HaftanınÇok Okunanları
İSMAİL DELİHASAN 1
KEMAL BOZOK 2
Emrah Yılmaz 3
FEYZA TUĞÇE FIRAT 4
NIKA ZHOLDOSHEVA 5
Kardeş Kalemler 6
BEDRETTİN KELEŞTİMUR 7
Tellal her gün erkenden uyanır.
Rahmetli babası, daha çocukluğunda onu böyle alıştırmıştı.
Abdest alır, temizlenir, içerideki odaya girer, sabah ezanını okur.
Tellallık ona rahmetli babasından kalmış.
Babasının söylediğine göre, onun da babası bu köyde tellal imiş. Ondan da önce büyük dedesi...
Belli ki bu ailenin kaderinde tellallık varmış. Yedi nesli de halka hizmetle geçti. Mahalle mahalle gezip bir düğüne, bir taziyeye çağırır. Bazen yayan dolaşır, bazen eşeğe biner. Ara sıra imece ve başka türlü toplantılara da çağırır.
En önemlisi namaza davet eder. Günde beş defa…
Bu yörenin camileri nice zamanlar bu sülale fertlerinin ‘davet’i üzerine cemaatle dolup taşmış, namazlar kılınmış, vaazlar verilmiş, nasihatler dinlenmiş...
Minarelerin döne döne tepeye ulaşan merdivenleri ve şerefeleri yedi neslin tabanlarını koklamış. Yedi neslin kadem bastığı merdiven kerpiçleri aşınmış, mermer gibi parlamış.
Başka yerlerde ne türlüdür bilinmez ama eskiden bu muhitte ezan okuyan kişinin aynı zamanda düğün ve cenazeleri de duyurması âdet olmuş. Halk arasında bu kişiler “falanca tellal” olarak nam salmış. Çok az insan “müezzin” dese deesasen “tellal”[1] sözü yaygınlaşmış.
Söylediklerine göre bir zamanlar “sofu” da derlermiş. Ne ilginçtir ki yüz yüze olunduğunda yaşına göre her bir kişi ya sofu, ya sofu ağabey, ya sofu dayı ya da sofu hazretder ama arkasından anıldığında, büyük küçük herkes ağız birliği etmişçesine ismiyle birlikte ‘falanca tellal’ demektedir. En büyük dede, hanlık zamanlarında şehirde tellallık yapmış. Ömrü, Hokand ahalisini camiye, namaza, ahiret azaplarından kurtuluşa davet etmekle geçmiş diyorlar. Babadan oğula, oğuldan toruna ve ondan da sonraki kuşaklara ulaşan rivayetlere göre, Hokand etrafındaki köylerden müminler sırf o en büyük dedenin ezanını dinlemek için şehre gelirlermiş.
‒ O büyük dedemizin babaları, yani daha büyük dedemiz mükemmel bir hafızmış, diyordu tellal, kucağına oturmuş olan dört yaşlarındaki torununu sol yanından aşağı, geçmiş günlerin özlemiyle süzerken. Babası, dedeleri her aklına düştüğünde, daima gözleri nemlenir, sesi titrerdi. “Hanlık döneminde ona Bülbül Hafız derlermiş! Her mahallede en az on hafızın olduğu bir zamanda sıradan bir hafıza Bülbül Hafız denmezdi elbet! Vay be! Dedemiz yedi iklime nam salmış...”
Bunları anlatırken her sefer tatlıca bir yutkunuyordu. Yaşlı gözleri uzaklara dalıp gitmişti. Sanki o asrı, o dedesini görüyor, okuduğu ezanın sesini ve Kur’an tilavetini duyuyormuş gibi oluyor, yüreği titriyordu. Bir süre gözünü alamadı o mesut uzaklardan...
‒ Fakat tellallığı da terk etmemişler! Allah herkese bir şey verir yavrum, bizim sülaleye de sesten vermiş!
Nöbet dedeye geldiğinde, Türkistan’ı da Ruslar basmış, çarpışmalar başlamıştı. Bir günde (teheccüdle birlikte) altı, bazı günler yedi, sekiz... hatta on kere ezan okunduğu oluyordu. Altısı namaz için, diğerleri ise adamları camide toplamak için okunuyordu. Camide toplanan insanlara mühim haberler bildiriliyor veya Han âli hazretlerinin yeni fermanı okunuyordu.
Memleketteki bütün camilerde aynı vaziyet: eli silah tutan erkekleri kâfir Rus’a karşı galeyana getirmek için minarelerden ezan okunuyor ya da sokak sokak dolaşarak çağrı yapılıyordu.
‒ Namaz vaktiyse insanlar ezanın namaz için olduğunu zaten bilirlermiş. Gelip namazlarını kılar, evli evine, işi gücü olanlar işlerine dağılıp giderlermiş. Amaa, yok, ezan vaktin dışında okunursa bunun başka bir iş olduğunu hemen anlarlarmış. Birçoğu derhal hazırlanıp gelir, iki rekat namaz kılar, vatanı pislik kâfirden kurtarmak için oradan doğruca cepheye gidiverirlermiş, diye anlatıyordu tellal. Konuşurken bir yandan da torununun kıvırcık saçlarını okşuyordu. Sesinde bir nevi hayıf alametleri seziliyordu. “Lakin o dedelerimiz vatanı Ruslardan kurtarmaya muvaffak olamadılar. Kendi Han’ımız tahttan indi, yerine elin Çarı geldi. Kâfir yendi, Müslüman yenildi, memleket Rus’un eline geçti. Böyle olsa da dedem ömrünün sonuna dek ezanı okumuş, çarşıda pazarda tellallığını yapmış, balam...”
Tellallık babasına geçtiğinde padişah yine değişmiş. İktidara bu sefer dinsiz biri gelmiş.
‒ Çar kâfir idi fakat Tanrı yok demedi, dinimizle uğraşmadı ama Lenin denilen itam kâfirmiş. Bunlar kendilerine Şora yani Sovyet derlerdi. Ağır zamanlar başladı, diye anlatıyordu Tellal gözlerinden samimi yaşlar dökerek.
Koltuğunun dibinde, sanki masal dinliyormuşçasına kendinden geçmiş halde oturan torun, sürekli dedesinin sakalını sıvazlıyordu.
‒ Evet, Rus padişahı devletimizi yıktı, toprağımızı bastı, mal varlığımızı talan etti lakin namaza dokunmadı, camiyi kapatmadı. Amma ‘Sovyet’ denileni yaman çıktı balam, Sovyet, malımıza da canımıza da tecavüz etti. Ahırımızdan sığırımıza, öküzümüze kadar aldığı yetmiyormuş gibi kalbimizden dinimizi de söküp aldı. Dört dörtlük Müslümanı kendisi gibi “Urus”a çevirdi. Namaz kalmadı... camimize haram ayaklar bastı... Müslüman idik, bir takla atıp “Sovyet İnsanı”na döndük…
* * *
Elbette, bu külfetler vatanın üstüne birden yağmadı. Sovyet devleti ilk yıllarında dine ilişmemiş, hayat tıpkı önceden olduğu gibi devam etmiş. Doğru, imanı zayıf bazılarının ayağı kaymış fakat müezzinler minarelerden hala ezan okuyormuş; vatan semaları ezansız kalmamıştı. Camiler dolsa da dolmasa da her halükarda namaz kılınıyordu.
Sonra...
İktidarı güçlendikçe Sovyet kudurdu, dine masal dedi, Kur’an okuyanı hapse attı, sürgün etti. Neyimiz varsa gericilik diye ilan etti. Kendimizi kendimize yabancılaştırdı, öz hayatımızı kendimize çirkin gösterdi.
Sonunda, Allah’a karşı savaş açtı, camileri kapattı, domuz ahırlarına çevirdi, minareleri yerle yeksan etti. Ayakta kalanlar dumanı tütmeyen baca gibi yüzünü astı. Ezan, namaz yasaklandı.
Bir gün geldi, ‘tellal baba’ya iş kalmadı. Artık sadece cenazeye, düğüne çağırır oldu.
Evine kapandı. Ezanı da evin içinde okur oldu. Hafif sesle... Birisi duymasın diye...
Alışmış, nasıl terk etsin? Ortada babasının vasiyeti var. Bin yıldan beri sürüp gelen aile zinciri ona geldiğinde kopsun mu? Asırların derinliğinden, ağızdan ağza, elden ele geçip gelen emanete hıyanet mi etsin? Şimdi neden hepsi son bulacakmış?!
Böyle olmasına asla razı olmayacak. Dört tane maymun, Allah yok derse Allah yok olur mu? Nice zamandır vatan semalarında inleyen ezan sesleri de şimdi nöbet ona geçmişken susmayacak!
Baba tellal, iradesini göstererek direndi. Her gün vaktinde abdest alır, boş bir odaya girer, perdeleri kapatır, kıbleye döner ve ... yalnız kendisinin duyabileceği ses tonuyla kendi kendine ezan okurdu:
‒ Allah büyüktür!.. Allah büyüktür!.. Allah büyüktür!.. Allah büyüktür!..
Dışarıdaysa vahşi bir mefkûre kılıcını çekmiş sokak sokak iz sürüyordu. Gözüne biraz farklı görünenle karşılaşsa ortadan ikiye böler, kanını rüzgâra savurur; gece gündüz dinmeyen şefkatsiz rüzgârlar o kandamlalarını memleketin dört bir köşesine saçar, yurdu “kızıl”a boyardı.
Hayatın anlamı değişti. Değiştirildi. Gözler başka tarafa çevrildi. Ezan da namaz da açıktan kılınamaz oldu, gizlene gizlene önce avlulara, sonra evlerin içine girip gitti...
Artık ezan sesini yüklükteki yorganlar, pencereye asılı perdeler, kısacası evdeki eşyalar... ve okuyan kişinin yalnız kendisi işitir oldu.
Baba tellal geri adım atmadı. Ölümden de ötesi yok ya, dedi.
Ta büyük atalarından sonraki atalarına, dedesinden babasına, babasından kendisine uzayıp gelen ipin bir ucunu o da çocuğunun eline tutuşturamazsa, vicdanı, ihanet etmiş gibi azap çekecekti. Olsun, şimdilik ezan sesini yalnız kendisi işitse de, kendi kendini davet etse de o ses asla susmayacak! Okunacak, okunuverecek! Yüce hakikatler hava zerrelerinde, evin duvarlarında, yorganların, döşeklerin hatıralarında kalacak nasıl olsa, dedi.
İştiyakla tekrar tekrar okuyuverdi:
‒ Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur!.. Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur!..
O ağır zamanlarda, şimdi ihtiyarlamış olan şu çocuğu henüz oldukça küçüktü. Baba, sokaktaki yabancılar bir yana, evdeki hanımı ve şu küçük çocuğunun kulağına ulaşmasından korkup -sokakta arkadaşlarına söylerse, onlar babalarına derlerse, babaları bir yerlere gidip birilerine haber verirlerse şu ezanımdan da mahrum olabilirim diye düşünerek- yalnız kendisinin duyabileceği ses tonuyla okurdu.
‒ Şahitlik ederim ki Muhammet, Allah’ın elçisidir!.. Şahitlik ederim ki Muhammet, Allah’ın elçisidir!..
Ne günlere kaldık! Daha dün minarelere çıkılır, avaz çıktığınca bağırılarak ezan okunur, yedi iklim camilere davet edilirdi. Şimdiyse fısıldayarak... birisi duymasın diyerek...
‒ Haydi namaza!.. Haydi kurtuluşa!..
Dahası, evindekileri, hatta öz evlatlarını bile namaza davet edemeyerek...
Yüreği eziliyordu. Fakat biçare idi. Kendini tıpkı kapısı, penceresi olmayan kapalı bir evde mahpus gibi hissediyor; bu zifiri karanlıkta yolunu bulamayınca daha perişan oluyordu. Elinden gelen tek şey halvet odasında... yüklüğe doğru yönelip...
... ağlar, durmadan gözyaşı döker... kalkar ağlar, oturur ağlar, yatar ağlar... kendi kendine, tek başına ağlardı…
* * *
Bir gün pioner[2] olan çocuğu okuldan dönüp avluda hiç kimseyi göremeyince bu halvet odasına girdi ve babasını gözyaşları içinde buldu. Tuhafına gitti. Babası, güvendiği dağı... şu koskoca adam, nasıl olur da tıpkı çocuklar gibi ağlardı!?
Ne yapacağını bilemedi, eşikte bir an dondu kaldı. Utandı mı nedir, cesaret edip de babasına yaklaşamadı. Sezdirmeden odadan çıktı.
Hayretler içinde kaldı; neden ağlıyor acaba? Ne oldu ki?
Akşam yemekten sonra usulca sordu:
‒ Sizi kim üzdü babacığım?! Niçin ağladınız?
Baba, oğluna mahzunca baktı.
‒ Sonra söylerim, dedi. “Büyüdüğünde anlatırım...”
* * *
Okulu bitirdiği sene babası yatağa düştü. Bir gün oğlunu yanına çağırdı.
‒ Şimdi söyleyeceğim balam, dedi. “Kulağını ağzıma yanaştır.”
Oğlan şaşırdı. “Babamın dili tutulmadı, sesi çok net çıkıyor, normal konuşsa zaten duyarım. Kulağımı ağzına neden yanaştırmamı istiyor ki!?” diye geçirdi içinden. Fakat tereddüt etmeden boynunu eğdi.
‒ Daha yaklaş, dedi hasta adam.
Oğlan, kulağını babasının dudaklarına yasladı.
Baba fısıldamaya başladı.
Uzun uzadıya fısıldadı.
Sözleri havaya yayılırsa israf olacakmışçasına, ağız ile kulak arasında zerre kadar boşluk bırakmadan, dudaklarını oğlunun kulağının içine tıkmış, fısıldıyordu. Dedesinin babasına, babasının kendisine ilettiği manevi ipin ucunu, kendinden sonrakinin, mirasçısının yüreğine bağlamaya çalışıyordu...
Bir an oldu, sanki ağız ile kulak yok oldu, ortada yalnız yürek ile yürek kaldı. Fısıldayan ağız değil yürek oldu. İşiten kulak değil yürek oldu. Nice zamandan bu yana ecdattan evlada ulaşıp gelen bir şeyler, baba yüreğinden doğruca oğul yüreğine, vasıtasız, engelsiz bir şekilde akıp gitti adeta…
* * *
Baba öldü.
Oğul son görevini yerine getirdi.
O günden itibaren babanın işini devam ettirmeye başladı. İlk defa ezan okurken kendi sesini tanıyamadı.
‒ Allah büyüktür!.. Allah büyüktür!..
Kendi sesi değil ama aşina. Tıpkı binlerce yıldan beri işite geldiği dost bir ses!
Yüreğini acayip bir huzur kapladı.
Daha sonra ne zaman hatırlasa yüzünde hafif bir tebessüm belirirdi. Daha da ilginç tarafı, hiç düşünmeden, gayriihtiyari olarak o da yüklüğe doğru yöneldi ve hafif bir ses tonuyla okumaya başladı.
Babasından tellallığın miras kalması gibi, korka korka, yalnız, kendi başına okuma geleneği de genetik olarak kandan geçmişti.
Babanın odası oğula kaldı. Yüklüğü... okuması... ağlamaları... ile.
Yüklüğe, yüklük olduğu için dönülmüyordu elbette. O tarafta yüce ve cazibeli, bilinmez bir şey var. Babası yüreğinden kopup gelen bir şeyleri onun kulağına söylerken, sanki ortadan yüklüğü kaldırmış, bütün engelleri bertaraf etmiş, oğlunun bakışlarını ta uzakları görecek hale getirmişti.
Oğul şimdi o tarafa her dönüşünde, iki yüklükteki iki sandığın üstüne yığılmış yorganların, orta rafta istiflenmiş yastıkların görüşü engellediği öbür tarafı, uzak diyarları görüyor gibiydi. Böylesi anlarda yüreğini bir huzur kaplardı. “Babam da bu tarafa boşuna dönmüyormuş. Yorganlara, yastıklara değil, onların arkasındaki duvarın da ötesindeki ‘Huzur Evi’ne bakıyormuş demek!” diye içinden geçirdi bir gün.
‒ Allah büyüktür!.. Allah büyüktür!.. Allah’tan başka ilah yoktur!.. Diyordu büyük bir zevk ve şevk ile.
Ve kendinden geçme noktasına gelip, ortağı olmayan, tek, bir ve var olan o Kudretli Zat’a tapınmaya başladı. Tapınmak ona sınırsız bir huzur bahşediyor, bu huzur onu tekrar tekrar tapınmaya itiyordu.
* * *
Bu şekilde yıllar geçti.
Bir gün kendi kendine ağlamaya başladı.
Babasının bir ömür boyu niçin ağladığının sırrı ayan oldu.
Ağladığında kendini tutamıyordu.
Fakat bu ağlamalar ona elem, keder vermiyordu. Aksine, garip bir lezzet veriyordu. Ağlamanın verdiği lezzeti başkalarıyla da paylaşmak istedi:
‒ Haydi namaza!.. Haydi kurtuluşa!.. Diye okumaya başladı.
Lakin sesini kendinden başka kimse duymadı. Sokaktan duyulmaması tabii idi. Üstelik hanımı, çocukları bile onun sesini duymuyorlardı. Sesi o kadar hafifti ki, ağzı ve ağzından süzülüp çıkan seslerle, eşinin, çocuklarının kulakları arasında epey uzun, uzak bir mesafe vardı sanki. Zaten bunu hiç kafasına da takmadı. Çünkü eskiden babası okuduğunda kendisi de duymuyordu. Üstelik babasının niçin sürekli tek başına zaman geçirdiğini de o zamanlar bilmiyordu.
* * *
Tellal, insanlardan gittikçe kopmaya başladı.
Köy hatırına, her türlü toplantıyı sokak sokak duyurdu ama o toplantılardan kendini uzak tuttu. Sonunda sokakta duyuru yapmayı da terk etti.
Köy ahalisi “Çok da umurumuzda!” dercesine bir dervişanede[3]kendilerine başka tellal seçtiler.
Artık sokakta, sağda solda, ham sesli, bönbir yiğit bisiklet üstünde bağırarak tellallık yapar oldu.
Ahali yavaş yavaş eski tellalın sesini unutuverdi neredeyse. Kulakları yeni tellalın sesine alıştı.
Bu aile fertlerinin nice zamandan beri tellallık yaptığını belli bir yaşın üstündekiler hariç neredeyse herkes unuttu. Zaten gençler onu yalnız bostanına salatalık, domates eken, çiftçilikle geçimini sağlayan biri olarak tanıdılar; başka bir iş yaptığını hiç görmediler.
Birazcık gözden uzak kalsa, koskoca adamın bile unutulması işten bile değilmiş meğer!
Eski tellal böylece ahaliden koptu, tek başına gün geçirir oldu. Ara sıra iştirak ettiği taziyeleri saymazsak, diğer toplantılara davet edilse bile katılmamayı tercih etti. Özellikle düğünler onsuz geçiyor, insanlar onun yokluğuna alışmış görünüyorlardı.
“Böyle bir zamanda düğün yapmak içlerinden nasıl geliyor, hayret!” diye söyleniverirdi tellal.
* * *
Zamanın gaileleriyle birlikte aylar ayları, yıllar yılları kovalayıp geçti...
Eski tellal, günlerden bir gün ansızın sokak ortasında peyda oldu. Yolunu kaybetmiş divane gibi sokağın ortasında bir müddet yalpaladı durdu. Gözleriyle etrafı kolaçan etti.
Aslında nereye gittiğini biliyordu. Bu sağa sola bakışları, gideceği yeri tayin etmek için değildi. Bakışları manasızdı. Zaten o belli bir şeye de bakmıyordu. Etrafa göz gezdirse de aslında hiçbir şey görmüyordu.
Ayakları harabeye sürükledi.
Bu durumlarda genellikle “başının estiği tarafa” ifadesi kullanılır. Tellalın başı o tarafa esti ve dizginleri serbest bıraktı.
Başını yerden kaldırmadan adım adım yürüyüverdi.
Yoldan gelip geçenler şaşkınlık ve merak içinde onu süzseler de kimseye aldırış etmedi.
Haline bakılırsa tellal derin hayallere dalmış gibiydi.
Köyün ortasında, babasının zamanında yıkılmış cami ve minare harabesi mevcuttu. Gitmekte olduğu yer tam da bu viraneydi işte.
Nihayet hedefine ulaştı. Durdu. Epey zamandan beri bakımsız kalan meydana hüzünle baktı.
Çökmüş caminin, yıkılmış minarenin kerpiçleri etrafa saçılmış; bir kısmı dağınık bir şekilde ortaya yığılmıştı. Cami yıkıldıktan sonra yerli yerinde kalan mertekler yağış altında çürümüş; kurtların, karıncaların nasibinden arta kalan kısımları koflaşmış veya un ufak olmuştu.
Fakat kamışlar kamışlıklarından bir şey kaybetmemişti henüz. Elbette ilk zamanki altın renginden eser kalmamış, kararmıştı, lakin sapları sapasağlam duruyordu.
Anlaşılan, yıllar, karlar, yağmurlar, sıcaklar, soğuklar, rüzgârlar, fırtınalar kendi vazifelerini yerine getirmişlerdi. Köye ilk kez gelen birisi bile buranın uzun zamandan beri terkedilmiş bir mekân olduğunu pekâlâ anlardı.
Kerpiçler aşınmış, kesekler toz toprak olmuş. Etrafı çalı çırpı, devedikeni, yabani yonca, kirpi otu, baytaran, ayrıkotu, demir dikeni, yulaf, gecesefası… gibi bağda bahçede, yabanda yetişen otlar basmıştı...
Baharda yeşeren bitkiler boy saldığından, meydandaki moloz yığını göze yemyeşil bir tepe gibi görünmekteydi. Fakat bu güzelliğin bir süreliğine olduğunu köy ahalisi biliyordu.
Meydanın yeşilliği geçicidir. Hülyaları üç dört aylığına aldatır, hepsi bu... Yazın ortalarına doğru hepsi sararıp kurumaya başlar. Bu harabe mekân her yıl sonbaharı gevrek otlarla karşılar. Sonra ta ilkbahara kadar öylece kalır.
Asıl hali, tamamen çıplak olduğunda ortaya çıkar yani.
Yağışın çok olduğu yıllarda otlar kışın çürüyüp gider, sonbahar ve kışın kurak geçtiği yıllarda ise kurumuş otlar üst üste yığılı verir.
Köylüler burada bir zamanlar büyük bir cami ve yüksek bir minare bulunduğunu neredeyse unutmuş durumdalar. Cami ve minarenin asli vazifesini de bilmiyorlar. Ahval şu derece... Fakat ilginç olan tarafı, nedense, çoluk çocuklarına tembihleyerek hayvanları bu yere asla sokturmuyorlar. “Hayvanları oraya yaklaştırma!” gibi tembihler köyde adeta bir gelenek halini almış durumda. Hiç kimse koyununu, sığırını bu harabeye yaklaştırmaz.
Çimenler, devedikeni ve mevcut diğer bitki türleri kuruyunca her bahar yenisi eskisinin üstüne çıkıverip bu harabe moloz yığınını masalımsı bir mekâna dönüştürür.
Cami ve minarenin yıkılışını gören son adam da öleli çok oldu. Köy halkının çoğu, bu viranenin bir zamanlar ibadet yeri olduğunu kesin bir bilgiden ziyade tahminen bilmektedir. Dedeler, nineler annelere, babalara; anne ve babalar çocuklarına neleri söylerlerse o çıkar zira.
Büyüklerin böyle bir şey söyleyip söylemedikleri bilinmez ama son zamanlarda insanlar arasında buranın kargışlı bir yer olduğuna dair inanış da mevcut.
Kısacası, ister cami kalıntısı densin, ister kargışlı yer densin sonuçta kimse bu harabeye hayvanlarını yaklaştırmaz, oradan bir şey almaz hatta otlarına bile dokunmazdı.
Ağaçlar çürümüş, dokunulsa dağılacak hale gelmişti ama eski kerpiçler çoğunlukla sapasağlamdı ve alıp kullanmaları mümkündü. Buna rağmen onların bile bir tanesi eksilmemiş, tamamı kuru otlar altında kalıp gitmişti.
Devlet nedense bu alanı temizlemedi, kullanıma açmadı. Neticede devlet “tanrısız” idi. Yaradan’ın varlığını reddetmekten korkmayan devlet bir cami mülküne dokunmaktan mı çekinecekti! Hayır, hiç dokunmadı. Sebebini kendisi bilir ama herkesin bildiği bir şey var ki ibadethanenin yerini ev bark ya da dükkân kurması için herhangi birisine vermedi.
Devlet belki de kasıtlı olarak bu alanı kullanıma açmamaktadır. “Senin geçmişini yerle bir ettik, “şanlı tarih”inden işte yalnız şu virane kaldı! O artık asla eski haline dönmeyecek! Eski zamanlardaki gibi tekrar ayağa kaldırıp dikemeyeceksin! Asla!” mesajını halkın bilinçaltına iyice yerleştirmek için kasıtlı olarak kalıntılara dokunmamaktadır.
O zamandan beri köprünün altından çok sular aktı. Eskiler birer birer bu âlemden göçtüler. Köyde nice nice yeni bebekler doğdu. Doğar doğmaz, gözü açılır açılmaz şu terkedilmiş mekânı gördü, şu viranenin yanı başında büyüdü.
Arada sırada meraklı bir çocuk “Burası neden yıkık?” diye soracak olsa hiç kimse cesaret edip de cevap veremezdi. Nasıl cevap versin ki, derhal “Geçmişini özlüyor!” suçlamasıyla karşı karşıya kalabilirdi. Sıkıntıya ne gerek var! Karınlar aç olsa da kulakların dinç olması daha iyi değil mi! Bilse de bilmezden gelene, omuzlarını silkeleyip geçene kim ne yapabilir ki!..
Yalnız bazı evlerde babalar bir yandan korkudan kapıya göz atıp, bir yandan da, burada bir zamanlar cami bulunduğunu, yan tarafındaki tümseğin ise minare kalıntısı olduğunu anlatırdı. Çocuklar, cami ve minare işte böyle olurmuş gibi tasavvurla büyürlerdi.
Geçmişin hatıraları kitlesel olarak unutulduğunda bundan başka bir netice de olamaz zaten. Hatta eski tellal bile buradaki cami ve minarenin ne zaman yıkıldığını bilmiyor. Görmedi. Görmüş olsa da o zamanlar küçük bir çocuktu. Hatırlamıyor. Ona babası söylemişti. Cami ve minarenin şeklini babası tarif etmişti ama hayalinde bir türlü canlandıramıyordu. Çünkü o da bu terkedilmiş mekânı bu haliyle görerek büyüdü, “cami” ve “minare” gözünde şu virane gibi mühürlenip kaldı. Bundan ötesini bilmiyor.
Fakat babası ağzını kulağına dayayarak fısıldadığı işte o andan itibaren yüreğinde anlaşılması güç, değişik bir duygu filizlenmeye başladı. Vakitli vakitsiz gönlü daima şuraya kayıyordu. Gizlice gelerek şu meydanın etrafında sessizce dolaşıp gidiyordu. Mümkün olduğunca insanların olmadığı zamanı kolluyordu. Etrafında dolaşırken, camiyle minareyi sağlam, bütün halde görme arzusu sürekli yüreğini kemirip duruyordu.
* * *
Yaşı kırkı aştığında, o ana dek yüreğinin esiri olan şu özlem duygusu kafasını bozmuş, hürriyet için çırpınmaya başlamıştı. Günlerdir aklında kurguladığı planını gerçekleştirme gayesi, onu sokağa itip çıkarmıştı.
O da gönül dizginini salıverdi, “İstediğin şeyi yap” dedi adeta.
Harabe yerin etrafında yavaşça dolaşmaya başladı.
Öğlen vakti idi.
Cebinden ara sıra babasından kalan cep saatini çıkarıp bakıyordu. Dolaşmaya devam etti.
Bu sefer insanların olmadığı zamanı da beklemedi, başkalarının olup olmaması bu kez umurunda bile olmadı.
O kadar kesin kararlıydı ki, birilerinin görecek olması, işine mani olunma ihtimali onu bu niyetinden vazgeçirecek değildi.
Etrafında epeyce dolaştıktan sonra minare kalıntısının karşısında durdu. Önceden kestirdiği bir yeri ayaklarıyla yokladı.
Minare devrildiğinde alt tarafında bel boyu gelecek kadar kısmı yıkılmadığından orada küçük yuvarlak bir tümsek oluşmuştu. Bu tümsek, cami molozlarından oluşmuş tepecikten biraz farklıydı.
Tellal eğilerek birbirine dolaşmış otlar arasında taş ya da kerpiç aradı. Bulduğunu ayaklarının altına koydu. Altı tanesinden ilk, dört tanesinden ikinci basamağı yaptı. “Bismillah!” diyerek sağ ayağını ilk basamağa attı. Hafif bir duraksamadan sonra ikinci basamağa çıktı. Sonra bir dikenin sapından sıkıca tutarak zıplayıp o yuvarlak tümseğe çıktı. Ayaklarının kaymayacağı sağlam bir yeri gözlerine kestirerek belini doğrulttu.
Etrafı süzdü. Azıcık ayağa kalktı. Gökyüzüne bakarak güneşin eğimini tespit etti. Nihayet bir taraf gönlüne doğdu ve yüzünü o yöne çevirdi.
* * *
Meydanın yanı başındaki sokakta yavaş yavaş insanlar toplanmaya başladılar. Kimse tellalın ne yapmaya çalıştığına bir anlam veremedi. Kimisi hayret içinde bakarken, kimisi de bakalım ne olacak dercesine, az ötede, öküzün trene baktığı gibi seyre koyulmuştu. Yine birileri de yığılan insanlara selam verip, tellala bir göz attıktan sonra umursamadan devam ediyordu.
Bütün bunlar tellalın umurunda bile değildi. Duruşundan, hal ve hareketlerinden, kafasına bir şeyler koyduğu, şimdi aklı ve fikrinin o hedefte olduğu, gözüne o hedefine ulaşmaktan başka bir şey görünmediği bakışlarından anlaşılıyordu.
Bu dünyada kendinden başka kimse yokmuş gibiydi sanki.
Doppisini[4] çıkardı. Ön köşeleri iki yana gelecek şekilde tekrar sıkıca başına geçirdi. Belinden kuşağını açtı. İki ucundan tutarak buruverdi. Sonra doppisinin etrafına sararak sarık yaptı.
Tellal, sarık yapmanın böylesine kolay yolunu bile babasından öğrenmişti. Babası, evin içinde her ezan okuyuşunda böyle yapardı.
Kışın ayazda üşütmemek için büyük, küçük bütün köylüler şakaklarını, kulaklarını genellikle kuşaklarıyla sarıyorlardı. Dolayısıyla kış olsa, tellalın bu yaptığı şey de dikkatlerini çekmezdi belki ama şimdi kış değildi ki, mevsim, yazın en sıcak dönemi!
Yoldan geçenler, tellaldan gözlerini ayırmadılar. Bu sıcakta kulaklarını neden sardığı onlar için şaşılacak bir durumdu.
Köyde hayat çoğunlukla sıkıcı olur. İnsanlar nerede, nasıl seyirlik bir vaka bulabiliriz diye haftalarca, aylarca beklerlerdi. Böyle bir zamanda, kendi haline olan eski tellalın birden sokakta görünüvermesi, terkedilmiş şu mekâna gelmesi ve tuhaf, tersine işler yapması elbette meraklandıracaktır köylüleri!..
Tellal, iki işaret parmağını iki kulağının içine tıktı, başparmaklarını kulak memesinin arkasına yerleştirdi, hafif sıktı. Derin nefes aldı. Ve birden haykırdı:
‒ Allahuekber!.. Allahuekber!..
Etraftaki kalabalık ne olduğunu hemen anlayamadı.
“Ezan mı okuyor?”
“Bu ne demek şimdi?”
“Böylesine mükemmel bir zamanda ha?!”
“Nesi noksanmış bunun!?”
Evet, tellal, bu köyde yakın zamanlarda kimsenin yapmadığı, hatta neredeyse yaşlıların bile unuttuğu, eski zaman işi denilerek terk edilen bir işi yapıyordu.
‒ Allahuekber!.. Allahuekber!..
Kendine ne kadar hâkim olmaya çalışsa da duyguları kabardı. Kalbi çarpmaya başladı. İçini bir heyecan dalgası kaplayıverdi, sonra gelip boğazsında düğümlenivermiş gibi hissetti. Sesi titremeye, ağlıyormuş gibi çıkmaya başladı:
‒ Eşhedü en lâ ilâhe illallah!.. Eşhedü en lâ ilâhe illallah!.. diye haykırıyordu dünyaya…
Bu ezanı, babası öldükten beri şu kırk yaşına kadar kaç kez okumuştur kim bilir. Her seferinde heyecanlanıyor, sesi titriyordu ama hiçbirinde bu kadar duygulanmamıştı. Göğsü yerinden fırlayacak gibi oldu. Bu esnada titrek titrek çıkan ezan sesine acayip bir ahenk kattığını da hissediyordu.
‒ EşhedüenneMuhammedenRasûlullah!.. EşhedüenneMuhammedenRasûlullah!..
Evet, bu işi yapmaya karar verdiğinde “İnsanlar ne diyeceklerse desinler, ne yapacaklarsa yapsınlar, şimdi ortaya çıkacağım, dedelerimin, babamın yaptığı işi yapacağım, insanları davet etmem gereken işe davet edeceğim” diye kendi kendine kesin söz vermişti. Hapishaneyi, hatta ölümü bile göze almıştı. Onun için oldukça serinkanlı davranmaya çalışıyordu.
Fakat kalbine söz dinletemedi. Yaptığı işin önemi ve ağırlığını fıtraten hissedip, hiç beklemediği derecede heyecana kapıldı. Bedenen ve ruhen tamamen bu duygunun esiri oldu. Gözlerinden yaşlar boşaldı.
Ayakları, bulunduğu yerde sabit bir halde omzuyla sağ tarafa döndü, haykırdı:
‒ Hayyeale’s salâh!.. Hayyeale’s salâh!..[5]
Yavaşça sol tarafa döndü ve devam etti:
‒ Hayyeale’l felâh!.. Hayyeale’l felâh!..[6]
Sokaktan geçerken izleyicilerin yanında gelip duran bir ihtiyar, tellalın sözlerine biraz kulak saldı; bir müddet bekledikten sonra başını salladı.
Öncelikli görevi, köyde yerli yersiz her bir adımı takip etmek olan kadınların bir kısmı da bu harabenin karşısında toplanmıştı. Fakat her bir şeye yeten ferasetleri, şu an gözlerinin önünde cereyan eden şu hadisenin sırrını çözmeye yetmiyordu.
Erkekler birbirlerine bakarak omuz silkiyor, dudak ısırıyorlardı.
Bilhassa çocuklar çok mutluydu. Böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişlerdi!
Biraz önceki ihtiyar, tellalın hal ve hareketlerini iyice süzdükten sonra:
‒ Ahmaklık… diyerek kati kanaatini beyan etti. “Aptallık bu…”
Lakin tellal aptal değildi. Yaptığı iş onu mest etmişti, hepsi bu. Dünyayı tamamen unutmuştu; etrafındaki âlem ve bu âlemdeki anlamsız hayat artık onun ilgisini çekmiyordu. Aksine, “Köy halkının renksiz hayatına renk katıyorum!” düşüncesiyle yüreğinde tarif edilmez bir sevinç yaşıyordu…
Zira bu işi yapmak için yirmi yıldan fazla beklemişti! Yirmi yıldan beri gizlice ve büyük bir istekle bugün için hazırlık yaptı! Geceleri uykusu kaçtı, düşüncelere daldı! Gündüzleri işlerini bir kenara koyup plan yaptı. Yaklaşık yirmi yıldır kendini ruhen şu işe hazırladı! Her bir hareketini çizerek değerlendirdi. Hatta köylülerin muhtemel tepkilerini bile en ince ayrıntısına kadar hesap etti.
Şahlar, padişahlar değişti, devir değişti fakat köylülerin ona karşı tavrı değişmedi; evvel düşman idiler, şimdi de dost denecek kadar yakın değillerdi. İnsanlar bile değişti, eski nesil gitti, yeni nesil geldi. Fakat unutulan tellal unutulduğu gibi kaldı, sesi kulaklara öylece yabancılaştı. Tellal da, sesi de evde dört duvar arasına hapsolup yaşayıverdi. Bu ikisini tanısa, evdeki raflar, yüklükler, yorganlar… tanır; dinlese, yine şunlar dinlerdi.
Ama yürek işte, gece gündüz dışarıyı arzulardı. Koskoca bir ömür içinde hiç değilse bir gün… bir günde beş vakit, gerçek bir camide, gerçek bir minarede ezan okusa keşke, ah!..
Zira babasının o fısıltısını yirmi üç yıldan beri içinde saklaya geldi. O fısıltı, günden güne, aydan aya, yıldan yıla güçlenerek sonunda dayanılmaz bir azaba dönüştü. Sanki yüreğine bir bomba düşmüştü de şunu çıkarıp atmazsa yakın zamanda içinde patlayacak gibi oluvermişti.
İşte sonunda bu gece tam olarak hissetti, kalbinin derinliklerinde hissetti; nice zamandır hasretle beklediği o gün gelmişti. Minareye çıkıp, avazı çıktığınca, kulakları çınlatarak ezan okumanın vakti gelmişti! Bu günü özlemle, arzuyla bekleyen tellal, tadacağı lezzeti önceden hissede hissede neredeyse divane olmak üzereydi.
Varsın, o minare, babasının tarif ettiği asıl minare olmasın…
Hakiki minarenin yerindeki o bel boyu dikenli tümseğe çıkacak olsa bile, mühim olanı, yıllardan beri içine hapsettiği o “Büyük Derd”ini hürriyetine kavuşturacaktı!
Kararı kesindi, artık onu bu işten değil hapishane, ölüm korkusu bile döndüremezdi.
İnsanlar ona aptal, mecnun diyeceklermiş, varsın desinler!
Hatta taş yağmuruna tutacaklarmış, varsın tutsunlar!
Hiç olmazsa bir defa ezan okuyacaktı ya! “Niyetime erişebilirsem ne âlâ” dedi... “Dilimin döndüğü yere kadar okuyacağım” dedi…
‒ Allahuekber!.. Allahuekber!..
* * *
Sokakta, temaşa devam ediyordu. Tellal, daha ezanını bitirmeden köylüler bu garip vakanın muhakemesini yapmaya başlamışlardı bile. İki kelimelik kanaatiyle az önceki ihtiyar ayak açmıştı. Kuru kalabalıklar arasında umumiyetle ilk söylenen söz ağır basar. Diğer sözlere pek aldırış edilmez. Burada da o ihtiyarın o iki çift sözü üstün çıktı. Birisi “Hey millet, belki…” diye yeni bir fikir mülahaza etmeye kalkışacak olsa, başkaları konuşmasına fırsat vermiyordu. Muhakeme “Adam gerçekten kafayı yemiş…” kanaati ekseninde devam ediyordu.
* * *
Öbür yanda, artık boğazına dayanmış olan elemini bastırarak, damarlarındaki bütün gücünü diline toplayıp ezanın son mesajını bütün kâinata haykırıyordu tellal:
‒ Lâ ilâhe illallah!..
Sonra parmaklarını kulağından çekti. Kolunu yavaşça indirdi. Dizlerinden tutarak eğildi ve çömeldi. Ellerini açtı. Ezanı okuduğu sırada çok direnmişti ama şimdi sesini bırakarak ağlayıverdi.
Hüngür hüngür ağlarken dudakları arasında fısıltıyla bir şeyler okuyordu…
* * *
Tümsek otlarla kaplı olduğu için ötede seyreden kalabalık, tellalın yalnız omzunu ve başını görebiliyordu. Onun ne yaptığını tahmin ederek anlamaya çalışıyorlardı.
‒ Sonunda aptallığını gösterdi, diye homurdandı biri.
‒ Vay be, ebleh bu! Ayakaltında kalmasın diye biz buraya hayvanlarımızı dahi yaklaştırmıyoruz, hele şunun yaptığına bakın! dedi bir başkası.
…Tellal yerinden kalktı. Kendi yaptığı basamaklardan aşağı indi. Kalabalığa aldırış etmeden evine doğru yöneldi.
İnsanlar gayriihtiyari olarak çekilip ona yol verdiler. Vaziyetinden pek de aptal olmadığını görünce, ilginçtir, daha da acıdılar…
‒ Böyle bir adam ha!.. Kimlerin torunu ya!.. diye söyleştiler arkasından.
* * *
Tellal ikindi vakti yine “minare”ye çıktı. Öğlen okuduğu ezanı yine okudu. İnsanlar yine toplandı. Yine aralarında konuşmaya başladılar. Yine aynı muhakeme:
‒ Aptal!.. Zır deli!..
‒ Aklını yemiş, başını yemese iyi…
Akşam ve yatsı vakitlerinde de aynı şeyler tekrar etti.
Sabah, namaz saati köylüler ezan sesine uyandı…
***
Öğlene doğru şehirden görevli adamlar geldi. Köyün itibarlı kişilerini, köyde uçan kuştan haberi olan kadınları çayhanede[7] topladılar. Ne olduğu, nelerin cereyan ettiği iyice araştırıldı. Köyün ileri gelenleri genel olarak:
‒ Uzun yıllardan beri kendi haline, insanlardan kopuk yaşıyordu. Sonunda kafayı yedi galiba! dediler görevlilere.
Şehirden gelenlerden biri tellalın kendisiyle görüşmek istedi. Onun evine doğru yola çıkmıştı ki harabe tarafından tellalın güçlü, berrak sesi yankılandı:
‒ Allahuekber!.. Allahuekber!..
“Akıllı adam böyle bir iş yapar mı? Aklı başında olan biri sonunu bile bile başını kütüğe uzatır mı?”
İlgili dairenin görevli memurları da bunu düşünerek köy halkının doğru söylediğine kanaat getirdi:
‒ Evet, tellal delirmiş! Tamam, vesselam!
Aralarından biri:
‒ Böyle olsa da bir yerlere götürüp incelettirmezsek iyi olmaz, dedi.
‒ Doğru! Doktordan rapor aldırmazsak bizim başımız da belaya girebilir, dedi ikincisi.
‒ Araştırsanız da araştırmasanız da ahvali gözlerinizle görüyorsunuz. En iyisi bu talihsizi rahat bırakalım. Kafayı yemiş olması kendisi için en büyük ceza zaten! diyerek araya girdi şu önceki ihtiyar.
Köyün ileri gelenlerinden bazıları ihtiyara destek oldu:
‒ Evet ya… Ailesi perişan bir halde olmalı, düşene bir tekme de biz vurmayalım. Nasıl olsa aptal, bağırıp çağırması neye yarar ki? Ahaliye durumu izah ederiz, kimse onun bağırmasına, çağırmasına kulak salmaz. Zavallıyı bırakın kendi haline. Alıp götürürseniz hapse tıkacaksınız elbette. Bu işin kime ne faydası var, kime ne zararı var! Her köyün bir delisi vardır, bu da bizim delimiz olarak kalıversin, diyerek hükümet görevlilerinden canını bağışlamalarını rica ettiler.
İlginç, görevli memurlar sözden anlayan adamlarmış. Köylülerin ricasını kabul ettiler:
‒ Tamam, sizin dediğiniz gibi olsun. Ama bundan sonra bağırmasın, insanları başına toplamasın! Halkın huzurunu kaçırmasın! İnat ederse ahıra zincirlersiniz! diyerek eli boş geldikleri yere döndüler.
* * *
Köylüler, tellalın haline gerçekten acıyorlardı:
‒ Sapasağlam adam… Gözümüzün önünde birden deliriverdi ya!..
Bu acıma duygusu üstün geldiğinden midir, tellalı zincire vurmadılar.
Muhtar, aksakallardan bir ikisini yanına alarak tellalın evine gitti. Konuştu.
Sohbete bakılırsa pek de delirdiği söylenemezdi. Fakat böyle bir zamanda, böyle bir köyde, böyle bir şey yapması…
Üstüne üstlük dik başlılıkla:
‒ Sizlere ne kötülük yaptım? Yapıyorsam atalarımın, dedelerimin işini yapıyorum… Bana mani olmayınız, aradan çekiliniz! diye ayak diremesi yok mu…
“Aptal değil de ne?! Deli, üstelik zır deli!”
Köyün ileri gelenleri beş altı gün boyunca ikna etmeye çalıştılar, çok mücadele ettiler. Aile ile görüştüler, yakın akrabalarını devreye soktular ama bir netice alamadılar.
Sonunda “Git be, bildiğin naneyi ye! Hapse de girsen, alnının ortasından kurşun da yesen hak ediyorsun” diyerek kendi haline bıraktılar.
Dik başlı, adı üstünde dik başlı işte. Hiçbir laf tesir etmedi. Konuşuldukça daha da dik başlı oldu. Kendi haline bırakılırsa, ilgilenilmezse, zamanla düzelir, sesi kesilir belki.
Fakat tellal dik başlıydı, ama köylülerin bildiği türden bir dik başlı değildi. Köylülerin “Umursamazsak bir gün susar” gibi ümitlerini tamamen boşa çıkardı, sevdiği işten geri kalmadı! Her gün beş vakit “cami”ye geliyor, “minare”ye çıkıyor ve köylüleri bir şeylere davet ediyordu…
* * *
İnsanlar günden güne bu hale alıştılar.
İlgili devlet daireleri de, onların özel görevlileri de ilgilenmez oldu. Onu artık adamdan saymıyorlardı. “Yürüyecekse yürüsün, bağıracaksa bağırsın, ne çıkar! Bizim yetiştirdiğimiz yeni neslin aklını bir aptal bulandıracak değil ya!” gibi kati bir kanaatle onu kendi haline bıraktılar. Bir zamanlar, hakkında açılan “dosya”nın üstüne kalın, kırmızı bir kalemle “Delirmiş!” diye not düşerek demir sandığın en altına atıverdiler.
Tellal şimdi yalnız kendi köyünde değil etraftaki bütün köylerde de “deli” diye nam saldı.
Ara sıra sağa sola gitse, pazarda mazarda görünse, kimi insanlar arkasından el kol hareketi yapıyor, kimi gülüyor, kimi ise haline acıyordu.
* * *
Fakat tellal deli değildi. Deli, ne yaptığını, ne söylediğini bilmez. Tellal, ne yaptığını da ne söylediğini de çok iyi biliyordu.
Daha ilk gün tutuklayıp götüreceklerini bekliyordu; kendini bu akıbete ruhen hazırlamıştı. Korkmayışının sebebi buydu.
Fakat köyde “deli, aptal” diye anılmasının, kendini o kötü akıbetten koruduğunun da farkındaydı.
“Deli, aptal” yakıştırmaları ilk zamanlar hiç hoşuna gitmemişti ama yavaş yavaş bu unvanlara da alıştı, ısındı; hatta sevdi. Kendisine ilk defa “aptal” diyen o ihtiyarı bile iyi niyetle hatırlar oldu. Belki de ileriyi görerek ona aptal demişti? Yaşlı, tecrübeli sonuçta… Zira yaşlıların bildiğini periler bile bilmezmiş.[8]
“Deli”liğinden üzülmek bir yana, bu durumun sağladığı imkânlardan da faydalanmaya başladı. Bazen özellikle saçma sapan sözler söylemeyi, tuhaf tuhaf işler yapmayı ihmal etmedi.
İnsanların tepkisine içinden gülerek karşılık veriyordu. “Gafil bunlar, ya! Asıl aptal kendileri!” diyordu içinden, tebessümle.
* * *
İnatçı, yola kolaylıkla çıkmaz, çıksa da geri dönmezmiş. Dönmek de ne, tam tersine… Tellal şimdi her ezan okuyuşunda sesini bir perde yükseltmeye başladı.
İşler tam istediği gibiydi, için için seviniyordu.
Yalnız bir şeye üzülüyordu. O, nihayetinde oyun olsun diye ya da “aptal”lığını ispatlamak için ezan okumuyordu ki! Ne yüce gayeleri vardı! Fakat heyhat, köy halkı ondan da inatçı çıkıverdi. Su fayda etmez, ot bitmez verimsiz toprak misali, tellalın ezanı çölleşmiş kalplere hiç tesir etmiyordu. İçlerinden biri bile gelip bir gün “Peki, ne demek istiyorsun? Ne diye kendini bu kadar parçalıyorsun? Biz ne yapalım?” demedi. Yaptığı şeyi ciddiye bile almadılar. “Aptal, aptal işte!” demekten başka bir şey yapmadılar. Hâlbuki tellal ciddi, oldukça ciddi bir işe girişmiş; insanları, iyi olarak bildiği, hayırlı, oldukça mühim bir şeye davet ediyordu.
Tellal, işte bunun için üzülüyordu. Kendine yapışan “aptal” lakabının tek kötü tarafı buydu.
Ama ne olursa olsun niyetinden dönmedi. “Davetime birgün elbet birisi cevap verecek!” diye ümit ediyordu.
Sabah ezan okuyup bekliyordu. “Efendim” diyen kimse yok!
Öğlen okuyup bekliyordu. Sükût.
İkindide okuyup bekliyordu. Yine sessizlik.
Akşam okuyup bekliyordu. Sesi sanki havaya gidiyordu.
Yatsıda okuyup bekliyordu. İnsanlar kış uykusuna yatmışlardı adeta…
Bugünü dününden, yarını bugününden farksızdı. Tellal artık bir ezanı okuyor, öbür vaktin gelmesini bekliyordu. Onun için yaşamanın tek anlamı, köyün viranesinde çınlayan ezanı okumaktı.
Önceleri arada sırada köyün ötesinde berisinde görünse de şimdi gözden tamamen kayboldu.
Artık tek işi ezan okumaktı; işyeri, köyün terkedilmiş mekânlarından birine dönüştü.
Günde beş defa geliyor.
Her gün, her hafta, her ay, her yıl…
… “minare”ye çıkıyor… ezan okuyor… ümit ediyor… bekliyor…
... kimse gelmeyince, otlar arasında çömelip ağlıyor...
... ağlayıveriyor... ağlıyor, ağlıyor…
* * *
Aradan yine yıllar geçti.
Saçı, sakalı uzadı.
Ona ilk kez “aptal” diyen ihtiyar da, “aptallık”tan “doğru yol”a döndürmeye çalışan diğer görevliler de dünyadan göçtüler.
O kaldı.
Yaşlandı.
Pirifâni oldu.
Yaşlandıkça güçten düştü, sesi kısıldı, göğsü hırıldamaya başladı ama âdetini terk etmedi; her gün “cami”ye geliyor, “minare”sine çıkıyor, ölü sessizliğine bürünmüş köy halkının kulağına ezan okuyordu:
‒ Allah büyüktür!.. Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur!.. Haydi namaza!.. Haydi kurtuluşa!.. Allah büyüktür!.. Allah’tan başka ilah yoktur!..
Etraf, kabristan gibi sessiz…
Hüngür hüngür ağlayarak ezan okuyordu; duyan, işiten kimse yok...
* * *
Günde beş kere bir yere gidip gelirseniz ve bu işiniz aylar, yıllar boyunca devam ederse, artık göze gerek kalmaz, ayaklar kendiliğinden götürür getirir. Yol ne kadar karmaşık olursa olsun hiç fark etmez.
Tellal, evinden çıkıp sağ tarafa dönse de, sol tarafa dönse de önünde sonunda yolu “cami”ye çıkıyordu. Dönemeçlerde bile başını kaldırıp yola bakmıyordu artık. Ayaklar kendiliğinden o tarafa çekiyordu.
Bir gün beklenmedik bir hadise cereyan etti.
Tellal, ikindi ezanını okumak için başını yerden kaldırmadan “cami”ye geldi. Her zamanki gibi etrafında bir kere dolaştı. “Minare”nin karşısında durdu. Kendi elleriyle yaptığı, otuz yıldan beri hizmet edegelen “merdiven”e çıkmaya yeltendi. Sağ ayağını kaldırdı. “Bismillah...” dedi ve...
... etraf, manzara birden değişti, kendini gerçek bir minarenin içinde buldu!
Ayakları, döne döne minarenin tepesine ulaşan merdivenin henüz ilk basamağındaydı!
Şaşkınlık içinde donakaldı. “Gerçek mi yoksa hayal mi görüyorum!” diye geçirdi içinden. Hatta biraz da korku bastı.
Aman Allah’ım! Cami yıkılmamış! Minare de devrilmemiş! Hepsi yerli yerinde duruyor. Fakat insanlar görmüyor. Yıllar boyunca ezanlar da susmadı. Fakat insanlar işitmiyor. Demek sorun bende değil insanlarda; gözleri kör, kulakları sağır olmuş! İşte hakikat! Hak asla zayi olmuyormuş meğer!
Şaşkınlığı ve korkusu aniden kayboldu. Kendini bir anda içinde bulduğu, rüyasında bile göremeyeceği bu vaka, normalmiş gibi gelmeye başladı. İlk anda ortaya çıkan şaşkınlık, yerini huzur ve sükûnete bıraktı.
Tellal, yaşlı gözlerle adımını yavaşça ikinci basamağa attı. Sonra üçüncüsüne çıktı. Bu basamakların minarenin basamağı olduğuna, minarenin sapasağlam yerinde durduğuna ve kendisinin minarenin içinde bulunduğuna dair pek şüphesi kalmadı. Ayaklarına güç geldi, adımları hızlandı. Belini hafif bükerek merdiveni basamakladı, basamak basamak, döne döne tepeye tırmanıverdi. Tuhaf tarafı, yorulmuyordu.
Döne döne tırmanıverdi...
Nihayet en tepeye, mizan kubbesine[9] çıkıverdi.
Kubbenin sahnı oldukça dar, tavanı ise elini uzatsa dokunacak kadar alçaktı fakat oldukça latif ve güzeldi. Çevresinde beş tane penceresi vardı. Pencereleri küçük olduğundan, müezzinin başını dışarı çıkarması için önce bir kolunu sokması gerekiyordu.
Pencerelerden hafif bir rüzgâr içeri doluyordu.
Tellal rastgele birine yöneldi. Ezana başlamadan önce başını hafifçe pencereye uzattı, bir şeyi tahmin etmeye çalışarak uzaklara dikildi. Irakta hafif bir karartı çarptı gözüne. Bütün dikkatini gözlerine toplayıp o karartının mahiyetini anlamaya çalıştı.
Bakışı biraz keskinleşince, karartı, bir yapı şeklini almaya başladı. Fakat havadaki yansımadan dolayı nasıl bir yapı olduğu pek seçilemiyordu. Dört köşesi ve dış görünüşü yavaş yavaş netleşmeye, belli bir şekle girmeye başladı.
Aman Allah’ım! Önce babası sonra kendisinin evde, yatakların yığıldığı yüklüğün arka doğrultusunda nice yıllardan beri göre geldikleri “Kara Yapı” idi!
Bu yapıyı hiç bu kadar net görmemişti. Büyük bir şaşkınlık içinde söyleniverdi:
‒ Rabbim, Sen gerçekten de büyüksün!..
Şu yaşına kadar yürekten arzuladığı, özlemini hücrelerine dek hissettiği Ev, işte, tam karşısında duruyordu.
Zira gözleri kör, kulakları sağır kalabalıkları bir şeylere davet ederken, tellal günde tam beş kere şu “Ev”e doğru yöneliyordu.
Bu yapıyı ta o zamanlar babasının vasiyetini dinlediği günün gecesi rüyasında görmüştü. Ertesi gün tarif ettiğinde babası: “Allah’ın beytini görmüşsün, evladım!” demiş ve ağlamıştı. Döşeği ıslanıncaya kadar ağlamıştı.
Ağlarken, “Allah’tan başka ilah yok” diyerek ruhunu teslim etmişti!
İşte o Ev! O Ev işte!
Tellal da tıpkı babasının o son ki ağlaması gibi ağladı. Elbisesinin yakaları, göğsü ıslanıverdi, yine de gözyaşlarına mani olamadı. Ve birden:
‒ Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yok!.. Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yok!.. diye haykırdı.
Çevredeki bütün mevcudat adeta bu sesle titreyiverdi.
‒ Haydi namaza!.. Haydi kurtuluşa!..
Haykırış, titreyiş ne kadar devam etti, kendisi de bilmiyordu. Çok uzun sürdüğünü hissetti.
Ne kadar uzun sürerse sürsün o bu durumdan razıydı.
Fakat…
Bir ara kendine geldi.
* * *
Kendine geldiğinde yine şaşkınlık yaşadı, kendisini çevreleyen muhit tekrar değişivermişti!
Az önceki mizan kubbesi hani?..
Beş tarafa açılan pencereleri hani?..
Yüksek minare hani?..
Şimdi hiçbiri yoktu.
Etrafını çevreleyen köy de kaybolmuştu.
Tellal bir âlemden başka bir âleme geçmiş gibiydi adeta. Bu eski ve yeni âlemleri iki gözüyle değil de sanki kalbinde açılmış üçüncü bir gözle görüvermişti.
Bir de baktı ki ayakları mizan kubbesi ya da merdivende değil de yumuşak bir şeyin üstünde duruyor!
Bu yumuşak şey devedikeniydi. Tellal, devedikeni dalları üstünde duruyordu. Ayakları çıplak…
Diz boyunu bile geçmeyen şu devedikeninin gücüne bak!? Onun şu cansız gibi duran iki dalı ne işe yarar ki? Ama bu yarı canlı gibi duran devedikeni tıpkı güçlü bir ağaç gibi tellalı taşıyabiliyordu.
‒ Allahuekber!.. Allahuekber!..
Devedikeni kımıldamıyor, dalları eğilmiyordu. İhtiyar tellal sağlamca duruyordu.
Kalp gözü bir şey daha gördü: etraf olabildiğince çöl… sınırsız kumlar… büyük küçük kum tepeleri… her tarafta öbek öbeksaksavullar[10]… sayısız devedikenleri, acı pelinler, türlü türlü çalılar.
Sıcak esen hafif rüzgâr kum tanelerini yavaşça sürükleyip devedikenlerinin köklerine biriktiriyordu. Kertenkeleler, sincaplar, börtü böcekler rızıklarını aramakla meşguldü. Fakat hiçbiri iz bırakmıyordu. Ayak izleri rüzgârda anında kayboluyordu. Daha şimdi sincap ve kertenkelenin geçtiği yerdeki kumlar rüzgârla uçuşmuş, canlı izi adına hiçbir şey kalmamıştı.
Evet, ihtiyar tellal dört tarafı uçsuz bucaksız sahranın tam ortasında, diz boyu yükselen devedikeninin üstüne çıkmış, inin cinin top oynadığı şu ıssız çölü adeta inletircesine ezan okuyordu!
Aklına bir şey takıldı. Köyde sesini duyan olmadı da bu ıssız sahrada mı birilerine duyuracaktı!? Kimse var mı ki bu sahrada?
Göğsüne hüzün çöktü.
Önceleri hiç böyle olmamıştı. Değil altmış yıl, bin yıl okuduğu ezana bile kimse kulak vermese bu kadar karamsarlığa kapılmaz, kalbi bu kadar hüzünlenmezdi.
İçinde tuhaf bir arzu peyda oluverdi: “Bu sefer sonuncusu… Bu sefer sonuncusu…”
Gayriihtiyari olarak bu karar aklına yerleşti.
Dili her zamanki gibi: “Haydi namaza!.. Haydi kurtuluşa!..” diyordu ama içinden: “Artık faydası yok… Köyde kimse gelmedi, çölde mi gelecek… Gelmez… Bu sefer sonuncusu…” gibi şeyler geçiyordu.
Tamam, artık buraya kadar, dedi.
Rabbim, ben elimden geleni yaptım. Dedemin işini babam terk etmediği gibi ben de babamın işini terk etmedim. Sen her şeyi görüyorsun! Fakat kimseye duyuramadım… Davetime kimse icabet etmedi. Bağışla beni, Allah’ım!..
Kendisi sezmese de gözleri acı yaşla nemlendi. Sonra göz çukurları doldu, taşmaya başladı.
Gözyaşları damlamıyor, yanaklarından aşağı iki oluk halinde akıyordu. Göz pınarlarından boşalan sular yanaklarını yıkıyor, çenesinden boynuna süzülüyor, açık yakaları arasından vücuduna iniyor, bedenini katederek çıplak ayaklarından kumlara ulaşıyordu. Ne kadar akarsa aksın, kumlar arasında kayboluyordu. Sıcak kumda nem izi bile kalmıyordu.
‒ Beni bağışla Rabbim!.. dedi son defa.
Avuçlarını yüzüne götürdü, parmaklarını gözlerine bastırarak gözyaşlarını silmek istedi. Defalarca sildi, ne çare! Gözyaşları durmuyordu. Bir an gözünü açtı.
Çıplak ayaklarıyla devedikeni üzerinde dururken, gözyaşları arasından etrafı süzdü. Yavaş yavaş tekrar çölü görmeye başladı.
Uzakta gözüne bir şey ilişti.
Nedir o? Acaba?!
Uzaktaki kum tepesinin ardından bir karartı çıkıp kendine doğru gelmeye başladı.
Gözlerini ovup tekrar baktı.
Evet, bu uçsuz bucaksız sahranın titreyen serapları arasından, kızgın çöl örtüsünün öbür tarafından, belli belirsiz bir insan silueti ona doğru geliyordu. İyice yaklaştığında dikkatle süzünce, bu karartının on on iki yaşlarında bir çocuk olduğunu gördü.
Çocuk, kum tepesinden aşağı inerken, insanla karşılaşmanın şaşkınlığıyla bir an durdu.
Bu adam ihtiyardı, pirifâniydi; nedense bir devedikeninin üstüne çıkmıştı. Üstelik yalınayak…
Çocuk biraz daha ilerledi. Devedikeninin üstündeki ihtiyara on on beş adım kala tekrar durdu.
Merak etti, önce devedikenini sonra ihtiyar tellalı baştan ayağa süzdü. Sonra elini alnına götürüp güneşe siper ederek öylece kalakaldı.
Tellal, bu ıssız çölde okuduğu ezanın bir âdemoğlu tarafından işitileceğinden ümidini tamamen kesmişti. Fakat işitildi galiba; okunan ezana kulak veren birisi geldi muhtemelen!
Eliyle başını dövdü, “Ah şaşkın! Bu kadar ümitsiz olunur mu!” düşüncesi beynine mıh gibi saplanıverdi…
Issız sandığı şu mekânın bile aslında kimsesiz olmayışı, şu çölde hiç olmasa bir çocuğun bulunması ve onun okunan ezana kulak vererek bir yerlerden çıkıp gelmesi, az önce ölmeye razı olan şu tellala can suyu gibi hayat bağışladı adeta.
Bilhassa çocuğun ışıl ışıl ve hayat dolu gözlerle ümit dolu bakışları, altmış yıldan beri çektiği elem ve ıstıraba bedel olacak kadar kıymetliydi.
“Kimsin sen, ey çocuk?!” diyecek oldu ama bu soru yerine ağzından gök gürültüsü gibi gümbürdeyerek her zamanki davet sözleri dökülüverdi:
‒ Lâ ilâhe illallah!..
Tellal sonra tıpkı minareden iniyormuş gibi dikkatle devedikeninden kuma adımını attı.
Yüzünü ve bedenini, biraz önce minarenin tepesinden gördüğü o harikulade “Ev”e doğru yöneltti.
Bir yandan da ağlayarak ikindi namazını kılmaya niyet etti. Ellerini kulaklarının hizasına kaldırdı. Tam açarak ayalarının içini o “Ev”e doğru çevirdi. Başparmaklarının ucunu kulak memelerine değdirdi:
‒ Allahuekber!.. diyerek namaza başladı.
Çocuk, tellalın sağ arka yanına gelerek durdu, açık ayalarını ileri çevirip kulaklarına götürdü ve içinden fısıldadı:
‒ Allahuekber!..
Özbekçe’den Türkçe’ye çeviren
Prof. Dr. Hüseyin Baydemir
Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi
Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü
[1] Türkiye Türkçesine ‘tellal’ olarak aktarılan sözcük, Türkistan Türkçesinde ve bu cümleden hikâyede cerçi (cärçi) olarak geçmektedir. Standart Özbekçedeki cerçi sözcüğünün tam karşılığı tellaldır. Fakat yazarın da belirttiği üzere, hikâye konusunun geçtiği muhitte, cerçi sözcüğü anlam genişlemesiyle bir zaman sonra “müezzin” kelimesinin manasını da ihtiva eder olmuştur. Bu bir edebi metin olduğu için, dilinin doğal ve akıcı olması gereğine binaen, hikâyede ‘cerçi’ olarak kalması gereken sözcük ‘tellal’ olarak aktarılmak zorunda kalındı. Hikâyenin bundan sonraki kısımlarında da ‘tellal’ sözcüğü bu metne özgü -müezzin kavramını da kapsayacak şekilde- geniş anlamıyla kullanılmıştır (AN < Aktaranın Notu).
[2]pioner: SSCB döneminde ideal Sovyet neslini oluşturmak için kurulmuş Tüm Birlik Pioner Örgütüne üye olanlara pioner denirdi. Pionerler, Komünist Parti ideolojisini yayan faaliyetlerde bulunurlardı. Örgütün üyeleri 9-14 yaş aralığındaki öğrencilerden oluşurdu (AN).
[3]dervişane: İlkbahar mevsiminde ekim işlerine başlamadan önce köyde tertip edilen büyük şölen. Bu şölende, köydeki belli başlı işleri idare edecek aşçı, muhafız, teşrifatçı, çaycı, gassal, bekçi vb. görevliler seçilir. Herkes evinden hazır yemek veya yemek malzemesi getirir. Getirilen malzemeleri pişirirler, topluca yer içer ve dağılırlar. Bundan dolayı bu şölene dervişane denilir. Bu faaliyetin ismi aynen kalsa da uygulama şekli değişmiştir. Günümüzde katılımcılardan para toplanmaktadır (AN).
[4]doppi: Genellikle Özbeklerin kullandığı dört köşeli mahalli başlık (AN).
[5]Haydi namaza!..
[6]Haydi kurtuluşa!..
[7]çayhane: Anadolu’daki çayevi, kahvehane gibi kavramları çağrıştırsa da aslında farklıdır. Türkistan’da çay içilen, yemek yenilen, oturma, dinlenme yerlerine çayhane denir. Çayhaneye giden gruplar hazır yemek alabilecekleri gibi, kendi götürdüklerini orada pişirme imkânına da sahiptirler (AN).
[8]Hikâyede geçen atasözü Özbekçede “Qaribilgenini peri bilmes” şeklindedir (AN).
[9]mizan kubbesi: Bazı minarelerin tepesinde yer alan, genellikle sütunlar veya pencereli duvarlar üstüne yerleştirilmiş kubbe ya da külah tavanlı, müezzinin ezan okuduğu yer. Türkistan’daki minarelerde şerefe yerine -bölgede mizane olarak adlandırılan- mizan kubbesi bulunur (AN).
[10]saksavul: Çalıgiller ailesine mensup bir çöl bitkisi (AN).