HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HİDAYET ORUÇOV 2
HUDAYBERDİ HALLI 3
Emrah Yılmaz 4
KEMAL BOZOK 5
UFUK TUZMAN 6
Osman Çeviksoy 7
Sersanbay Baba ilçe merkezine geldiğinde güneş yerden kavun dilimi kadar yükselmişti. Kim bilir, henüz vakit erken olduğundan mı yoksa havalar soğuk olduğu için alıp satanlar azalmış mıydı, çok az insan vardı. Pazar kurulan günlerdeki gürültüler, tartışmalar yoktu. Yaşlı adam içten içe memnun olmuştu: “Evet, çok iyi, bu sefer geç kalmadım. Pazarın en iyi zamanı…”
O içinden böyle dedi de atının dizginini topladı. Kulaklarını düşürüp dinlenmeye çalışan doru at sanki bu işareti bekliyormuş gibi akarsuya doğru seri ve küçük adımlarla hareketlendi. Sahibi buraları iyi bilirdi. Büyüyüp sırtına eyer vurulduğundan beri her pazar günü Hisar’ı geçip buraya gelirdi. Dar tahta köprünün yanına salaş bir yapıda açılan çayhanenin aşağısında dururdu. Akarsuyun sellerinin biçimsizce oyup genişlettiği bu yerde güz aylarından baharın ilk günlerine kadar pazar kurulurdu. Dört taraftan toplanan gençler buradan cepheye gönderilmişti. Direkleri çürüyen çayhane de orada, o hüzünlü günlerin bir nişanesi gibi duruyordu.
Sersanbay Baba eskiden atını o direklerden birine bağlayıp bırakırdı. Kendisi ise ya pazarı dolaşırdı veya öğleye kadar çayhanede otururdu. Pazar sona erdiğinde öğle namazını kılıp geldiği yoldan geri dönerdi. Doru at uzun süre buna alışamadı. Hatta bir iki kez dizginini koparıp kaçtı. Bütün pazarcıları peşinden koşturdu. Bir iki kez de yolun yarısında inat edip ayak diredi, yürümeyip kamçı yedi. Sonunda alıştı. Sersanbay Baba artık onu bağlamıyordu bile. At kendiliğinden direğin dibine gelir, onun inmesini beklerdi. Gözlerini yumup bir ayağını dinlendirinceye kadar yerinden kımıldamadan dururdu.
Bu sefer de öyle oldu. Sersanbay Baba direğin yanında attan inip çayhaneye girdi. Doru at güçlü bir kişnemeyle etrafına baktı. Köprünün altında bir sarı inek soğuktan tüyleri diken diken olan buzağıyı tembel tembel yalıyordu. Doru at onu seyretmekten sıkıldı. Esnedi ve gözlerini yumdu.
Sersanbay Baba büyük camı kırılmış olan pencerenin yanına oturdu. Çayhane açıldığından beri burası onun yeriydi. Birisi oturmuş olsa bile o geldiğinde kalkıp yerini ona verirdi. Buradan pazar yeri iyi görünüyordu. Köprüden geçen bir kişi bile gözünden kaçmazdı, hepsini görürdü.
—Ee, Sersanbay, iyi misin? dedi çayhaneci getirdiği çayı bırakırken. Yine geldin demek…
Sersanbay Baba, güneşin sararttığı seyrek kaşlarını çatarak homurdandı:
—Ne oldu? Sana yük mü oluyorum?
—Kızma. Senin haline gerçekten üzüldüğüm için söylüyorum. Beklemekten kötü bir şey yok.
Sersanbay Baba cevap vermedi. Onun bugün sanki maksadına erecekmiş gibi keyfi yerindeydi. Ancak arkadaşının sözüne canı sıkılmıştı. Bir kez: “Senin işi yok mu? Çayını satsana sen!” diyecek oldu da dili varmadı. Medumar Ağa da haklıydı. Oğlunun cephede öldüğünün haberi geldiğinden beri, on yıl beklemişti. Ne bir mektup ne bir haber alamayan karısı evlat acısıyla ölüp ölüp dirilmişti. Kendisi ise zayıflamış, çöp gibi kalmıştı. Sonunda dayanamayıp yasını tutup yemek vermişti. Çayhane tesellisi olmuştu.
Medumar Ağa bugünkü konuştuklarında gerçekten haklı mıydı? “Gerçekten üzüldüğüm için söylüyorum...” Onun acınacak hali mi vardı? Sersanbay Baba bunları düşündü ve içini bir şeyler tırmalar gibi oldu. Dudakları titremeye başladı. Sararıp toprak rengine dönen sakalı çekilir gibi oldu. Boğazına bir şeyler tıkanır gibi oldu. Kendinden geçtiğini hissetti ve bağırdı:
—Ahmak! Bekliyorsam seni mi bekliyorum? Seni Azrail’den başka kimse beklemez! Molla oldun da bana akıl mı veriyorsun?
Medumar Ağa gülümseyerek:
—Kızma. Her pazar günü suratını görmek asabımı bozuyor. Kırda bayırda sürünü otlatsan olmaz mı? Arayan seni bulur. Sen bilirsin. İstersen burada yat. Tek başına yola çıkıyorsun. Ölüp gidersin diye endişeleniyorum.
Sersanbay Baba sükunetini korumaya çalışarak:
—Ölürsem gömmeye bir Müslüman bulunur. Allah senin eline düşürmesin. Çaydan çalan kefen de soyar.
—Şöyle de demez misin? İşte, yeni demledim. İç, zıkkım olsun!
Medumar Ağa yeni demlenen çaydan bir çay koyup arkadaşına uzattı. Müşteri az diye kendisi de yanına oturdu. Sersanbay Baba ciddi bir ses tonuyla sordu:
—Hiçbir haber işitmedin mi?
—İşitsem sana o an adam gönderirdim. İşitmedim.
Bir süre sessiz kaldılar. Medumar Ağa kendini sıkıntıda hissetti. Canı içmek istemese de bir iki yudum çay çekti.
—Zebi nasıl, iyi mi?
Sersanbay Baba pencereye bakarak cevap verdi:
—İyi. Bugün buraya zoraki gönderdi. Bu tarafa geleceğimi anlayıp gece yarısı atı kıra salmış.
—Kızıp sövmedin mi? dedi telaşlanan Medumar Ağa.
—Yok. O zavallı için de kolay değil. Artık kızmayı, sövmeyi bıraktım.
—Sövme, zavallının senden başka kimi var?
—Sövmüyorum, lakin… diyen Sersanbay Baba kıkır kıkır güldü.
Medumar Ağa şaşırdı:
—Eee…
—Kızıp sövmüyorum da lakin atı kıra salmak niye? Yaya da olsam buraya geleceğimi biliyor. Bir de doru atım öksürdüğümü işitse koşarak yanıma gelir. Bunu biliyor, daha niye atı kıra salıyor?
Medumar Ağa gülmeye çalışarak:
—Evet, o da üzülüyor işte.
—Ben üzülmüyor muyum? Ben de onun için üzülüyorum. Yalnızlık kötü. Bunu sen de bilirsin. Lakin ne çare… Kıyamet borcu bu. Borçla mezara girmek istemiyorum. Anlaması gerek yahu. Bundan sonra da…
—Selamün aleyküm! diyerek birileri girdi. Konuşma kesildi. Medumar Ağa yerinden kalktı.
Çok geçmeden pazarın her zamanki hır gürü, kavgası, gürültüsü başladı. Çocukların bağırış çağırışı, ineklerle buzağıların melemelerine tellalların “hayırlı olsun”ları da eklenip biraz öncesine kadar sükunetin hüküm sürdüğü susuz ırmağa benzeyen pazara bahar selleri gibi can gelmişti.
Sersanbay Baba yine pencereye baktı. Köprü, geçenlerin çokluğundan deve gibi sallanıyordu. O zamanlar da böyle sallanırdı… Oğlunu yolcu ederken de Haydar Ali’yi yolcu ederken de…
Lakin o gün gidenler bir tarafa gittiler. Onlardan çoğu bu köprüden geri dönüp gelmedi. Biri öldü, birinden hiçbir haber alınamadı. Oğlundan altı ay hiç haber alamamıştı. Ansızın ölüm haberi geldi. O sırada Üzümlü’de, sürünün başındaydı. Koyunları çayın öbür kıyısındaki otları yeni yetişen meraya salmış, kendisi de harap olup duvarları kalan Taşkale’nin duvarının dibinde oturuyordu. Güneş tam tepeye geldiğinde öğle yemeği yemek için torbasından süzme yoğurt almıştı ki köy tarafından yüksek sesle bir ağlama işitildi. Ağlama sesi dağda öyle bir yankılanıyordu ki Sersanbay Baba ürperdi. Yerinden doğrulup aşağı baktı. Saçları dağılmış bir kadın çay boyundan yüzünü tırmalaya tırmalaya geliyordu. Sersanbay Baba önce onu tanıyamadı. Biraz aşağı indi. O zaman onu mavi entarisinden tanıdı. Tanıdı ve içi cız etti.
— Zebi! Ben buradayım! Hey Zebi! diyerek aşağıya doğru koştu.
Zebi teyze onu görünce kendini kaybedip çığlık atmaya başladı.
Sersanbay onu bileklerinden yakalayıp çekti:
—Neden bas bas bağırıyorsun? Ne oldu?
—Gafur… Gafurcan…
Zebi teyze konuşmaya devam edemedi. Hüngür hüngür ağlarken elindeki kâğıdı kocasına uzattı.
Sersanbay Baba küçük mavi kâğıdı görünce her şeyi anladı. Medumar Ağa da oğlu hakkında böyle bir kâğıt almıştı… Sersanbay Baba yazılanları okumadı. Eli ayağı buz kesmiş, olduğu yerde taş gibi kaskatı kesilip kalmıştı. Allah ona bir evlat vermişti, onu da çok gördü.
Haydar Ali ise babasının ölümünden bir ay sonra askere gitti, bir daha haber alınamadı. Oğlunun arkadaşı Haydar Ali’yi ilçeye kadar uğurlamıştı. Uğurlayacak başka kimsesi de yoktu.
Haydar Ali, askere gideceği gün eşek arabasına iki koyun yükleyip gelmişti. O gün Gafurcan’ın kara haberinin üzerinden bir yıl geçmişti.
—Amca, bunlar sizde kalsın, dedi mahcup bir tavırla. Babam koyunları severdi. Dönünce düğün müğün yaparız belki… Eğer size zahmet olmayacaksa…
— Olur evladım, dedi Sersanbay Baba. Sürünün içine katarım. Zahmet olacak bir şey yok.
Köprünün üstünde sanki oğlunu yolcu eder gibi vedalaşırken vücudunu bir titreme aldı.
—Allah seni korusun evladım, dedi ve yaşaran gözlerini göstermemek için karısının kim bilir ne koyduğu çıkını yüzüne tutarak uzattı.
—Teyzen verdi, al.
—Teşekkür ederim.
— İmkân olursa Gafur’un mezarını ziyaret et giderken. Stalingrad’da.[1]
O gürültü patırtı içinde söylenen bu sözleri Haydar Ali işitti mi işitmedi mi Sersanbay Baba bilmiyordu. Onun başını sallayarak bir şeyler dediğini herhalde görmüştü.
İşte, aradan yirmi yıldan fazla zaman geçmişti. Haydar Ali, ne onun oğlunun mezarını görmüş ne de bir haber göndermişti. Bıraktığı iki koyun yavruladıkça sayıları kırkı geçmişti. Başka koyunlarla karışmasınlar, döndüğünde ayırmak zor olmasın diye Sersanbay Baba her birinin boynuna kırmızı çaput bağlamıştı. Lakin o gelmedi. Yaşıyor mu, öldü mü kimse bilmiyordu. Sersanbay Baba’nın gitmediği resmî daire, sormadığı kimse kalmamıştı. Soyunu, adresini bilmedikten sonra bulmak kolay mıydı?
Akıl veren dostlarından biri:
—Sersanbay, yeter artık. Her tarafa varıp kendini perişan etme, dedi. Öyle bir cehennemden dönen adam iki tane koyunun derdine mi düşecek? Allaha şükür, kimse aç değil. Koyun lazımsa pazarda dolu. İyisi mi sen pazara git. Görsen tanırsın. Yaşıyorsa orada görürsün.
Sersanbay Baba bu sözü makul gördü. O zamandan beri bir pazar gününü bile kaçırmadan pazara geliyordu. Başka günlerde koyun otlatıyor; dağdan dağa, dereden dereye geziyordu. Hafta sonu yorgun argın evine geliyordu. Muhtar kaç defa söylemişti: “Yeter artık baba. Bu kadar çalıştığınız yeter. Artık gençler çalışsın.” Lakin Sersanbay Baba bu sözleri dinlemedi. Nasıl dinlesin? Haydar Ali’nin koyunlarına da bakmak lazım. Yedi kat yabancı adamın koyunlarına ki bakardı? Baksa da nasıl bakardı?
Lakin yaşlılık, yaşlılıktı. Eskiden hafta boyu ayakta dursa yorulmazdı. Şimdiyse yarım günde mecalsiz kalıyordu. Bir gün Üzümlü’nün yukarısında yorulmuş oturuyordu. Çaydan silah sesi işitildi. O zaman birisi koyunları vurmasın diyerek aşağı indi.
Çamlara sarılıp yükselen asmaların altında dört beş genç, bir kayanın üstüne şişe dikip atış yapıyorlardı. Yaşlı adamı görünce biri laf attı:
—Baba, bu nedir? Bütün keklikleri vurup tuzladın mı? Bir tane bile göremedik.
—Keklik avı kışın olur evladım. Siz avlanmaya mı geldiniz?
—Evet. Biraz dolaşmaya çıkmıştık. Buralarda keklik olur demişlerdi.
—Evet. Çoktur da kışın olur.
Çamın dibinde oturan delikanlı bağırdı:
—Baba, haydi buraya gelin. Şundan bizimle birlikte bir yudum için.
Delikanlı kadehi doldurup içki uzattı. Gülümseyen Sersanbay Baba:
—İçmem evladım, şimdiye kadar hiç içmedim, dedi.
Delikanlı ısrar etti ve sendeleyerek onun yanına geldi:
—Bir kere için. Sonra bir konuda konuşacağız. Alın.
—İçmem evladım, dedi Sersanbay Baba. Ne diyecekseniz söyleyin, dinliyorum. Lakin içmem.
— Tamam. Babayı zorlama, dedi tüfekle atış yapanlardan biri.
— Madem öyle kendim içerim, diyen delikanlı kadehi bir dikişte içip gömleğinin yenine puflayarak devam etti:
— Dede. Av bahane. Şöyle biraz dinlenmeye çıkmıştık buralara. Koyunlardan bir tanesini satın. Burada bir şeyler yapıp gidelim.
Sersanbay Baba başını eğdi, sesini çıkarmadı. Sonra mahcup bir tavırla gülümsedi:
— Üzgünüm evladım. Satamam ki… Benim değiller. Köye varsanız her evde bulursunuz. Ben de veririm. Bunlar emanet. Öyle olmasa koyun size kurban olsun.
— Öyle mi?
— Evet, öyle evladım.
Delikanlı alaycı bir tavırla:
— Şimdi bir tanesini biz yakalayıversek…
— Yapamazsınız. Emanet dedim ya evladım.
— Çok cimriymişsiniz, dedi delikanlı öfkeyle. Bir tane koyun insandan kıymetli mi? Ekber!
— Ne var, dedi gençlerden biri.
— Yürü, bir tane yakalayalım. Muhtara kendimiz anlatırız.
Gençler kaleye doğru yürüdüler.
— Durun! diye bağırdı Sersanbay Baba. Müslüman evladı değil misiniz? Benim değiller dedim. Sahibi yok bu koyunların. Savaşa gitti, bir daha haberi gelmedi. Yirmi yıldan beri ben bakıyorum. Sizde insaf yok mu?
Gençler durakladılar. Birer birer geri döndüler.
— Özür dileriz baba. Bilmiyorduk, dedi birisi.
Sersanbay Baba cevap vermedi. Benzi solmuş, dudakları titriyordu.
— Özür dileriz dede.
Sersanbay Baba yine sesini çıkarmadı. Sonra yavaş yavaş kaleye doğru yürüdü. Bu hadiseyi Medumar Ağa’ya anlattığında o bir süre düşüncelere daldı. Sonra dedi ki:
— Üzülmeyeceksen bir şey söyleyeceğim.
— Buyur.
— Şu koyunları kolhoza[2] versen iyi olacak. Kendini sıkıntıya sokma. Sende olsa ne olacak, kolhozda olsa ne olacak? Kolhoz yiyip bitirecek mi? Haydar Ali gelirse geri verirler.
Sersanbay Baba cevap vermedi.
İşte, o şimdi de gözlerini Ppzar yerine dikmiş oturuyordu. Arkadaşının nasihati aklından çıkmıyor lakin ne yapacağını bilemiyordu. Güneş tam tepeye yükseldiğinde pazarda insanlar seyrekleşti. Malı satılmayanlar ve pazarı öylesine gezmeye gelenler kaldı sadece. Sersanbay Baba’nın sabahki neşesi kaybolmuştu: Bu sefer de Haydar Ali’ye benzeyen kimseye rastlamamıştı.
“Ya öldüyse…” Bu korkunç fikir yaşlı adamın aklına geldi ve onu korkuttu. “Hayır. Bu kadar insan ölmüş olamaz. Gidip de haber alınamayanların çoğu geldi. O da gelebilir. Düğün yapmak istiyordu. O bahane ile ben de düğün görürdüm. Düğününü ben yapıverirdim.”
O böyle hayallere dalıp yine epeyce oturdu. Pazar sona erdi. Hemen hemen herkes dağıldı. Mutfaktan pilavın kokusu geliyordu. Lakin yaşlı adam kımıldamadan oturuyordu.
— Sersanbay!
Sersanbay Baba kendine geldi. Dönüp baktı. Medumar Ağa başında dikiliyordu.
— Yeter artık. Dediğimi yap. Böyle devam edersen çöp kadarcık kalacaksın.
Sersanbay sesini çıkarmadı. Mesh ayakkabısının koncundan bir som çıkarıp tabağa attı. Yerinden kalktı.
— Gidiyor musun? Pilav hazırladım. Ye de git.
— Gelecek sefer.
Sersanbay Baba oturduğu sedirden aşağı inerken devam etti:
— Hoşça kal!
Kapıdan çıkarken aklına bir şey gelmiş olmalı ki geri döndü:
— Nasıl olsa sen de anlamıyorsun. Kendim aldım, kendi elimle geri vermem gerekir…
Medumar Ağa cevap vermedi. Yalnız arkadaşı dışarı çıkarken:
— Zebi’ye selam söyle, diyebildi.
Üstüne kırağı düşen doru at sahibini görünce kulaklarını dikti. Şımarıp başını bir iki kez salladı ve merdivene yaklaştı. Sersanbay Baba çevik bir hareketle eyere çıkıp dizgini eline aldı:
— Haydi, gidiyoruz.
Doru at, bildiği yolda yavaş yavaş ilerledi. Onun yürüyüşünde de sahibinin gönlündeki gibi bir umut vardı.
1976
[1] Stalingard: Rusya’da bir şehir. Bugünkü adı Volgograd’dır.
[2] kolhoz: Sovyetler Birliği’nde uygulanan kolektif sistemde devlet çiftliği.