Kırgız Yazar Sultan Raev’in Tımarhane Adlı Romanı


 01 Şubat 2019

Kırgız edebiyatının usta kalemlerinden Sultan Raev’in “Tımarhane” adlı felsefi romanı insanoğlunun düşkünlüğünün anlatısıdır. Cennetten dünyaya düşmüş olmak ile tımarhaneye tıkılmış olmak arasında fark yoktur. Muhtelif nedenlerle tımarhaneye kapatılmış olan yedi farklı karakter kafa kafaya vererek dış dünyaya kaçmaya niyetlenirler. Roman kaçış sahnesiyle başlıyor. Akşamüzeri tımarhaneden firar eden yedi kişi ertesi gün kendilerini bir çölde bulacaklardır. Bu yedi kişi aslında yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşlardır. Tımarhaneden tüymeyi başarmışlardır ama dış dünyanın kendisinin gerçek tımarhane olduğunu idrak ettiklerinde artık iş işten geçmiştir. Varoluşun saçmalığı veya hiçliği karşısında bocalayan yedi kişinin hedefi Kutsal Yer dedikleri bilinmezliğe varabilmektir. Tımarhane çoraktır fakat tımarhanenin dışı da çöldür. İnsanoğlunun iç dünyasının karanlık koridorları hakiki çoraklıktır. Kutsal Yer nerededir? Romanın akışından anlıyoruz ki insanoğlu kendi iç dünyasının çoraklığını ıslah edip yeşertmedikçe cehennemden kurtuluş yoktur. Yedi kişiden beşinin akıbeti çöl yılanları tarafından sokulup öldürülmeleridir. Oysaki onları zehirleyen yılanların içlerinde eski zamanlarda yaşamış diğer insanların ruhları barınmaktadır. İnsanı zehirleyen yine insandır. Çöl insanın bizatihi kendisidir.

Kutsal Yer’e bir an önce ulaşmak ve işledikleri günahlardan arınmak isteyen, sonrasında ise cennetin kapılarının onlara açılacağını zanneden yedi kişinin hikâyesi birer kâbusa dönüşecektir. Kâbus dünyanın kendisidir. Sultan Raev bir metafor olarak kullandığı tımarhane ile dünyayı sahnelemiştir. Tımarhanenin içi de dışı da birdir. Tımarhane olarak dünya insanlığın yazgısıdır. Burada herkes firavunlaşıyor. Yılanların öcü insanlığın kendi kendisiyle hesaplaşmasıdır. Şeytanın yılanlığından ziyade insanlığın yılanlaşmasıdır esas olan. Kişioğlu yılan suretindeki iblisi taşlarken hem bilerek hem bilmeyerek yine kendisini taşlamaktadır. Tımarhaneden kaçan yedi kişinin hikâyesi tabii ki insanoğlunun müşterek hikâyesidir. Tımarhane romanında yedi kişinin karşısına çıkan ve bu yedi kişiye mütemadiyen musallat olan meçhul ihtiyar gayet bariz bir şekilde kendimizin köhneliği ve kendimizin bilgeliğidir. Bilge kişi aynı zamanda yoz kişidir. Roman kurgusu boyunca bir gölge gibi kol gezen Bay Ölüm bedenleri değil de ruhları tabuta koyuyor. Tabut, insanın kendisini kapatmasıdır. Özgürlükten ürktüğü için özgürlükten kaçan insanlık aydınlıktan da kaçmaya çalışıyor. Gece karanlığından korkan insanın geceleri kendisini daha rahat hissetmesi ve güneşin parlaklığı altındaki tedirginliği birer paradokstur. Yılanlar da birer tabuttur. Yılanlardan kaçarken yılanlaşmak insanlığın iflah olmaz eğilimidir.

Kutsal Yer’i ararken çölde mahsur kalan yedi kişi zamana karşı yarışırlar. Zaman ölümün habercisidir. Ve çölde zaman durmuşçasına bir sessizlik hâkimdir. İnsanoğlunun kendi yozluğunun sessizliğidir bu tahakküm. İçimizdeki günahlar bizim firavunlarımızdır. Yedi kişiden biri olan Kozuçak ölü annesinin sütünü emmiştir ki insanoğlunun çiğ süt emmişliğine telmihtir. Tımarhane romanının sonlarına doğru yedi kişinin de rüyalarında birer ağaç kesmeleri ve kesilen ağaçlardan kan fışkırması Bay Ölüm’ün tırpanından evvel herkesin kendi bereketini tırpanlamasının ifadesidir. Yedi kişiye soracak olsanız onları tımarhane şartları daha da delirtmiştir. İnsanoğlu suçu kendi üzerinden atabilmek uğrunda daima bahane üretir. Minareyi çalarken kılıfına uydurur. Hakikatte ise yedi kişi kendilerini delirtmek için ellerinden geleni artlarına koymamışlardır. Her birinin tımarhaneye tıkılmazdan önceki özel hayatlarında işledikleri büyük günahlar iblisle özdeşleşen yılanı bile gereksiz kılmaktadır. Yedi kişinin tımarhane öncesindeki hayatlarını yeterince hatırlayamıyor olmaları birer kaçıştır. Bataklıktan kaçıştır. Unutmak istedikleri günahlar onların gölgeleridir. Bay Ölüm onlara hatırlatmak için kol gezmektedir. Kutsal Yer çok uzaktaymış gibi görünse de, günahlarımızın yakınlığı derecesinde, Kutsal Yer de fazlasıyla yakındır. O derece yakındır ki arada mesafe bile yoktur. Her şey iç içedir. Sulfazin ile daha da delirtilen yedi kişi kendilerinin delirtilmelerinden gizli bir haz almaktadırlar. Tımarhane şartlarından yakınmaları birer maskedir. Kutsal Yer ölümdür. Ölüm arındırıcıdır. Tanrı’nın kutsal sözlerini öteleyerek günahlarını büsbütün çoğalttıklarında arınmanın daha fazla kendilerini sarıp sarmalayacağını ummaktadırlar.

Tımarhane aynı zamanda bir mahşer yeridir: “Delilerin hepsi tımarhanenin tam ortasında bulunan meydana gidiyordu. Sirenin sesini duyar duymaz bütün deliler toplandı. Meydana önce İmparator, Kozuçak, Lir, arkasından da Cengiz Han, Büyük İskender, sonra da peş peşe Freud, Mussolini, Hitler, Ezop, Epikür, Picasso, Kant, Tais Afinskaya, Sophia Loren, Kleopatra, Charlie Chaplin, Vincent van Gogh ve diğerleri gelmeye başladı. Bu adlar onların tımarhanedeki ikinci adlarıydı.” Bengü Yayınları tarafından Aralık 2018’de ilk baskısı yapılmış Tımarhane adlı romanın 51. sayfasından yapmış olduğumuz bu kısa alıntı mahşer atmosferini yalın bir şekilde betimliyor. Tımarhanedeki ikinci adlar esas itibarıyla karakterlerimizin birincil yönleridir. Kendimizi ikinci adlarla (maskelerle) aldattığımızı veya gizlediğimizi varsaysak bile çöl aldanmayacaktır. Bay Ölüm de meçhul ihtiyar da oyuna gelmeyecektir. İnsanoğlunun ikiyüzlülüğü karşısında firavunun secdeye kapanması bir şeyi değiştirmiyor. Çöl her zaman çöldür. Tımarhane daima tımarhanedir.

Yahya Kemal’in Mehlika Sultan’a âşık yedi genci gibi birer gurbet yolcusu olan tımarhane kaçkını yedi kişiden beşi çöl serabında birer birer ölürken sağ kalan sadece iki genç olacaktır. Bu iki genç insanlık hikâyesinin devamını sağlamakla yükümlüdürler. Biri erkek biri kadın iki günahkâr genç tımarhane hikâyesinin devamlılığının garantisidirler. Onlar çölün Âdem ile Havva’sıdır. Diğer beş kişinin ölümü bu ikisine hayat veriyor. Sultan Raev romanın sonlarına doğru Kutsal Yer’in neresi olduğunu açıklıyor. Kutsal Yer kişioğlunun bulunduğu yerdir. Kutsal Yer insanoğlunca kirletilmiş topraktır. Varoluşçular insanın varlığının bir eksiklik olduğunu söylüyorlar. Kırılma noktası insanın var oluşudur. Kimilerine göre bu tamamlanmamışlıktır. Kimilerine göreyse kemâle erme (olgunlaşma) yolculuğudur.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 146. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 146. Sayı