışında kalan kimsedir. Yine de biz, hür bir ülkeyiz. Bütün Sovyet insanlarının hakkı hukuku var. Çok yakın gördüğünüz hemşehri olan akrabanıza yardım etmek istiyorsanız... biz bunu yasaklayamayız. Ancak...ˮ demiş yönetici aniden ciddileşip “her şeyi kendi sorumluluğunuza alacaksınız. Öğretmen oğlunuz mu var?ˮ “Var,ˮ demiş dedem, “ama ulu lider Stalin’in kendisi demiş ya, babası için oğlu sorumlu olmaz diye.ˮ Yönetici, başını sallayarak gülümsemiş. “Çok bilen, inatçı ihtiyara benziyorsun. Doğru diyorsun, eğer oğlunun hiçbir suçu yoksa. Eğer bir suçu varsa... göstereceğiz ona dünyanın kaç bucak olduğunu!..ˮ “Tam da o anda yüreğim ağzıma geldi,ˮ dedi dedem. “Artık gidebilirsiniz,ˮ demiş yönetici, “Şimdilik özgürsünüz. Sağ salim köyünüze dönün. Giderken postaneye uğramayı unutmayın...ˮ Dedem, postaneye gittiğinde... iki hafta önce teslim ettiği kolisi karşısına çıkmış. “Oğlum, bu ne?ˮ demiş kendi elleriyle iade eden posta müdürüne. “Karlag’dan selam,ˮ demiş posta müdürü gülerek, “Size karnı acıkmasın, üşümesin diye göndermiş oradaki halk düşmanı kardeşiniz...ˮ Geçen sefer koliyi teslim alan kızlar, sessizce başlarını eğerek oturuyorlarmış. “Aksakal,ˮ demiş posta müdürü etrafına bakındıktan sonra sesini alçaltarak, “sizin biraz önce bulunduğunuz yerde ben de oldum. Hükûmetin izni var, göndermek isterseniz bir itirazımız yok, dediler. Ancak benim kendi sorumluluğuma almam gerekiyormuş... Mağaş ağabey,ˮ demiş ezile büzüle, “benim çoluğum çocuğum var, kendi sorumluluğuma alamam...ˮ

Dedemin heybesine koyup geri getirdiği koli, açılmamış hâlde kilerde uzun süre buz kesilerek durdu. Soğım eti bitmeye yaklaştığında, kışın sonunda kapağını açtık. Açık hâliyle yine birkaç gün öylece durdu. Derken Nevruz da geldi. Gelmesine geldi de, kar erimek bilmedi. Kolhoz mallarının yarısı telef olmuştu. Havaların da hiç ısınacağı yoktu. Evlerin arası kar yığınlarından geçilmiyor, önleri ise don. İllaki Nevruz. Babaannem, dokuz çeşit yiyeceğin karışımından Nevruz çorbası yaptı. O gün, Müslüm ağabey için ayırdığımız büyük kazı’yı bütün olarak kazana koydu. Akşam önümüze pişmiş hâliyle geldiğinde boğazımız düğümlendi. “Sakladığını çıkarırsa, özlenen yolcu çok bekletmeden gelir.ˮ derler, dedi babaannem. Ancak o zaman dedemin keyfi yerine gelir gibi oldu. Herkes biraz daha rahatladı. Ben isli, yağı cam gibi parlayıp donan kazı’dan kesilmiş iki parça yedim. Biri kendim için; diğeri ise demir parmaklıklar arkasında elden ayaktan düşmüş Müslüm ağabeyim içindi.

Ertesi gün fırtına koptu. Dünyanın altı üstüne gelmiş gibiydi. Uğuldayarak öğüren, içini çekip uluyan, karı şiddetle sürükleyen tipi. Bitmek tükenmek bilmeyen ayaz. Güneşin söndüğü, karanlığın hâkim olduğu buzlu cehennem.

Üç gün geçti. Beş gün geçti. On gün... Kar fırtınası, hâlâ var gücüyle sürüyordu. Yüze çarparak iliklere işleyen beyaz alev, asla bitmeyecek gibiydi. Sanki yazı geçirip güze ulaşıp bir sonraki kışa kalacak dersin.

Milletin aklı şaştı. Korkmayan, telaşa kapılmayan sadece bir kişi vardı. Sadece bir kişi. O, bendim. Çünkü bu fırtına, bildiğiniz fırtınalardan değildi.

Müslüm ağabeyin ıstırap ve kederi, benim de birikmiş öfkem, diye düşündüm.

Benim keder ve ıstırabımmış.

O zamanlar bilememişim. İki yıl sonra babam tutuklandı. Semey şehrindeki dört aylık soruşturmadan sonra, ilgili yere gönderildi. Bilindik Karagandı değil. Kuzeye, itjekken’den daha da uzak olan Vorkuta’ya. Yirmi beş yıla. Mektupsuz, habersiz. Aydınlık dünyaya bir daha kavuşamamanın ümitsizliğiyle.

O günlerde ben on bir yaşındaydım.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 192. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 192. Sayı