Kırıntılar


 01 Kasım 2020



I

....

İlk ses, ilk çığlık... Herkesin bildiği bir gerçektir, dünyaya gelenin çığlığı: Benim de senin de. Diyor ki ey cemaat, ey dünya ben geldim, sesimden beni tanıyın. Peki başka neler gizlidir? Yaz, yorumla,sil, tekrar yaz; uydurma mahareti. Nasılsa ne bilen var ne de konuşan.

İlk göz yaşlarımız ne benim hatırımda ne de senin. Ancak, kapalı gözlerden akıp bu çığlığı yıkayan göz yaşları dere suyu misali tatlıdır, sonraları ise deniz suyu gibi acılaşır, derler.

İlk gülücük... Bunu da hatırlamıyoruz. Ancak derler ki (ne de çok demişler?!) kara bulutların ardından bir anda kendini gösteren güneş gibi göz yaşlarından doğan bu gülüş ilk gülücüklerdir: Dudaklar ezik büzük, gözlerde ise o gülüşün kıvılcımları... Soytarıya, hokkabaza, komik söze hangi gülüş ilktir. Na zamandan beri hatırımdayım.

Düşün, fikret, ümitlen, belki de rüyada gördün. – Yok hatırıma gelmiyor: Çok eski zamanlardan da eski tarihim, Fevkalade devrim, efsanevî zamane belki de hiç olmamış. Hafızamda küçük, ışıltılı kırıntılar... Etraf ise boşluk, karanlık, hangi kırıntı öncekidir, en yakındır.

.....................................…

Beş? Evet, sanki beş yaşındayım.

Amcaoğlum Enver’le kaçıyoruz. Öyle bir kaçıyoruz ki, durduğumuzda yüzümüz sıcaktan yanıyor, sıcak terler dudağımızı kavuruyor; sanki yüreğimiz o anda ağzımızdan çıkıp çırpınarak yere düşecek. Çay taşı misali odamızdan çıkıp kızıl kulesi görünen Aleksandr Nevski Baş Kilesi’nin sivri uçlu, ok misali demir milleri arasından dosdoğru kaçıyoruz... Artık ne amcaoğlum sağ ne o çit duruyor ne de baş kilise var. Deniz yuttu, kızgın alevler eritti, zaman yıktı.

Kaçıyoruz... Ve ilk defa ben kendi başıma bu kanbur sokaktayım. Kendimizi göstermeden (neredeyse yakalayacaklar), kaçıyoruz! Amcaoğlumla kilisenin bahçesinde üstünde beyaz elbise, saçında kırmızı kurdele olan mavi gözlü bir kızı yakalayıp kıstırmışız. Ben bir yanağından öpüyorum, amcaoğlum öbür yanağından; kız ise hareketsiz, durup bağırıyor, kıyameti koparıyor: “Aaayyyy! Maaa1” Bıyıklı adam çitlerin diğer tarafında kaldı, demirler bizi yakalamasına engel oldu. Hisar arkada, durmadan koşuyoruz. Eve! Mahallemize!.. Büyük mavi, yumru yumru çay taşları hâlâ hatırımda... Amcaoğlum beni geçti, köşeyi dönüp gözden kayboldu. Çabul ol, çabuk!.. Büyük demir kapılar, taş basamaklar, balkonlar... “Ne oluyor, ne meseledir? Bir dur!..” Sonrası ise sanki hafıza uçurumu.

Belki başkadır ilk hatırda kalışım.

O baş kilisenin avlusu. Çimenlik, yemyeşil taze otlar, boyumca, benden de uzun. Babam köyden bir kuzu alıp gelmiş. Kuzuyu tozlu şehrin çimenlik bir yerinde otlatıyorum. Kuzu sakin sakin (bir kendisi, bir ot bir de ben varım) otları küçük küçük koparıp yiyor. Beyaz postlu, yuvarlak gözlü, alnı töbel bir kuzu... Ne kesildiği aklımda ne de tadı; uçurum!..

Yok yok, sanki ilk olarak şu hatırımda: Komşumuz oğlunun nazıyla oynuyor, kucağına oturtmuş küfretmeyi öğretiyor. “Hay senin diline kurban!” diyor. “Söv kime istersen!.. Banaaa?! Küfret, diline kurban! Hem bana da küfret!..” Sıcak bir gündü, beni ve oğlunu gezmeye götürüyor; fotoğrafımızı çektirmek istiyor. Dar ve karanlık bir odada fotoğrafımızı çekiyorlar: Oğlunun ağzında uzun bir sigara, en iyisinden, benim elimde ise kibrit, güya yakıyorum; o da çekiyor. Sigara da yalan kibrit de; sadece fotoğraf gerçek. Bir de baba, çünkü hâlen sağ, oğlu ise dönülmez dünyasında…

Belki de şudur ilk hatıram: Gramofon çalıyor. Çalgıcılar sanki, bir kutunun içine oturup çalıyorlar, yukarı çıksalar inanırım; çünkü, şaşırmanın ne olduğunu bilmiyorum. Horoz sırtında bostan eken bir cırtdandan2 az şey duymamışım. Beni sandalye üstündeki bir taburede oturtmuşlar, ayaklarım değil yere taburenin iki ayağını birleştiren çıtaya bile erişmiyor. Milis3 karakolundayım, üçüncü şube... Karakol ve gramofon!.. Benim, bir de erkekler..., uzun boylu, geniş omuzlu büyükler... Babam hızlı hızlı konuşuyordu, ben onun sözlerini anlamıyordum: “Ben İşçi-Köylü ittifakının milisiyim!..” Gramofon lezginka4 çalıyordu, adamlar da burada, milis komiserinin dar ve küçük odasında atlayıp zıplayarak, hızlı hızlı oynuyorlardı. Askı kemerler gıcırdıyor, paçaları dar şalvar pantolonlar daha da kabarmış, pırıl pırıl parlayan çizmeler etrafa ışık saçıyor. Oynamak babamın hoşuna gidiyor, oynamaktan bıkmıyor; gramofon ise çaldıkça çalıyor, yorulmak bilmiyordu... Babam bazen ayak uçlarında oynuyor, kolları havayı kılıç gibi kesip doğruyordu... Hâlen bu musikiyi ara sıra işitirim, çok nadir zamanlarda; o zamanların üzerinden sanki asırlar geçmiş, belki bu hatırımdaki şey, hiç olmamış, belki de bir hayal?.. Lezginka ve oynayan adamlar!.. Geneli, babam gibi şehirden gelip de gönüllü olarak “İşçi-Köylü” milis üniformasını giyip yaptıklarına kalben inanan ve inandıklarını da yapan kişilerdi... Dudaklarda, çehrede, gözlerde sevinç, gülüş... Hoş sadalar, şen sesler... Gözüm adamlarda!.. Onların ardındaki dünyayı ışıklar içinde görüyorum ve hiç kimseden, hiçbir şeyden de korkum yoktur. Oynayan adamlar!.. Mola zamanı mıydı, yoksa bayram mı?.. Yalnızca bu anlattıklarım hatırımda, adamların dansı... Adamlar... Onların yaşı kaçtı ki? Yirmi, en fazla otuz... Benim şu anki yaşımdan çok ama çok az... Benden çok ama çok gençtiler o devirde oynayan adamlar... Ancak aklımda dev gibi kalmışlar; uzun boy iri yarı adamlar.

Acaba bu da mı değildi ilk hatıram?

Peki, yahu ilki neydi?

Birini anlattım, diğerinden bahsettim, ama itiraf edeyim ki, ne oydu ne diğeri ne de üçüncüsü... İlk aklımda kalan hatırayı def etmeye çalıştım, olmadı da olmadı! Ancak anlatsam kimse inanmaz; “Olamaz! Uydurma!..” derler. Gerçekten de, “Bu ilk hatıram olağanüstü bir şeydir. Doğumdan öncesini hatırlamak gibi bir şeydir.” desem, bana gülerler.

Ama anlatacağım. Bırak inanan inansın; inanmayan omuz silkip gülümsesin, hiç üzerinde durmasın. En ufak ayrıntısına kadar aklımda!.. Annem beni gündüz asma beşikte yatırdı, kendisi ise büyük gövdeli, karadut ağacının gölgesinde yere serilmiş kilimin üzerine uzandı. Aniden uyanıp beni beşiğin içinde göremediğinde yerinden fırladı. “Eyvah!..” Ben beşikten yere düşmüş kum yiyordum. Kumun tadı şimdi bile aklımda: Tatsız tuzsuz bir şey, yenilmiyor ki; ufalanıyor, tane tane olup toplanıp ağızda kalıyor, dişlerin arasında... Yok, daha dişlerimin çıkmasına bir hayli var, bütün bir tarihî asrı geçmeliyim: Sürüne sürüne, düşe kalka, dilim söz tuta tuta…

Aklımda kalan kırıntılar…

İlk, birinci, evvelki…

Şimdiye kadarki başlangıçtı, asıl anlatmak istediğim şey ise ileridedir.

II

Aklımda kalan ilk sevincim…

Düşün, düşün!..

Belki şudur:

Ben Pirşağı’da yazlık evdeyim.

Evin arka tarafında duvara bitişmiş bir kum tepeciği... Bu kumu, Abşeron’da sürekli esen kuzey rüzgarları getirmiş ve duvarın dibine yığa yığa bir tepecik oluşturmuş.

Biz damdan bu tepeye zıplayıp temiz kuma düşüyoruz, içine batıyoruz.

Birden, sanki birisi “Annem geliyor!” dedi.

Aslında hiç kimse bir şey demedi, yüreğime doğdu.

Annem sanatoryumdan5 geliyordu.

Onun ilk ve son istirahati.

Kum tepesinden ayağımı güç bela çekerek adeta büyünün etkisinden kurtulanlar gibi aceleyle çıktım ve yalın ayak, ılık kuma bata çıka yumuşak ve sessiz köyün sokağında koşturdum.

Sokağın kat kat tozundan ayaklarımdan dizime kadar beyazımsı bir perde indi, adeta bir toz bataklığı. Sokakta tozu dumana katarak koşturuyorum, öyle bir koşuyordum ki ok atsan yetişmez. E tabii, yüzünü bir aydan beri görmediğim annemi karşılamak için acele ediyorum.

Uzaktan yalnızca annemin yüzünü görüyorum.

Yüzüne bir gülümseme yayılmış, elbette o da mutlu, aksi mümkün mü?

- İşte, annem!

Koşa koşa kucağına atlıoyorum, beni tutuyor ve bağrına basıyor, kucağında götürüyor, sağlam, güçlü ve en yüce... Tek. Eşi bulunmaz. Yalnızca benim…

Acaba…

Hayır, sanki, ilk mutluluğum yalnızca budur…

Ama yok, birini daha hatırladım: O muydu ilk sevincim, yoksa bu mu?..

Teyzem, benim atik, tetik, cesur, sözünü esirgemeyen teyzem beni arabacıya emanet etti.

Köyden şehre geliyorum. Ben ve arabacı.

Araba gidiyor da gidiyor, akşam olmak üzere, biz ise hâlâ yoldayız, varacağımız yere bir türlü ulaşamıyoruz.

İlkin patika bir yolda gidiyoruz, sonra taş yola çıkıyoruz, bizi peşpeşe elektrikli trenler geçiyor... Arkadan geldiğini duyuyoruz, kulağımıza dalga dalga dolan düdüğünü çalıp ok gibi geçiyor, etrafa bir sıcaklık yaya yaya... Biz ise ha babam gidiyoruz. Her yerde kuleler görünüyor, etrafa petrol kokusu yayılmış ki bu petrol kokusu, çocukluğumun, bütün hayatımın kanına sinmiş, içime işlemiştir. Bu kokudadır; yollarım, aziz, güzel şehrim, deniz ve beni geçmişime, doğduğum topraklara bağlayan sayısız teller.

- İşte, tepe, buradan itibaren taş yol başlıyor. Buradan, bu yükseklikten şehir görünmekte, ışıklar içinde, öbek öbek evler, köşkler. Az kalmış, varmışız…

Artık şehirdeyiz.

Arabacı arabayı doğruca sokağımıza sürüyor.

“Evinizi bulabilir misin?” diye soruyor. Yüzü kapkara, sakallı bıyıklı biri. Simsiyah gözlerini bana, ‘şehir çocuğu’na dikmiş, sanki gülümsüyor.

Bu nasıl söz? Niçin bulamayayım?! Budur işte, evimiz de sokağımız da bahçemiz de…

Ben arabadan iniyorum ve vedalaşmadan uzaklaşıyorum. “Peki, ‘çok sağ olun’ demek yok mu?” diyor arabacı. Ben ise artık avlumuzun demir kapılarından geçip evimize girmek için acele ediyorum. Bahçeyi de yolu da arabacıyı da çoktan unutmuşum... Evimize! Uzun zamandır bırakıp gittiğim evimize!..

Kapılar!..

Bir an durdum, ikinci kata baktım, odalarımızın hepsinin ışığı yanıyordu. Balkonumuzun da ışığı açıktı. Tertemiz silinmiş camları pırıl pırıl parlıyor, sıcak elektrik ampülleri etrafa har har, bolca ışık saçıyordu. Bu ışıkta o kadar sıcaklık, samimiyet ve sevinç vardı ki!.. Tek bir söz: Evimiz!

Hepsi sağdı; annem de babam da... Genç, sağlam ve güçlü... Saadet ve bahtiyarlık... Giderek yaklaşan, evin eşiğinde duran savaştan habersiz... Işıkları söndüren savaştan... Belki de duymuşlardır, biliyorlar, ancak bana şimdi öyle geliyor ki duymamışlardı... Ama başka bir faciadan gerçekten habersizdiler, bilmiyorlardı ki yaşamaları için çok az vakit kalmıştı.

Bu ışık ise hiç sönmeden yanıyordu, ilk sevinç ışığım.

Kim bilir, ne kadar yanacak, benimdi ya, yalnız benim ışığım, ilk ve ebedî... Bu sözün manasını şimdiye kadar idrak etmiyordum, şimdi yavaş yavaş anlıyorum... Ve yanıldığıma da zerre kadar şüphem yoktur.

III

Hatırımdaki ilk kederim…

Hiç hatırlamasam daha iyi.

Çığlık!

Komşu kızın çığlığı!

Bitişiğimizde oturan ve doğuştan iki ayağı topal, benim akranım, şimdilerde ise boyları beni geçen beş oğul anası komşu kızının çığlığı!..

Bakü’nün sıcak bir Ağustos günüydü. Hem balkona hem de sokağa açılan bütün kapı ve pencereler ardına kadar açık. Umudumuz bulutsuz, yağmursuz göğedir: Ey sema, ey tabiat diye yalvarıyoruz, acaba az da olsa yel misali, rüzgar gibi bir nefesle bu durgun, alev dolu havayı kıpırtadır mısın?

Kız öyle bir bağırdı ki!.. Telefon yalnızca onların evinde vardı ve komşularımız kızın bağırışına neden olan böylesine bir faciayı ilk olarak duyabilirlerdi. Ve bunu kız duydu! Duydu ama inanamadı, ama bağırdı, duyduğu sözler çığlıklara karıştı, çığlığın içinde tekrarlandı. Ve bu tek bir sözden ben donakaldım, ayaklarım yere çivilendi.

Betim benzim attı, yüreğim buz kesti, sanki kırılacak bir dala asıldı.

Komşum duyduğu şeye bağırdı. Bu haber herkesten çok, herkesten evvel yalnızca ve yalnızca benim içindi, ben bağırmalı ben çığlık atmalıyım.

“Öldü mü?!”

Annem öldü.

Galiba ben daha şimdilerde yaşıyorum, hayatımın asıl yılları daha ileridedir, daha yaşanacak yıllar var... Annem ise benim şu anda yaşadığımdan daha az yaşadı, hem de çok çok az.

IV

İçimde büyüyen ilk korkaklık…

- Ben bu korkaklığı asla unutmuyorum. İstemesem de unutamıyorum…

Teyzemin gözleri kızarmıştı, sesi kısılmış, adeta derin bir kuyudan geliyordu.

Beni çağırdı ve:

- Hastaneye git! Annen seni görmek istiyor!

Ben annemin dün itibariyle hastaneden çıkarıldığını duymuştum, öyle biliyordum. Ranzasını hastane yatakhanesinin bir köşesine taşımışlar, diğer hastalar ölen kişiyi görmesinler diye... 

Teyzemin sözlerini ben: “Annen ölüyor, git annenle vedalaş!” diye anladım.

Ve gitmedim.

Gitmedim!

Korktum!

Ölen bir insanı görmekten korktum.

Pençesi keskin, eli kemikli görmüştüm ben onu, ölümü. Bir yapışırsa bırakmazdı.

Bu ölüm şimdi annemin etrafında dolanıyordu, annemin yanındaydı. Hem ruhtu hem de kanlı canlı biri.

Gitmeyeceğim.

Durdum ve yerimden kımıldamadım.

Taş gibi sustum, kaya misali lal oldum.

Birden “o” (kimdi bu “o”; ölüm mü? Annem mi?, hem “o” hem de “o”. Çünkü “onlar” benim korkularımda birleşmişti.) yakamdan tuttu! Aniden bana: “Haydi sen de gel, gidelim!” dedi!

İstemiyorum!

Gitmeyeceğim!

Evet korkuyorum!!!

Ahmak, vahşi korku!

Taş devri adamı, ilkel…

V

İlk kaygım…

Bir yıla yakın devam etti benim bu ilk kaygım…

Sokağımızın yokuşu anneme eziyet vermeye başladı, iş dönüşünde kendi başına çıkamadı.

Bir de karanlık…

Sokaklar akşam karanlığa gark oluyor, hiçbir ışık görünmüyor, çünkü savaş vardı.

Karanlık sokaklar pek tekin değildi, dehşete bile düşürebilir, çünkü savaş vardı... Aslolan ise kalp, kalbin günden güne şiddetlenen hastalığı. Annemle yan yana yürürken kalbinin çarpıntısını duyuyorum. Sanki, annemin kalbini görüyordum, daralıyor, göğsüne sığmıyor ve temiz havaya muhtaç kalmış, hava yetmiyor, kanı vücutta dolaştırmaya gücü yetmiyor. Sanki birden duracak ya da patlayacak... Göğüs de daralıyor, kalbi sıkıyor, kalp bu sineye sığmıyor ki, sığamıyor!..

Annem, hemşire olarak çalıştığı doğum evinden çıkarken ben onu kapıda karşılıyorum. Kolumdan tutup bana yaslanarak yavaş yavaş yürüyoruz. Önceden taşlarından bile iyot kokusu gelen doğum evi binasını ve küçük bahçesini çevreleyen demir parmaklıkların yanından geçiyoruz. Köşeyi dönüp, dar Basin Sokağı’ndan tramvaya biniyoruz ve bu üç numaralı tramvay bizi gürültüler içinde getiriyor ve tozlu, topraklı Bazar Sokağı’nda indiriyoruz.

Ve bütün zorluklar işte bu tramvaydan sonraydı: Sokağımızın yokuşu.

Ağır ağır, yavaş yavaş yukarı çıkıyoruz. Kör pencereli, tek katlı evlerin arasından. Sokak dardır. Duvarlara dokunarak, tutunarak bir köşeyi geçtik. Eski iki katlı evin kapısında annem duraklıyor. Karanlık gecede onun mavileşen, rengini kaybetmiş dudaklarını görüyorum sanki. Bir şeyler demek istiyor ama nefesi yetmiyor ki sözleri birbiri ardınca sıralasın, konuşsun. Çaresiz kalıp başını öne eğiyor, elini evin oyulmuş, rüzgardan ve zamandan pütürleşmiş duvarına dayıyor. Ben de yanındayım, biraz geri çekilmişim ki havası artsın, benim yakın durmam onu daraltmasın, kalbini sıkmasın... Yüreğinin çarpıntısını da net olarak duyuyorum... Az kalsın ağzından fırlayıp yere düşecek... Epey gelmişiz, evimize ulaşmamıza sadece bir köşe kalmış. Annem başını öne eğiyor, kendisini cesaretlendirdiğini, kalbini yüreklendirdiğini, içine telkin ettiğini, ona geçmişi hatırlatıp: “Ey kalbim! Sen böyle değildin” dediğini hissediyorum. “Bir zamanlar sen bu yokuşu bir nefeste çıkardın, şimdi ne oldu sana, ey yürek!!” “Beni neden böyle üzüyorsun, nedir benim suçum, ey yürek!” Fırça atıyor, ancak aklı artık bu yokuşta değil, merdivenlerdedir, ikinci kata bizi çıkaracak olan merdivenlerde! Anneme; “sorun değil, onu da geçeriz, hiç darlanma, yeter ki evimize ulaşalım!...” diyorum.

Tekrar yavaş yavaş, aheste aheste gidiyoruz. Ben bilerek bir adım geride duruyorum, kasten adımlarımı yavaş atıyorum ki, o da acele etmesin, benim de yorulduğumu zannetsin. Sansın ki yalnızca kendisi acele ediyor, durup bir az dinelenebilir, niye, neden acele ediyor?..

İkinci ve sonuncu sokağı geçiyoruz, işte, bizim sokak!.. Duvarları dairemsi, taşları pembeye çalan, rengi karanlıkta bile görünen evim; yüksek, demir büyük kapımız... Baku’da ne kadar çok demir var: Kapılar, çitler, pencere demirleri!.. Bu kapıdan merdivenlere kadar olan yol, yani avlunun içi, o kadar da rahat değil, korku vericidir, insanı devirecek çukurları, tehlikeli tümsek ve uçurumları var; demem o ki, aceleye gerek yok, adımlarını dikkatli at... Ama ben bu kısa yolun bütün sırlarına vakıfım, gözüm kapalı geçerim, adımlarımı nerede uzun nerede kısa atacağımı bilirim. Bak burası çukurdur, burada ise bodruma giden bir merdiven var, kimse düşmesin diye başına taş koymuşlar. Burada su birikmiş, çünkü musluğu sağlam bağlamamışlar, ah bizim şu musluğumuz! Atlayarak geçmek lazım, burada ise biraz sağ dönmek gerek, çünkü bir tepecik var. Sonra ise, sonra ise biraz sola ve iki adım atıp elini uzatırsa elin merdivenin tırabzanlarına değecek... Ama merdivene daha var: Avludaki lağım mazgalının demir kapağı biraz diktir, onu öyle bir geçmek lazım ki ayağın takılmasın…

İşte, nihayet merdiven tırabzanları. Annem bir köşeden tutunuyor ve yine duruyor, hızlı hızlı nefes alıyor, adeta gücünü topluyor. Otuz taş basamak! Ha gayret!.. Yalnızca otuz! Ne az ne çok... Taşların ortası çukurlaşmış, bizim adımlarımız, bizden öncekilerin adımları yıllar boyu, günler boyu bu taşları yalaya yalaya, sürte sürte oymuş…

Evde annem hemen kendisine gelirdi, ne de olsa evdeydi artık!.. Sevdiği üstü meşin “yatak” a oturur, gözlerini biraz yumar ve dinlenirdi. Ayaklarındaki ağırlık çekilir, bütün vücudu kalbine hizmet ederdi ki kalbi dinlensin, sinesine vurup dağıtmasın... Kaburgalar ince, derisi de kağıt gibi nazik, açık kestane renginde, biraz esmerce, benimki gibi.

Yürek ne yapsın, ona temiz hava lazımdır, “öz” lazımdır…

Yalnızca bunlar mı?..

VI

İlk öfkem.

Artık biraz dinse de soğusa da geçmemiş benim ilk öfkem, belki artık bir öfke değil, yalnızca düşüncedir? İnsan zarafetiyle ilgili öfkeye benzer bir duygu mudur? Bir his midir?..

Bazen annemin dayısı Abdul adındaki kişi ile karşılaşıyorum. İhtiyarlık iğne ipliğe çevirmiş. Sürekli öksürüyor, öksürüğü de kupkuru. Acıdım ona, çünkü yaşlılıktan kendisini zor gezdiriyor. Hal hatır sorduk, ne de olsa akraba, annemin seksen yaşındaki biricik dayısı…

Şehre çok nadir zamanlarda gelir, bağda yaşar, babadan kalma bir bağ evinde... Asmalar, incir ağaçları, toprağın ve bağın ortasında devasa kara dut ağacı. Ağacın yaşı bir asrı geçkin ama yine de sapasağlam, buraların en büyük ağacı... Dutu da tatlı, hâlen tadı damağımdadır iri, içi ballı tanelerin... Daha çok annemin dayısının oğlunu görüyorum, Akif’i. İşi gücü belli değil, Kâh bir pejmürde kılığında kâh damat gibi, tuzu kuru keyfi gıcırında. Gördüğümde babası aklıma gelir, kalbimde öfkeye benzer bir şeyler kıpırdanır. Akrabalara has selamlaşıyoruz, havadan sudan konuşup hal-hatır soruyoruz! Gelecek sefere, bir dahaki görüşmeye kadar!..

O yıl savaş, nihayet, galibiyet ile sonuçlandı... Cebimiz boş, anneme ise dinlenmek hava su gibi lazım! Yazı şehirde geçirmek olmaz, sıcaktan pişip yanar. Hasta bir kalple seyahate çıkmak da zordur, nereye gideceksin? Nasıl?.. Kalbe üzüm lazımdır, dut lazımdır; ak ya da kara!

Öz dayısına ağız açtı. Durumları fena değil, geliri güzel. Şehir merkezinde bakkal dükkanında çalışıyor. Geçen yıl savaşın kızıştığı zamanlarda, bağdaki güzel, iki katlı evini tamir ettirebildiler. 

Ağız açtı.

Hayır hayır, sohbet ikinci kattaki odalardan açılmadı. Dutu da bedava yemeyeceğiz, inciri de. Bize küçücük bir oda lazım, hangi odayı kasdettiğimi biliyor musunuz? Merdivenin altındaki, sokağa bakan ufacık pencereli, kuyuya yakın oda. Bu odada evden kimse kalmıyor, burada yalnız ekim dikim işlerine yarayan alet edevat benzeri şeyler var, bunları odun ambarına koymak da mümkün…

Abdul denilen adam suratını astı, karısına baktı... Karısının yüzünde zaten hep bir hoşnutsuzluk vardı, sanırsın, ya patlıcan turşusu yiyor ya limon dilimine gözü kaymış veyahut yağ bağlamış boğazını sivrisinekler dalamış. Sesi de yüz ifadesine uygun, konuşurken sanki ağladı ağlayacak, incinmiş, şikayet eder gibi.

Annem dayısının hanımı ağzını açarsa ricamızın reddedileceğini anlamış olmalı ki o konuşmadan önce “Odayı bedava istemiyorum.” dedi. Para konusu açılınca çok şaşırdım, çünkü paramızın olmadığını biliyordum.

Akrabam konuşmaya başladı: Annemin dayısı!

Dedi ki: “Odayı başkasına söz verdik. (Adını söyledi, uzun uzadıya onun hakkında konuştu, ‘ak sakal bir adamdır’, ‘mümin bir kişidir’, ‘kableyidir’6 ve saire...). Hatta paranın bir kısmını aldık (üç basamaklı bir sayı zikredildi). Tabii çok büyük bir para değil ama yine de paradır, ayrıca harcandı bile, maaşa ise daha çok çok var...”

Annem: “Parasını iade ederiz” diyor, yani annemin vereceği parayı dayısı hemen mümin kişiye iade eder.

Dayı sözünü bitirince, dayının karısı başladı: “Sohbet ‘kapora’ ile ilgili değil, paranın tamamı üzerinedir. Alacağımız parayı da şimdiden borca girip tamamını harcadık, rençber tutup parayı önceden ödedik ki kaçıp gitmesin. Bahçe işi ağırdır; asmalar vs. onların üzümünü de almayacağız! Dut ağacı, dutu elbette parasız bile yiyebiliriz, ne de olsa akrabayız.”

Annem “Bütün parayı ödeyelim...” diyordu.

“Paramız var mı?!” Neden “Yahu dayımsın, böyle akrabalık olur mu?” demiyordu?!

Annem de parayı düşünüyordu: Değerli şalını, babamın ilk hediyesini satar, yüzüğünü rehine bırakır, bir şekilde toplardı bu parayı, yeter ki anlaşabilsinler.

Susup sohbete karışmak istemiyordum, çünkü annem sinirlenir, bakışımla yanan yüreğimin korlarını akrabalarıma saçarım. Ancak annemin dayısı bunu görmüyor, hiddetimi görmezden geliyordu.

O yaz annemin son yazı idi…

Yine de ilk günler bağ havası anneme iyi geldi. Kendisine birden bire iyi hissetmeye başladı. Hatta bir defasında benim yardımım olmadan dağcı bastonuyla ikinci kata çıktı. Merdivenlerden değil, merdivenin kenarından birazcık dışarı taşan taşlardan tutuna tutuna, benim gösterdiğim gibi acele etmeden yukarı tırmandı. Sonra elini uzatıp balkonun tırabzanlarından geçti, diğer tarafa, balkona çıktı. Öyle mutluydu ki!.. Balkondan denize doğru bakıyordu; masmavi, ipek gibi ışıldayan denize hasretle, umutla baktı!.. Sonra başını eğip yukarıdan aşağı beni süzdü. Gülümsedi saçını düzeltip. Tekrar yüzünü deniz doğru çevirdi; engin, müşfik, ılık sulu, yumuşak kumlu denizin seyrine daldı. Doymadı da doymadı.

Kalbi de sözünden çıkmadı, dileğine kul oldu, ikilik çıkarmadı, kuzu ki tam bir kuzu!..

Ne yazık ki, tehlike bir kenarda durmuş acı acı gülümsemekteymiş. Bir hafta sonra Ağustos’un başlarında kalp ağrıları tekrarladı, hastalığı şiddetlendi. Aceleyle şehre döndük, annem kendi başına yürüyerek hastane kapılarından geçti, tramvay zillerine boğulan, kalabalık sokağa bir hayli baktı…

Bağa taşınmadan önce parayı annemin dayısı Abdul’e çıkarıp vermiştim. O zamanlar İçerişehir’de yaşıyorlardı, şimdi taşınmışlar. Kendisi seksenli yaşlarda, dal gibi kurumuş kalmış ve karısı; yüzü kırışmış, sesi sızılı, ağlamaklı, sanırsın sivrisinek sokmuş ya da limon dilimi görmüş, sanki onu yiyecek.

VII

İlk küskünlüğüm…

Babamdan kaynaklanmıştı benim ilk küskünlüğüm: boğazım yandı, ağrı yüreğimi darladı, kahırlandım. Tessüf ki ağlayamadım, ağlasaydım göz yaşlarım acıyı alıp götürürdü, ya küskünlüğü, onu da eritir miydi?

Ve babamdan küskünlüğüm, onun sağlığında değil, onu defnettikten sonradır.

Öyle bir kırgınlık ki, ne yaparsan yap geçmez, geçmiyor!..

Artık bu küskünlükten eser kalmadı, acısı eridi, zaman onu alıp deniz suyuna karıştırdı, sadece kederi kaldı.

Sokakta yürüyorduk: Annem, bizim “jensovet7” komşumuz ve ben.

Birden annem durdu, rengi soldu, dudakları buz kesti.

- “Deli misin yahu!” komşumuz anneme doğru sesini yükseltti. “Üz kendini, çürüt ömrünü, kendini mahvet!... Ey deli, böyle birisi için insan kendini yer mi? Kendine bir bak, bak hele neye benziyorsun... Al bak!..” Komşumuz bir hamlede el çantasından küçük bir ayna çıkartıp anneme uzattı. “Al! Bak!”

Annem ise ileri, önüne bakıyordu. Komşumuz da o tarafa baktı.

- İstersen bak şimdi gideyim, tekmeyle ona sırtından vurayım, Devirip onu bu ayaklarımla ezip geleyim!.. Gideyim mi? Niye bir şey söylemiyosun? Gideyim? Haydi git de ve gör bakalım analar ne kızlar doğuruyormuş!..”

Annem susuyordu, beti benzi atmıştı. Sanki o anda yıkılacak, kalbi duracaktı... Eliyle göğsünü tuttu, son günlerde kalbi ona rahat vermiyordu, özellikle o günden sonra, çünkü babam…

Babam eve geç gelmeye başladı.

Sık sık sinirleniyordu, kavgacı biri olmuştu, annemi incitiyor, kalbini kırıyordu.

Birileri anneme onu sarışın bir kadınla gördüklerini söylemişti. Hatta kadının evini bile söylemişlerdi. Dedikoducu için mesele mi?..

Bir akşam babam eve dönmedi.

Seher vakti annem giyinip evden çıktı.

Gösterdikleri eve gitti.

Ve kapıyı çalmadan itekleyip açtı.

Babam ayaklarını yataktan aşağı sallandırmış kadife pantolonunu giyiyordu. Yatağın yanına çıkarılmış krom rengi çizmeleri pırıl pırıl parlıyordu. O ise... işte o kadın!.. Masaya kahvaltılıkları yerleştiriyordu…

Annemin kalbi çırpınmaya başladı, tekledi, sanki karanlık bir dünyaya düşmüştü.

Ve işte orada biz üçümüz o sarışın kadını görmüştük. O yürüyor, ben ise bizim “Jensovet”in ona nasıl yaklaştığını gözlerimde canlandırıyordum. O zamanlar gördüğümüz o kadının kim olduğunu bilmiyordum tabii. Babamın ölümünden bir yıl sonra annemin anlattığı, seher vakti kadının evine gidip orada altı dar şalvar pantolonunu giyen babamı gördüğü, hikayeyi işittiğimde boğazım yandı, kahrımdan öldüm.

Acı, taş olup boğazıma düğümlendi.

Teessüf ki ağlamadım. çünkü yutkunamıyordum. Ağlarken yutkunmalısın ki boğazına düğümlenen kırgınlığı da yutabilesin…

Artık eser kalmayan ilk kırgınlığım. Onu yıllar alıp götürdü.

Benim bu kırgınlığımdan yalnızca keder kaldı. Tozlu, kederli bir sis. Yakından baktığım bir kitabı bürüyen yarı kapalı, beyaza çalan bir perde misali. Şimdi o kitaptan gözlerini biraz ayır; biraz uzaktan, gözlük camının artı “bir” yahut “bir buçuk” mesafesinden bak. O sis eriyip kaybolur, Kelimeleri açık seçik okuyabilirsin: “Bir varmış, bir yokmuş...”

VIII

- Sana bakıyorum: Yanakların tombul, dudakların dolgun, karnın tok... Sen de bana bakıyorsun. Hayatından memnun bakışların bana dikilmiş. Bakışların derindir, belki de düşündüğümden de derin.

- Ne demek istiyorsun? Açıkla!

- İşte!.. Gözlerinde bir huzursuzluk gezindi!.. Buna ben şahidim!.. Kendini beğenmişlerden nefret ediyorum.

- Biliyorum.

- Madem ki biliyorsun, iyi dinle!

- Ne demek istediğini de biliyorum.

- Bilsen de diyeceğim!

- Neden? Yoksa içini mi dökmek istiyorsun?

- İstiyorum ki benim huzursuzluğum sana malum olsun, ağır bir taş olup yüreğini ezsin!

- Yüreğimiz demek ki bir değil!

- Artık birdir! Ancak önceden sana baktığımda tombul yanaklarını, koyu gözlerini gördüğümde yüreklerimiz aynı değildi. Sen bana bir yabancıydın. Ben uzak savaş gününü sana hatırlatmak istiyorum!.. Annene söylediğin sözler aklında mıdır?

- Benim ilk gaddarlığım!.. Şu anda bile anneme bu sözleri neden söylediğimi bilmiyorum.

- Hele anlat da duyayım!

- Mümkün değil !.. Anlatsam dilim tutuşup yanar!..

- Yazmak kolay mı sanırsın?! Sen miydin “Ekmeği yolda yemişsin” diye bağıran?! Sen miydin “Ekmeği böl” diye talep eden?!

- Hiç bilmiyorum o sözler dilimden nasıl döküldü!..

- Neden sustun? Konuş!

- O sözleri sana kim hatırlattı?

- Hep aklımdaydı.

- Tamam da neden özellikle şimdi bunu söylüyorsun?!

- Bilmiyorum.

- Acaba dün uykunda uzak savaş günlerine mi döndün? Evinizi mi gördün? Üstüne muşamba serili kare, büyük masa, muşambanın bir köşesi ütüden yanık, yüksek tavanlı odamızı güçlükle ısıtan gaz ocağı, yayları çıkmış ve yüzü yırtılmış yamalı sedir, sedirin üstünde oturan yorgun bakışlı annen…

- Sürekli rüyamda görürüm, ama dün gece görmemiştim.

- Acaba…

- Sebebini sorma! Önünde sonunda diyecektim bunu sana!.. O sözleri annene dedin, ya sonra? Sonra ne oldu?!

- Sen biliyorsun ya.

- Anlat!

- Annem şaşkınlıktan büyümü gözlerini üzerime dikti. Heyecandan dudakları titredi. Nedense söylemek istediğini söyleyemedi, dudakları titredi. Birden bire oda öyle bir sessizleşti ki ben korku içinde yerimden fırlayıp kalktım. Dediğim sözler beynimde yankılandı. Annemin bakışlarına dayanamayıp odadan çıktım, kahrım beni boğuyordu.

- Annen gerçekten de yolda o ekmekten bir lokma yemişti…

- Sus! Yıllar geçtikçe mahcubiyetimin yükü!..

- Şimdi nasıl?!

- Çok ağır!

- Acaba tokluktan şişmiş misin?! Karnın dolmuş mu?!

- O günleri geri getirebilseydim!..

- Keşke!

- Akşam eve döndüm. Annem beni bekliyordu. Yüzüme bakıp sakince ama kararlılıkla: “Ekmeği başkaları gibi bölersek ödüm patlar.” dedi. “Ben de bunu istemem!” dedim.

- Biliyorum, ama annem o gün ekmeği böldü! Kendi lokmasından senin payına…

- Sus, söyleme!.. Sen de biliyorsun ki ben o lokmaya ilişmedim!

- Aferin!

- Lokmayı anneme verdim.

- Alkışlar!

- Anneme yedirdim!

- Ha ha!..

- Bununla kendimi aklamak istemiyorum!

- Bunu beceremezsin de!

- Beni affet!..

- Kes sesini: O sözler bir kere söylendi!

- Annem suçumu bağışladı!

- Yoksa sen özür mü diledin?!

- Hayır.

- İyi de nereden bildin bağışladığını?

- Hissediyorum.

- Neden?

- Annem ömrünün sonuna kadar beni gözetti, ben…

- Yeter! Sus!.. Annen bağışlasa da ben bağışlamıyorum! Bağışlayamıyorum!.. Belki ömrünün sonunda, kalbinin durmasına bir saniye kalmış, vakti olsa, senin yaptıkların düşünce terazisinde tartıldığında bağışlayabilirim!.. Belki!.. Şimdi ise def ol git karşımdan!..

IX

İlk, önce…

Ve sonuncusu.

Demesen olmaz!

Gıpta ve haset!

Anında ben de uyanan hisler. Ve her defasında taptaze.

Oğluma haset, oğluma gıpta…

Annesi var, sıcacık sesli, genç ve sağlıklı. Eli müşfik, bakışları düşünceli, sevgi dolu.

Anneme benziyor. Annem gibi…

Ancak annem değil, o oğlumun annesi.

 

1 Rusça anne kelimesinin kısaltması (mama).

2 Çelimsiz, sıska, cılız.

3 Sovyet döneminde polise verilen isim.

4 Hızlı oynanan Dağıstan halk oyunu.

5 Emekçi insanların istirahati ile meşgul olan müessese.

6 “Kerbalayı sözünün konuşma dilindeki formudur.

7 Sovyet zamanında kullanılan bir kelimedir: “mahalle kadın meclisinin bir üyesi” 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 167. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 167. Sayı