HaftanınÇok Okunanları
Ayşe Solmaz 1
KEMAL BOZOK 2
MUHİTTİN GÜMÜŞ 3
FEYZA TUĞÇE FIRAT 4
HİDAYET ORUÇOV 5
NIKA ZHOLDOSHEVA 6
Kardeş Kalemler 7
Bir keresinde, oğulları askerden gelen komşularımın kurban ziyafetinde bulunmuştum. Bildiğiniz gibi komşuya her zaman en itibarlı köşe ayrılır. Ben odaya girer girmez ev sahiplerinden bir delikanlı beni alıp sofradaki en yaşlının sağ tarafına oturttu. Benden başka da epeyce insan gelip sofradaki yerlerini aldılar. Oturup biraz dinlendikten sonra, sofradaki en yaşlımız bir dua okudu ve ziyafet başladı. Sofranın en yaşlısı olan büyüğümüz vatani görevini alnının akıyla tamamlayıp dönen delikanlıya, bundan sonraki mutlu hayatında işini-gücünü bulup, her zaman adının iyiliklerle anılmasını, övgülere layık olmasını diledi. Delikanlının annesine, babasına, köy halkına ve devletimize, yüce Allahtan refah ve huzur temenni etti. Sonra sofradakilere bir göz atıp dua faslını kapattı. Duayı sofra başında ayakta dinleyen misafirler de kadehlerini bir dikişte içip yerlerine oturdular. Misafirler biraz yiyip-içmekle meşgul olduktan sonra, sofra başkanı konumundaki en yaşlımız oturanlara sırayla söz verdi. Misafirler de vatani görevini yerine getirip gelen delikanlıya iyilikler-güzellikler dilediler, bu vesileyle onlar da askerlik yaptıkları günleri hatırladılar. Avludan güzel müziklerin sesi geliyordu. Delikanlılar ve genç kızlar değişik Kafkas danslarını oynuyorlardı. Kızlar adeta kuğuların gölde yüzmesini andırır bir biçimde süzülüyorlardı. Delikanlılar ise topaç gibi hızla dönüyorlar, ayak parmaklarının ucunda dikilerek dans ediyorlardı. Dağlıların dansları gerçekten de muhteşemdi. Avluda birileri dans edip diğerleri de onlara el çırparak tempo tutarken, kır saçlı, yaşlıca, uzun boylu birisi yemek odasına girdi. Eşikten içeri girince selam verdi ama elini uzatmadı. Ellerini arkasında tutup, başını havaya kaldırıp bize bir süre baktı. Sonra sofra görevlisi delikanlı onu benim yanıma oturttu. O, bizim buralardan birine benzemiyordu. Mağrur tavırlarına bakıp, ben onu çok zengin bir tüccar ya da önemli bir devlet görevlisi zannettim. Sofrada sohbet etmekte olanlar da konuşmalarını kestiler. Herkes sırayla bir ona bir yanındakine meraklı gözlerle bakıyorlardı. Sofrada otururken de o adamın elleri arkasındaydı. Gerçekten de bu adam çok kendini beğenmiş biri olmalı diye düşündüm. Ama yüzüne bakınca hem bir iyi kalplilik ve nur gördüm hem de bir hüzün ve kederin izlerini. Böyle bir insan kendi değerini biliyor dedim kendi kendime. Sofra görevlisi yeni misafirin önüne yeni yemekler getirdi. Onların arasında, Dağlıların en nefis yiyeceklerinden biri, bizim “humuju hıçın” dediğimiz, taze peynirle yapılan börekler. Onun adını duyunca bile insanın ağzının suları akar. Odun ateşinde pişirilmiş, taze peynirli “hıçın”, üzerinden yağları damlar. Ondan bir lokma yesen bile tadı aklından hiç çıkmaz. “Hıçınsız”, Dağlılarda ziyafet, şölen olmaz. Şölene gelip “hıçın” yemeden gidersen ziyafete katılmış sayılmazsın. Önüne o muhteşem yemek konulduğunda, yeni komşum, acele etmeden, ellerini ileri uzatıp, iki eliyle tutup, tabaktan bir “hıçın” dilimi aldı. İşte o zaman fark ettik, sağ elinde başparmağından başka parmaklarının olmadığını. Onu görünce hepimizin gözleri oraya takıldı. Adam hakkında kötü düşüncelere kapıldığım için kendi kendimden utandım. Kır saçlı adam “hıçın” dilimini yiyip bitirdikten sonra hepimize tek tek baktı. Diğerleri de mi öyle düşündüler bilmiyorum, ben başımı başka tarafa çevireyim dedim ama yapamadım, o adamdan gözlerimi alamadım. Hepimizin ona soran gözlerle baktığını anlayıp derin bir iç geçirdi, sonra başını pencereye doğru çevirip bir süre durdu. Sanki orada bir şey görmüş ya da birisinden izin almışçasına, gördüklerini hiçbir insan yaşamasın der gibi, bize hikâyesini anlattı. Bundan yıllar önce, diye başladı sözüne, daha küçüklüğümden itibaren keman çalmaya büyük hevesim vardı. Kemancı bir komşumuz vardı, bazen – köyün gürültüsünden uzakta, yamacın başına çıkıp keman çalardı. Ben gizlice onu seyrederdim. Kemanını önce yavaşça çalmaya başlardı, ılık rüzgârın saçlarını sakince okşaması gibi. Sonra ritmini giderek hızlandırırdı, meltemin fırtınaya dönüşüp gri bulutları önüne katıp sürmesi ya da atmacanın gökyüzünde güvercini kovalaması gibi. Bazen de onun kemanından öyle güzel bir melodi çıkardı ki yüreğinin derinlerine işlerdi. Onunla birlikte uçup gidesin gelirdi. Ondan etkilenerek ben de onun gibi bir kemancı olmayı arzuladım. Benim melodilerim de rüzgârla birlikte uçup gitsin istedim. Onları dinleyenlerin yeni melodilerimi sabırsızlıkla beklemelerini hayal ettim. Liseden mezun olduktan sonra müzik okuluna devam etme konusunda azimliydim. O benim en büyük umudumdu. Artık sadece onu düşünüyordum. Onuncu sınıfa geçtiğim yıl köyümüze yeni bir aile taşınıp yerleşti. Kızları Zeynep bizim sınıfa kaydoldu. Siyah dalgalı saçlı, yanaklarında sanki ay ve güneş gülümsüyormuş gibi sevimli, nur saçan bir kız. Kırlangıcın kanatları gibi – kapkara kaşları. Okul bahçesinde arkadaşlarıyla gülmeye başlasa– vadilere akıp giden dağ ırmakları gibi çınlayan sesi. Onu gördüğüm günden beri yeniden doğmuş gibi oldum. Artık okul bahçesinde büyüyen güllerin güzelliğini fark ediyor, ağaç yapraklarının hışırtılarını dinliyordum. Hâlbuki ne kadar da çok geçmiştim onların yanlarından, hiç dikkatimi çekmemişlerdi. Şimdi güller bana bakıyorlardı, bizi Zeynep’e hediye et der gibi. Önceleri, tahsilimi bitirmeden kızlarla ilgileneceğim hiç aklıma gelmezdi. Zeynep geldiğinden beri, hep onu ne zaman göreceğim diye düşünüyordum. Yanına gidemiyordum, utanıp konuşamıyordum. Uzaktan bakıyordum. O, baktığımı anlayıp bana doğru dönse, hemen oradan sıvışmaya çalışıyordum. Kim bilir, bu daha ne kadar devam edecekti böyle. Ne zaman gidip konuşabilecektim onunla. Bir keresinde, dersten sonra kendisi geldi yanıma: “Bizim sokakta başıboş bir azgın köpek var, o yüzden eve gitmeye korkuyorum, bana eşlik eder misin” dedi. Onu duyunca ben biraz şaşaladım, ne yapacağımı bilemedim. Ağzımdan tek bir söz bile çıkmadı. Sonra kendime gelip, adeta fısıltıyla “olur, peki” dedim. Köpek değil önüme ayı bile çıksa Zeynep ile her yere giderdim. Birlikte yola çıktık. Sokaktaki insanlar sanki duvarların arkasına gizlenip bize bakıyorlarmış gibi geliyordu bana Eve kadar ağzımdan tek kelime çıkmadan gittim. Tam ayrılırken nereden geldiyse bir cesaret geldi, gel biz arkadaş olalım deyip hemen oradan uzaklaştım. Göz ucuyla görüyordum onun arkamdan baktığını. Artık bundan sonra Zeynep ile iyice samimi olduk. Yavaş-yavaş birbirimize ısındık. Okulda zaten beraberdik. Akşamları da evine kadar ben bırakıyordum. Bu durum fark edilmeden kalmadı. Birlikte okuduğum delikanlılar beni kıskanıyorlardı. Onları bırak, ben bile kendi kendimi kıskanıyordum. Hâlâ inanamıyordum Zeynep gibi güzel bir kızla arkadaş olduğuma. Aminat Hasanovna adında bir öğretmenimiz vardı. İyi kalpli, mükemmel bir insandı. Gerçek bir öğretmen. O bize ana dili ve edebiyatı derslerini veriyordu. Derslerin dışında da bizim için o gerçek bir anne gibiydi. Öyle ki, kendi ailesinden, çocuklarından bile daha çok bize vakit ayırdığını düşünüyorduk. Sadece derslerimizi öğretmiyor, bizim hayatımızla da ilgileniyordu. Zeynep ile benim aramda okul arkadaşlığından öte büyük bir aşkın doğacağını anlayıp bir gün ikimizi de bir sıranın arkasına oturttu. Zeynep gelip yanıma otursa, dünyada benden şanslı kimse yoktur sanıyordum. Güneşin bile onun için doğduğunu, tan vaktini aydınlattığını zannediyordum. Böylece okul da bitti. Nasıl olduysa bu yıl çabucak geçip gidiverdi. Okulu bitirdiğime hem sevindim hem üzüldüm. Artık arzuma kavuşuyorum, müzik okuluna giriyorum diyordum. Amcam şehirde yaşıyordu, ben de onun evinde kalarak okumayı planlıyordum. Zeynep maalesef köyde kaldı. Şehre okumaya gitme imkânı onun için doğmadı. Büyük bir hevesle beş yıl okudum. İlk defa keman çalmaya başladığımda sanki bir başka dünyaya girmiş gibi oldum. Yamacın başında, rüzgâr saçlarını okşarken kemanından güzel melodiler döktüren eski komşumuzu hatırladım. Hedefime doğru bir adım attığım için mutluydum. Okulun üçüncü yılında meşhur bestecilerin eserlerini çalmaya giriştim. Ondan sonra başarılı öğrencilerin arasında adım anılmaya başladı. Zeynep ile mektuplaşıyorduk. Her mektubumda özlemimi dile getiriyordum, o da benim dönüşümü sabırsızlıkla beklediğini söylüyordu. Ondan yeni haberleri merakla bekliyordum. Okulun son yılında Zeynep’ten artık mektup gelmez oldu. Ne olduğunu bilemeden, endişe ediyordum. Köyde kalan arkadaşlarımdan birine mektup yazıp haber sordum. Arkadaşım mektubunda, Zeyneplerin köyden ilçe merkezine taşındıklarını söyledi. Yaşadıkları yeri tam olarak öğrenemediğim için, kıza bir daha mektup yazamadım. Nihayet okuldan mezun olup köye geldim. Komşular, akrabalar, tanıdıklar toplandılar. Babam bir kurbanlık koyun kesip ziyafet verdi. Sofrada iyi dilek ve temennilerin ardı arkası kesilmedi. Bense, Zeynep hakkında bir şeyler öğrenebilmek için kıvranıyordum. Geç bir vakitte eski öğretmenim Aminat Hasanovna da geldi. Hepsinden çok ben ona sevindim. Ama maalesef o bana iyi haberler getirmedi. Beni bir kenara çağırıp: «Bazen hayatın gerçekleri büyük aşklardan daha güçlü olurlar. Onlar insanları kendilerine boyun eğmek zorunda bırakırlar. Bir süre önce ilçe merkezine gitmiştim. Sevdiğin kızı, Zeynep’i orada gördüm. Yanında bir erkekle karşıdan geliyordu. Kendisi söyledi onun kocası olduğunu. İlçede ünlü bir makine ustasıymış. Beni görünce şaşırdı, biraz da utandı. Senin ile Zeynep’in yanında Tahir ile Zühre’nin aşkları solda sıfır kalır diye düşünüyordum. Ama gördün mü hayatın nasıl buyurduğunu? Sen genç adamsın. Geçmiş aşkını unut. Yeni bir hayatın derdine düş» dedi. Sevgili öğretmenim çok acı bir haber verdi. Kalbime bıçak saplanmış gibi oldum. Zeynep’i tanıdığımdan beri o idi benim bütün arzum, ışığım, saf gönlüm. Sonra ben onu nasıl unutayım, dağ ırmağının çağlayan suları gibi temiz aşkımı. Kemanımı alıp, bahçenin yukarı tarafına çıkıp, orada çalmaya başladım. Okulumu bitirip köye gelirsem, Zeynep’ime güzel, neşeli melodiler çalarım diye hayal kuruyordum. Artık kemanımdan hüzünlü notalar dökülüyordu. Onlar gökyüzünü siyah, gri bulutların kapladığı, sanki yağmurun yağacağı güne benziyorlardı. İnsanların etrafıma doluşup beni dinlemekte olduklarını bile fark etmedim. Az mı-çok mu bilmiyorum, çaldım, çaldım. Eski öğretmenim geldi yanıma. Elini omzuma koyup: «Sen artık müthiş usta olmuşsun. Sevindim sana. Geç oldu, artık eve girelim» dedi. Öğretmenim. Ne kadar merhametli, iyi kalpli bir insandı o. Benim acıma ortak oldu. Kolumdan tutup eve soktu. Üç-dört gün sonra şehri indim. Duramadım köyde. Müzisyenler topluluğuna katılıp onlarla çeşitli yerlerde konserler vererek dolaşıyorduk. Yavaş yavaş ünlenmeye de başlamıştık. Benim de müzikteki maharetim gittikçe gelişiyordu. Ama kalbimde mutluluk kalmamıştı. Hayatımdaki en önemli varlığımı kaybettiğimi anlıyordum. Aradan bir beş yıl daha geçti. Yeni bir aşk bulamadım. Aslında aramadım bile. Vardı benim de bir aşkım. Ben onu koruyamadım. Yeni yıldan hemen önce müzik grubumla birlikte Zeynep’in köyüne gitmeye hazırlanıyorduk. Önceden afişlerimiz asılmıştı. Afişlerde benim de resmim vardı. Etraf kar, kış. Küçük bir otobüs ile müzik grubu olarak köye indik. Büyük ve güzel bir köy. Konser kültür evinde düzenlenmişti. Biz sahneye dizildik, dinleyiciler de salonda yerlerini aldılar. Isıtma sistemi olmayan bir salon olduğu için soğuktu. Hiç kimse paltosunu çıkarmamıştı. Bense, belki de Zeynep’i görebilirim diye insanlardan gözümü alamıyordum. Acaba tanıyabilir miydim, acaba değişmiş miydi? Salonda çok insan vardı, Zeynep’i fark edemedim. Belki de hiç gelmemişti. Kendi evi, ailesi vardı, ben miydim onun kaygısı. Konser bir buçuk saat sürdü. Hem klasiklerden hem de halk müziklerimizden pek çoğunu çaldık. Dinleyenler çok beğendiler, alkışladılar. Konser sona erdikten sonra, yanıma bir delikanlı gelip, dörde katlanmış bir kâğıt parçasını uzatıp, bunu sana bir kadın gönderdi deyip gitti. Kâğıdı aldım, ama yanımda çok insan vardı, okumadan cebime koydum. Geri dönerken, otobüste kâğıt aklıma gelip, çıkarıp açtım. Daha bakar bakmaz Zeynep’in el yazısını tanıdım. «Sevindim, zevkle dinledim. Hayranlık verici bir kemancı olmuşsun. Arzuna kavuşmuşsun. Konserden sonra evimize bekliyoruz. Kocam da seninle tanışmaktan büyük memnuniyet duyacak» diye yazılmıştı kâğıtta. Onu okuyunca yüzüm kızardı. Arkadaşlarım bile fark ettiler onu. Köyden altı-yedi kilometre kadar uzaklaşmıştık. Vakit geçti, hava kararmıştı. Her yeri kar kaplamıştı. Önümüzde sadece yolun izi belli oluyordu. Geniş, bembeyaz düzlükte uzun bir yılana benziyordu. Şoföre seslenip otobüsü durdurdum. Sonra arkadaşlarıma geri dönmek zorunda olduğumu söyledim. Meraklı gözlerle bana bakıyorlardı, yalnız başıma göndermek istemiyorlardı. Fakat kararlılığımı görüp onlar da seslerini kestiler. Şoför, beni köye kadar götürüp dönmeyi bile teklif etti. Ama ben istemedim. Kemanımı da alıp otobüsten indim, köye doğru yürümeye başladım. Arkadaşlarım şehre doğru yollarına devam ettiler. Dümdüz bir yerdi. Bir ağaç, bir tepe, bir taş bile görünmüyordu. Yalnızca uzakta köyün ışıkları fark ediliyordu. Ben de yoldan çıkmadan köye doğru ilerliyordum. Zeynep’i görmek için altı-yedi kilometre benim için ne idi. Bir, bir buçuk saatlik bir yol. Sevdiğimi görmek için dünyanın etrafını bile dolaşıp gelirdim. Aklımda ise, ona ne söyleyeyim, hikâyemi anlatmaya nereden başlayım gibi düşünceler vardı. Parlak yıldızlar gökyüzünü aydınlatıyorlardı. Onlardan birini alıp Zeynep’e armağan edesim geliyordu. Bir taraftan yıldızları seyredip, içimden de bir melodiyi mırıldanarak iri adımlarla yürüyordum. Yolun iki-üç kilometresini geride bırakmıştım ki, birdenbire bir fırtına çıktı. Yalnız bir kurdun uluması işitiliyordu. Her yer karanlığa gömüldü, hiçbir şey görülmez oldu. Rüzgâr dönerek esip, karları yüzüme vuruyor, ensemden içeri dolduruyordu. Ne yapacağımı, nereye sığınacağımı bilemiyordum. Bu lânet olası yerde bir kaya bile yoktu. Dümdüz bir ova. Artık yol da görünmez olmuştu, her yeri kar kaplamıştı. Şimdi nereye gideceğimi de kestiremiyordum. Fırtınadan yüzümü koruyacağım derken, öteye-beriye dönüp yoldan çıktım, yolumu kaybettim. Epeyce yürüdüm, bulunduğum yerden uzaklaşmadan olduğum yerde daire çizip çizmediğimi bile bilemiyordum. Ancak, durmaya hiç gelmiyordu. Aksi takdirde donup kalacaktım. Sırtımı rüzgâra vererek ilerlemeye çalışıyordum. Ama geniş ovada rüzgâr hep aynı yönden esmiyordu. Dört bir tarafından üfürüyordu. Düşe kalka rüzgârın sürüklediği yöne doğru ilerliyordum. Kar dizlerime ulaşmıştı. Adım atmak bile çok zordu. Gözlerime kar dolmuş, bıyıklarım buzdan sarkıtlara dönmüştü. Annemin ördüğü yün atkımı yüzüme dolamaya çalıştım. Biraz olsun faydasını gördüm. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir saat mi, iki saat mi? Bütün dünyanın fırtınalarının, kasırgalarının oraya toplandığını düşünmeye başlamıştım. Islık çalarak fırtına bütün karlarını üzerime savuruyordu. Bir müddet sonra, yere uzanıp öylece kalasım geldi. «Ey seni gidi korkak, biraz rüzgâr esti, gözlerim kanlandı diye, yatıp ölmen mi lâzım. Güçsüz olma. Bu kadarcık zahmet çekmeden sevdiğinin önüne seni birisi mi taşıyıp götürecekti», diye kendi kendimi cesaretlendirip, adımlarımı teker teker atarak ilerlemeye çalışıyordum. İki-üç saat içinde fırtına dindi. Ortalık biraz açıldı da uzakta köyün ışıklarını fark ettim. Sevindim. O tarafa doğru yöneldim. Bir an önce köye varmayı istiyordum. Üşümüştüm, donmuştum. Ellerimi paltomun içine sokup ısıtmaya çalışıyordum. Ovayı kar kaplamıştı, bembeyaz kar. Yol da artık görünmüyordu. Dosdoğru ışıklara doğru yürüyordum. Epeyce de yorulmuştum. Derin karda ilerlemek çok zordu. Gökyüzünde yıldızlar parlıyordu. Soğuk yıldızlar. Keşke güzelliklerine benzer sıcaklıkları da olsaydı onların. Yoksa onlar da soğuktan mı parlıyorlardı. Bir süre yürüdükten sonra arkamdan bir uluma sesi işittim. Hayatım boyunca böyle acı bir ses duymamıştım. Onu duyduğumda saçlarım diken diken oldular, sırtıma buzdan bir sarkıt saplanmış gibi oldum. Doğrusunu söylemek gerekirse, sesin geldiği yöne dönmeye korktum. Ama bakmayıp ne yapacaktım. Geri dönüp arkama bir baksam, aman Allahım, bu dünyayı ve gücü yaratan! Arkamdan bir kurt sürüsü geliyordu. Yedi yırtıcı canavar tam da benim ayak izlerimi takip ederek yaklaşıyorlardı. Onları görünce büyük bir korkuya kapıldım. Adımlarımı hızlı-hızlı atmaya çabaladım. Ama dizlerime kadar gelen derin karda nasıl süratli yürüyecektim ki? Göğsümü ileri fırlatsam da ayaklarım geride kalıyorlardı. Bir dakika durup etrafa bir göz attım. Kurtlardan saklanabileceğim hiçbir yer yoktu. Bu lânet olası yerde bir ağaç bile görünmüyordu. Köye de pek bir şey kalmamıştı. En fazla bir kilometre kadar uzaktaydı. Kurtlar çenelerini aşağı sarkıtıp, birbirlerinin peşi sıra dizilip, gittikçe yaklaşıyorlardı. Ne yapacağımı bilmiyordum. İyice yaklaştıklarında, çaresizlikten acı acı haykırdım. O anda, insanların bu kadar korktuğu canavarlar dört bir tarafa kaçıştılar. Onların benden kaçtıklarını düşünüp biraz cesaret topladım. «Bunlar o kadar da korkulacak şeyler değillermiş», -diyerek kendi kendime cesaret aşıladım. Henüz pek fazla yol almamıştım. Kurtların ulumaları yeniden duyuldu. Bir baksam, cehenneme gidesiceler, birbirlerinden uzaklaşıp beni çembere almaya başlamışlardı. İki kenardakiler diğerlerinden daha hızlı yaklaşıyorlardı. Anladım. Onlar köye giden yolu kesiyorlardı. Saydım, tamamı yedi kurttu. Artık iyice yaklaşmışlardı. Öndeki kurt neredeyse bir sıçrayışta bana ulaşacaktı. Diğerleri onun etrafına dizilmişlerdi. «Artık sen yakalandın, biz seni yiyeceğiz», der gibi bakıyorlardı. Ağızlarını açtıklarında sanki cehennemin kapısına benziyordu. Dişlerini birbirine vurduklarında sanki kıvılcımlar çakıyordu. Öndeki kurdun ağzından salyalarının aktığını bile görüyordum. Kordan da kızıl gözleri şimdi nerenden yakalayayım der gibi bakıyordu. Büyük bir endişeye kapıldım. Neden böyle bir imtihana tutulmuştum, niçin böyle bir son benim için hazırlanmıştı? Daha yeni yeni hayata tutunmuştum. Dünyanın ışığını görenin bir gün karanlığa gömüleceğini de biliyordum. Allahtan başka ölümsüz kim vardı? Kudretli devlet başkanları, komutanlar, aziz peygamberler de gitmişti dünyadan. Ya ben kimdim? Koskoca dünyada kum tanesi kadar hükmüm yoktu. Ama ben de yaşamayı arzuluyordum. Hiç olmazsa böyle genç yaşta dünyadan ayrılmayı ya da kurtlara yem olmayı istemiyordum. Annem aklıma gelip içimi bir acı kapladı. Başıma gelenleri duysa ağlardı. Kim teselli edebilirdi o zavallı anayı? O da ağlaya ağlaya kederinden ölürdü. Babam, tüfeğini alıp, kurtları yok etmek için kendini ovalara atardı. O da onun son görevi olurdu. Benim Zeynep’im, artık onu bir daha göremeyecek miydim? Ben bu düşünceler içindeyken kurtlar da giderek yaklaşıyorlardı. Üzerime atılmak için acele etmiyorlardı. Artık bir yere kaçamayacağımı anlamışlardı. Öndeki kurt, ağzını açsa, dişlerinde sanki yıldızlar parlıyordu. Elimde bir silahım olsaydı, bunlarla mücadele ederdim diye aklıma geliyordu. Ama nereden olacaktı bende silah. Cebimde çakı bile taşımamıştım. Çaresizlikten kemanımı koltuğumun altına sokup, kutusunu öndeki kurda doğru fırlattım. Hiçbir faydası olmadı, canavarı daha da kışkırttı. «Sen öyle yaparsan, ben de seni gırtlağından tutayım», der gibi üzerime atlamaya hazırlandı. Onu görmemek için diğer tarafıma döndüğümde orada da öbür ikisi bekliyordu. Salyaları ağızlarından akarken onlar da üzerime atılmaya hazırlanıyorlardı. Artık hayatımdan tamamen ümidimi kesmiştim. Umutsuzluğa kapılmayıp ne yapacaktım, etrafımı aç kurtlar sarsalar. Ey Allah’ım, sen yardım et bana! Çaresizlikten ne yapacağımı da bilmeden, gözlerimi yumup, kemanımı çalmaya başladım. O anda kurtlar da ulumaya başladılar. Ama bu sefer sanki başka türlü uluyorlardı. Gözlerim kapalı kemanımı çalarken, kurtlar ne zaman üzerime saldıracaklar diye bekliyordum. Nedense hiç acele etmiyorlardı. Ben çaldıkça onlar uluyorlardı. Gözlerimi açıp baktığımda bir de ne göreyim, kurtlar arka ayaklarının üzerine oturmuş, başlarını arkaya atıp gökyüzüne çevirmiş, yıldızlara bakarak uluyorlardı. Kemanın sesini kesmeden onlara biraz baktım. Sanki kendi dillerinde bir şarkı söylüyorlardı. Hüzünlüydü şarkıları, sanki kurt kaderlerine kahreder gibi. Hava soğuktu, rüzgâr hiç durmadan üfürüyordu. Parmaklarım buz kesmişti. Ellerimi biraz ısıtmak için keman çalmayı bıraktığımda, canavarlar ayağa kalkıp üzerimle doğru gelmeye başladılar. O zaman anladım, keman çaldığım sürece yaşayabileceğimi. Birazdan gökyüzü ağardı. Etraf aydınlanmaya başladı. Kış gecesi, gökyüzünde parlak yıldızlar, acı soğuk rüzgâr ıslık çalıyor, kurtlar uluyorlardı. Ben onların ortasında keman çalıyordum. Çalıyorum desem de, parmaklarım donmuş, taş kesilmişlerdi. Sanki ne çalacaktım? Kemanın yayını tellerin üzerinde gezdiriyordum. İçimden de Allah’tan şafak çabuk sökse diye diliyordum. Yorulmuştum, donmuştum, artık gücümün son raddesindeydim. Artık bundan öteye kaderime karşı gelemiyorum, yere devrilmek üzereyim derken, köy tarafından bir traktör sesi duyuldu. Bana doğru geliyordu. Arada en fazla bir kilometre vardı, belki de o kadar bile yoktu. Traktör benim yanıma ulaşıncaya kadar aradan bir asır geçmiş hissine kapıldım. Yetişir yetişmez traktörden birisi inip, tüfekle ateş ederek kurtları kaçırdı. Ben ise donmaktan kaskatı kesilmiş bir haldeydim. Sol elim kemana yapışmış bir vaziyette kalmıştım. Bugün bile hayret ediyorum, yere düşüp kurtlara yem olmadan kaldığıma. Allahın gücü sonsuzdur, kulunu bir imtihanla denese ona dayanacak kuvvet de verir. Adamın yardımıyla traktöre bindim. Üzerime kürkünü örttü. Yol boyunca bana bir şeyler sorarak geldi ama ben ona cevap veremedim. Müthiş bir titreme tutmuştu, ağzımdan tek bir söz bile çıkaramadım. Traktör bir evin avlusuna girip durdu. Ev den bir kadın çıktı: «Niçin bu kadar çabuk döndün», diye soruncaya kadar, beni görüp: «Ey Allah’ım, bunu nereden alıp geliyorsun, ne olmuş bu adama?», diyerek üzerime koştu. -Nerede bulacağım? Köyden biraz uzaklaşmıştım ki, baktım kurtlara keman çalıyordu. Zeynep, sen onu boş ver de, ayaklarını ısıtmak için sıcak su hazırla, dedi traktörü süren adam. O benim Zeynep’imin eviydi. Ondan ötesinde neler olduğunu hatırlayamıyorum. Kendime geldiğimde hastanede yatıyordum. Gözlerimi açtığımda yanımda annem, babam ve Zeynep vardı. Beni öyle görünce kadınlar birbirlerine sarılıp ağlaştılar. Babam ise başını bir tarafa çevirdi. Sonra bana bakıp, hüzünlü gözleriyle: «Çok eziyet çektin ama hayatta kaldın. O bizim için en büyük mutluluk. Sen erkek adamsın, kendini bırakma. Biz her zaman senin yanındayız», dedi. Altı ay boyunca doktorlar beni tedavi ettiler. Canım bende kalsa da parmaklarımı koruyamadılar. İşte böyle parmaksız kemancının hikâyesi. Yaşlı adam hikâyesini bitirinceye kadar çıt bile çıkarmadan dinledik. Avluda akordeon seslerinin kesildiğini bile fark etmemiştik. Hikâye sona erse de hiç kimse yerinden kımıldamıyordu. Herkes acaba tekrar bir şeyler söyler mi diye merakla bekliyordu. Sessizliği ben bozdum. «Annen-baban hayattalar mı. Zeynep’in bundan sonraki yaşamı nasıl oldu?» diye sordum. Herhalde diğerleri de Zeynep’in kaderini merak ediyorlardı ki bana memnuniyet ifade eden gözlerle baktılar. Yaşlı adam biraz düşüncelere daldı ve : «Annem ve babam her zaman yanımda idiler. Hayatımın desteği idi onlar. Hep bana moral ve cesaret verdiler. Bundan birkaç yıl önce vefat ettiler. Üç ayın içinde birbirinin peşi sıra ahrete gittiler» dedi kederli bir sesle. Sonra, sanki yüzüne güneşin ışıkları vurmuş gibi, biraz da gülümseyerek: «Zeynep, canımdan daha çok sevdiğim Zeynep’im yanımda, o zamandan beri birlikteyiz. Hiç ayrılmadı yanımdan. Hep beraberiz. Bugün de benimle birlikte geldi. Diğer odada kadınların yanında. Ben hastanede yatarken, bir gün kocası ile beraber geldiler. Söze kocası girdi: Ben karımı çok seviyorum. Onun mutlu olması için her şeyi yaparım. Sizinle yaşadığı aşkı anlattığından beri çok düşündüm. Genç yaşında başına gelen bu olaylar için çok üzgünüm, ama onun için değil, Zeynep seni çok sevdiği için, ben aranızdan çekiliyorum. Allah’ın emriyle seni ölümden kurtardıysam, senden sevdiğini alıp, seni yeniden niçin ölüme atıyorum. O günah bana yeter. O konser akşamı biz seni bekledik, gelmeyince biz de biraz geç vakitte yattık. Şafak sökerken Zeynep beni uyandırdı. O, uyku tutmayıp pencerenin önünde oturuyordu. «Ben keman sesi duydum. Traktöre bin de yola çık. Belki de otobüsleri bozulmuştur. Yüreğim huzursuz», deyip beni o göndermişti. Allah’ın yardımıyla onun sayesinde hayatta kaldın. Sen iyi kalpli bir insansın. Benim oğluma da iyi davranacağına şüphem yok. Sana benzer gerçek bir erkek gibi onu yetiştir», deyip çıkıp gitti. Zeynep ile evlendik. İki oğlumuz daha oldu. Üç kardeş de birbirlerini göz bebekleri gibi korudular. Büyük oğlumun babasını da sık-sık ziyaret ediyorlar. Delikanlıları bir arada görünce o da mutlu oluyor. Yaşlı adam, geç oldu diyerek izin istedi ve eve gitmek üzere avluya çıktı. Sonra bir genç kızın kulağına bir şeyler fısıldadı, o da kadınların oturmakta olduğu odaya doğru seğirtti. Bir dakika sonra odadan alımlı, güzel bir kadın çıktı. Yavaş adımlarla kocasının yanına geldi. İkisi de bizimle selamlaşıp sokağın aşağı tarafına doğru gözden kayboldular Sanki yürüdükleri yol ışık saçıyordu. Kim bilir, melek miydi onlar, yoksa bir başka dünyanın elçileri mi?