HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Süleyman Abdulla 2
Kardeş Kalemler 3
HİDAYET ORUÇOV 4
SEYFETTİN ALTAYLI 5
ERKUT DİNÇ 6
İdris Özler 7
Omuzları çökük, yüzü keskin bir bıçak gibi zayıf, kalın kaşlı, çukur mavi gözlü, sivri sakallı, sarışın bir ihtiyar, sırtını yasladığı sandalyesini deniz kenarında atmış, oltasıyla balık tutuyordu. Mart ayının ortasıydı. Hava bulutluydu, iliklerine işleyen soğuk bir rüzgâr esiyordu. İhtiyarın başında güneşten kavrulmuş eski bir şapka, üzerinde siyah çizgili beyaz küçük bir örtü vardı. Dalgalanan laciverdî denizin güzelliğinden ziyade oltasının şamandırasından gözünü ayırmıyordu. Beyaz gövdeli, sarı gagalı, gri kanatlı martılar yüksekten denize dalarak başlarıyla suya çarpıp bir şeyler kaparak hızla göğe yükseliyorlardı.
İhtiyar, adımlarımın sesini duysa da duymazdan gelip donuk bir şekilde oturmaya devam etti. Gözleri hep denizdeydi.
Sepet dolusu ekmeği başının üstünde taşıyan çıplak ayaklı bir genç, “Sıcak ekmek alın!” diyerek yanımıza yaklaştı. Buram buram ekmek kokusu yayıldı. İhtiyar, sırtındaki örtüyü kaldırıp burnumuzun ucundan füze gibi geçen martıya bakarak sinirle söylendi:
“Ah, hain! Ah, rezil! Kanadım olsaydı hemen peşine düşüp boğazını sıkar, tüylerini tek tek yolar, mahvederdim seni!”
Kuşların yetmiş yedi ceddine saydırdı.
“İşte bunlar tam bir canavar! Kalpsizler! Güpegündüz, diğer kuşların yumurtalarını çalıp yiyorlar...”
Ben ses etmedim. İhtiyar, işaret parmağını uzatıp daha da öfkeli bir sesle:
“Yetmezmiş gibi, kendi yumurtalarını bile kendileri yiyor!”
İhtiyarın sinirini hoplatan yüzlerce martı etrafta uçuşuyordu. Onların hepsiyle uğraşsa, zavallının hali ne olurdu! Hiç ses etmediğimi görünce, boynunu bana doğru uzattı:
“Koreli misin? Çinli mi?”
“Kazak’ım.”
“Kazak mı?”
İhtiyar, hayatında ilk defa Kazak görüyormuş gibi baştan ayağa beni süzdü, sesi güçlü çıktı:
“Kazakistan’dan mı geldin? Şükürler olsun, siz de millet oldunuz, Allah dualarınızı kabul etsin!”
Temiz bir Kazakçayla konuşmasına şaşırdım.
Güçlü bir sesle:
“Siz de mi Kazaksınız?!”
“Hayır, Türk’üm. Büyük Osmanlı İmparatorluğu'nun bir vatandaşıyım!”
Sevincim tarifsizdi. Bu koca şehirde, kendi dilini anlayan birini bulmak ne büyük bir mutluluktu! Kardeşimi bulmuş gibi iki yanağımda kocaman bir gülümseme, ihtiyara biraz daha yaklaştım.
Denizin uçsuz bucaksız kenarı insanlarla dolup taşıyordu. Yürünecek yer yoktu, etraf satıcılarla doluydu. Ezanın sesi duyuldu. Büyük gemiler peş peşe hızla yüzüyordu. Balıkçı motorları da peşi sıra gidiyordu. Gözümde birden uçsuz bucaksız bir düzlükte dörtnala koşan kısraklar canlandı.
Denizin yüzünü beyaz bir sis kapladı, suyun rengi alaca karanlık tonlarına büründü.
“İnsan evladının hali de işte böyle…”
Yaşlı adam denize bakmasa da her şeyi zihninde biliyor gibiydi. Sol eliyle çenesindeki seyrek sakalını okşayarak yanındaki, içinde balık yemi olan kovayı ayağıyla kendine doğru çekti.
“İlk defa mı geliyorsun, evlat?”
“Evet.”
“Nerede oturuyorsun, evladım?”
“Almatı’da.”
Kuru ve ince eliyle denizin ortasındaki yüksek kuleyi gösterdi:
“Şu kuleye çıktın mı, evladım?”
“Hayır.”
“Ona “Kız Kulesi”, siz de ise “Kız minaresi” derler evlat.”
“Duymuştum.”
Adamın konuşmalarının tadı, her cümlenin sonuna “evladım” eklemezse çıkmayacak gibiydi. Yaşlı adam uzun bir konuşmaya başlayacak gibi öksürdü.
“Çay mı, yoksa kahve mi içersin, evladım?”
“Herhalde evine davet ediyor” diye düşündüm ve “Eviniz uzakta mı?” diye sordum.
“Uzak değil, evladım, tam arkamızda.”
Sağ taraftaki kafeyi işaret edip parmağıyla gösterdi. Garson kız koşarak geldi. Üzerindeki hafif ve açık renkli başörtüsü ona çok yakışmıştı. İki gözü pırıl pırıl, esmer yüzü kan kırmızısı gibi canlı, nazik bir gülümsemeyle “Ne arzu edersiniz?” diyerek nazikçe bekledi. Yaşlı adam mavi gözlerini doğrudan gözlerime dikerek “Bir çay, bir kahve” dedi kısaca. Derinlerde yatan o keskin mavi gözleri içime işledi.
“Çoluk çocuğunuz çok mu?”
“Şükür, evladım… yetiyor…”
Derin bir iç çekti. Ağzından sanki beyaz bir kıvılcım çıkıyordu. Yaşlı adamı incittiğimi hissettim ve utanarak özür dilemek istedim. Fakat o pek dertlenmiş veya üzülmüş gibi görünmüyordu. Derin düşüncelere dalıp, alt dudağını hafifçe bükerek başını salladı ve:
“Ah, Allah senin yaşını bana bir hafta verseydi ya, evladım, sadece bir hafta…” diyerek gülümsedi.
Hiçbir şey anlamadım. Yirmi beş yaşıma neden bu kadar özendiğini Allah bilir. Elimden gelse, yirmi beşi ondan esirgemem, zaten deniz kıyısında oturup oltamı suya daldırarak onun yerinde ben bile olabilirdim.
“Bu denizin adı Karadeniz”, dedi yaşlı adam denizi işaret ederek.
“Neden bilmem, lakin Yunanlar ona ‘Merhametli Deniz’ derlermiş. Türkler bu bölgeye ayak basmadan önce bu denizin iki yüz, üç yüz kadar adı varmış. Dışarıdan gelen herkes ‘Karadeniz’in suyu kara mı?’ diye soruyor. Biliyorsun, evladım, bütün denizlerin suyu mavi olur. Karadeniz adını almasının sebebi suya atılan bir çapanın hızla kararmasıymış, denizciler de bu nedenle böyle ad koymuş olmalılar evladım. Şu oturduğun istikamete ise ‘İstanbul Boğazı’ denir. ‘Kız Kulesi’ ile ilgili bizim Türkler türlü türlü efsaneler anlatır. Adı üzerinde efsanedir, hangisi doğru, hangisi yalan Allah bilir! Duyduklarıma ve okuduklarıma göre hikâyelerden biri en kabul göreni doğru gibi geliyor, evladım.”
...Evvel zaman içinde, Bizans İmparatoru Büyük Konstantin’in şanının dünyaya yayıldığı zamanlarda, ay gibi yüzü, güneş gibi parlak gözü olan bir kızı varmış. Bir gün saraya dünyanın bir ucundan üstü başı perişan, açlıktan bitap düşmüş, elinde bir değnekle yaşlı bir kâhin kadın gelmiş. “Bir dileğim var, bunu yalnız imparatora söylerim” diyerek saray kapısında beklemeye başlamış. Saray erkânı onu doyurup, yıkayıp yeni elbiseler giydirip imparatora götürmüşler. “Ey dünyanın sahibi, ulu imparator, Yüce Tanrı sizlere çok kötü bir haber iletmem için beni gönderdi. Lütfen mazur görün!” deyip imparatorun kulağına bir şeyler fısıldamış. İmparatorun benzi sararıp solmuş, öfkelenip cellatları çağırmış ve hemen kadının başını aldırmış. Kâhin kadının dediği şuymuş: “Prenses on sekiz yaşına geldiğinde, zehirli bir yılan tarafından öldürülecek!” Bunun üzerine imparatorun gece uykusu, gündüz huzuru kalmamış. Kızı o zamanlar on altı yaşındaymış. Kadının dedikleri doğru çıkarsa, sadece iki yıl ömrü kalmış. Bunun üzerine ülkedeki bütün ustaları ve zanaatkârları toplatarak denizin ortasına bir kule inşa ettirmiş. Kızını hizmetkârlarıyla birlikte o kuleye kapatmış. Ne bir canlı o kuleye yüzerek ulaşabilir ne de bir canlı oraya tırmanabilirmiş. Yüksek kuleyi çepeçevre ateş yaktırıp koruma altına aldırmış. İmparator üç ayda bir gelip kızını görüp döner olmuş. Günler geçmiş, aylar geçmiş, yıllar geçmiş ve prenses on sekiz yaşına girmiş. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz işte, on sekiz yaşına geldiği gün prensesi zehirli bir yılan sokmuş! Olay şöyle olmuş: Kuleye erzak getiren kayıktaki meyvelerin arasına gizlenen bir yılan kimseye fark ettirmeden kuleye girmiş. O gizlenen kara yılan, açmamış bir goncaya benzeyen güzel prensesi sokarak öldürmüş… Dünyanın yarısını elinde tutan Büyük Konstantin, üzüntüden kan kusmuş. Tanrının emrine karşı koyamayacağını anlayınca, pişmanlıktan parmaklarını ısırmış, fakat üzüntüsünün hiçbir şey hafifletememiş.. Ne derlerse desinler, o kâhin kadının söyledikleri aynen çıkmış.
Yaşlı adam, uzaklardan sırtlanıp getirdiği ağır yükü yere bırakmış gibi derin bir nefes aldı. Çok konuştuğundan mıdır bilinmez, nefesi kesilmiş, ciğerleri sıkışmış gibiydi. Ancak yüzü eski haline göre daha aydınlık, günlerce, hatta belki de aylarca içinde sakladığı hislerini dışarı dökmeye iyice kararlı bir adam gibi sözlerine devam etti. İnsanın bazen öyle anları olur ya, yaşlı adam da bugün içinde biriktirdiği bütün hikâyeleri sanki dışarı dökmek istiyordu.
“Kız Kulesi” dedikleri hemen her ülkede var. Bakü’de de “Kız Kulesi” denen bir kule var. Onunla ilgili çok bayağı, akla yatmayan bir efsane anlatılır. Efsaneye göre, bir zamanlar bir padişah ve onun güzeller güzeli bir karısı varmış. Günlerden bir gün, padişahın karısı aniden ölmüş. Padişah kederden aklını yitirip kendi karısına tıpatıp benzeyen bir kadın aramaya başlamış ama bulamamış. Bir gün fark etmiş ki, bir tek kendi kızı annesine çok benziyormuş. Padişah, kızının şerefine deniz kıyısına o kuleyi yaptırmış ve büyük bir düğün düzenleyerek kızıyla evlenmek istemiş. Ancak aklını yitirmiş babasının bu zorbalığına dayanamayan kızı, düğün günü yüksek kuleden kendini atarak can vermiş. Halk bu yüzden kuleye “Kız Kulesi” demeye başlamış… Bu efsane her ne kadar bayağı olsa da, tarihin eski dönemlerinde kral babaların kızlarıyla, ağabeylerin kız kardeşleriyle evlenmesine izin verildiğini tarih kitaplarında okumuştum. Okuyan kulun günahı olmaz elbet…
“Evet, bizde de benzer bir efsane var”, dedim, “adına “Altın Sandal” denir. Eskiden “Saraycık” adında bir şehir varmış. Altın Orda Hanı Canibek, Saraycık’ta sarayını yaptırmış. Şehirdeki doğu tarzı evler, camiler ve medreseler göğe yükselirmiş ve caminin kubbesindeki altın ay uzaklardan parıl parıl parlarmış. Avrupa ve Asya’yı birleştiren kervan yolu bu şehirden geçermiş. Bir zamanlar Rus Çarı Yuri Dolgorukiy’in Moskova’daki Kızıl Meydan’ı yaptırırken Saraycık’tan esinlendiğini bilmezsiniz belki.”
Yaşlı adam gülümsedi.
“Bilmez olur muyum? Kremlin Kalesi’nin örneğini de Ruslar Batu’nun sarayından almış. Tabii, ben bir tarihçi olduğum için biliyorum. Kusura bakma, evladım, sözünü kestim...”
Utandım. Bu bilgili yaşlı adamın hafızasına hayran kaldım ve hikâyeme devam ettim:
Saraycık’ın zenginliği öyleymiş ki, kervanlardan elde edilen gelirle dilenciler, yoksullar, garipler doyurulur, onlara giysi verilirmiş. Canibek Han, çevresine bilginleri, şairleri ve iyi insanları toplarmış. Yeşil çayırlarda avlanmayı, eğlenceler düzenlemeyi severmiş. Şehirde bir gölün olmaması onu üzermiş. Çok düşünmüş ve sonunda erkekleri küreklerle çalıştırarak göl kazdırmaya başlamış. Kalabalık halk aylarca, yıllarca çalışarak gölü tamamlamış. Ural Nehri’nden su getirilip göle dökülmüş. Ancak yeni oluşan göle kuğular konmayınca, göle kırk çuval şeker döktürmüş, şekerin kuğuları çektiğine inanılırmış. Göl bu yüzden “Şeker Gölü” adını almış ve kuğular sürü halinde göle gelmeye başlamış. Göl “Kuğu Gölü” olarak ünlenmiş. Halk, bu muhteşem manzarayı izleyip huzur içinde yaşamış. Gölün şöhreti uzaklara kadar yayılmış ve diğer ülkelerden gezginler ziyarete gelmeye başlamış.
Canibek Han’ın Süyünbike adında biricik kızı varmış. O zamanlar Süyünbike on beş yaşındaymış. Han, sevgili kızına altından bir sandal yaptırmış. Süyünbike, arkadaşlarını yanına alır, ayda bir-iki kez sadece ay ışığında altın sandal ile gölde dolaşırmış. Kızın güzelliğine hayran olan halk göl kıyısında kalabalık olurmuş. Ay ışığında, Süyünbike’nin bembeyaz yüzünden ışık yayılır, altın sandalı pırıl pırıl parıldar, çift çift olan kuğular göle eşsiz bir güzellik katar, tıpkı karanlık gökte parlayan yıldızlar gibi gözleri kamaştırırmış. Kız, nazik ve ince sesiyle ay ışığında şöyle bir şarkı söylermiş, derler...
Saraycık’ın sazları,
Kanat çırpar kazları,
Su istese bal verir,
Bizim yurdun kızları…
Böylesi bir güzelliği bir kez olsun görmek isteyen nice delikanlılar göl kenarını gözlemekle vakit geçirirmiş. Günlerden bir gün, Süyünbike soğuk alıp hastalanmış ve hastalığına çare bulunamayıp, han babasının ellerinde can vermiş. Han, en güvenilir yedi kişiyi sarayına çağırıp onlara şöyle bir buyruk vermiş: “Süyünbike’yi altın kayığa yatırarak, mal ve mülküyle birlikte, kimsenin bilmediği bir yere, karanlık bir gecede gizlice gömün. Üzerine de sürü sürü atlar salın, kızımın yattığı yeri kimse bilmesin!” demiş. Han, kızının mezarını öğrenip soyguncuların zenginliklere göz dikerek mezarı kazmasından korkmuş olmalı. Yedisi de Han’ın emrini eksiksiz yerine getirmiş. O gece, şafak sökene dek at kişnemiş, köpekler ulumuş, baykuşlar feryat etmiş, gök gürlemiş, şimşek çakmış ve Saraycık halkı uykusuz kalmış. Şafak sökerken yedi kişi saraya dönmüş, fakat hiçbiri sağ kalmamış, çünkü Han hepsinin kellesini aldırmış derler...
“Eh, evlat,” dedi yaşlı adam, “Sen de durmadan ‘Şunu nereden biliyorsun, bunu nereden biliyorsun?’ diye sordun ya. Ben Saraycık’tan elli kilometre uzaklıkta, Atırav şehrinde beş yıl kaldım.”
Hayretler içinde kaldım! Gözlerim neredeyse yerinden fırlayacaktı. Yaşlı adam sakince oturuyordu. Olta ipini sarıp, değneğini yanına koydu, cebinden bir sigara çıkarttı ve yaktı. Mavi dumanı derin bir iç çekişle içine çekip, kendi kendine bir huzur bulmuş gibiydi. Bir süre sonra gözlerini kaldırıp bana dikti, kaskatı bir heykel gibi dondu kaldı. Sigaranın ateşi kıpkızıl parlıyordu, ama kımıldamıyordu, nefesi bile hissedilmiyordu. Korktum. “Yüreği durmuş olmasın?” diye bir endişe kapladı içimi. Yok, durmamıştı; gözlerini benden ayırıp göğün kararmış yüzüne çevirerek sözlerine devam etti:
“Tanrı şahidimdir, bir ayağım mezarda, bir ayağım yerdeyken neyi saklayabilirim, evlat? Ata-babam Rus topraklarında, şu Karadeniz kıyılarında yaşarmış. Ne dersek diyelim, bizim kaderimiz bu Karadeniz ile sonsuza kadar bağlı kalmış gibi. Savaştan sonra bizi ‘Bakir Toprakları Kalkındırma’ gerekçesiyle Kazakistan’ın Akmola adlı bölgesine sürmüşler. O sırada ancak aklım başıma yeni geliyordu. Yoksul, perişan bir halde gelen bizlerle Kazaklar, kendileri zor geçinirken bile ekmeklerini paylaştılar. Sert bir kış, soğuk bir yerdi, evlerinin bir köşesinden bize yer açtılar. Böylece kanımız, canımız birbirine karışarak sizin milletle akraba olduk. Kazakçaya su gibi hâkimdik, Allah şahidim, yoksulluk zordur, bozkırda dolaşan çocuklar olarak hep Kazakça konuşurduk. Beşinci sınıfı bitirdiğimde, içlerinde benim de olduğum on çocuğu seçip, devlet himayesine alarak okutacaklarını söyleyip Moskova’ya götürdüler. Moskova’da on yıl okudum. Ne okutulduğunu anlatmayayım, bizi sinsi casuslar olarak yetiştirdiler. Sovyetler Birliği, ne kadar güçlüydü, yerin altındaki ve üstündeki her sesi bizim aracılığımızla öğrenirdi. Karadeniz kıyılarında, Ukrayna, Gürcistan, Bulgaristan ve bu Türkiye’de çok uzun yıllar geçirdim. Casusluğun ne olduğunu anlayamazsın evlat. Yüzüme bak; Rus desen Rus’um, Türk desen Türk’üm, Kazak desen Kazak’ım... Ayır, bakalım yüzümden. Her dili ana dilimden iyi bilirim. Kısacası, ateş ile suyun, yaşam ile ölümün ortasında bir hayatım oldu. Sonunda babam gibi bildiğim devletim bir gün de yıkıldı. Şunu söyleyeyim: Kalbimi verdiğim, sadakatle hizmet ettiğim, yürekten sevdiğim vatanımın yıkılışını gördüğümde, uçsuz bucaksız bozkırda, ıssız bir adada yapayalnız kalmış gibi ağladım. Kan çekiyormuş insanı, bir gün kanım Türk, canım Türk, dinim Müslüman diyerek ‘En iyisi Türkiye’ye gideyim,’ diye düşündüm. Geride bırakacak çocuklar, akrabalar bende zaten yoktu, param vardı, İstanbul’a geldim. Allah’tan saklayacak bir şey yok, gezdiğim ülkelerin hepsinde evlendim, çocuk sahibi oldum, Allah affetsin, kaç karımın, kaç çocuğumun olduğunu çoktan unuttum. ‘Yalnızlık Tanrı’ya mahsustur,’ derler ya, dünyadaki en kötü insanlardan biri olarak bana yakışan da bu yalnızlıktır belki. Doğduğumda adımı ezanla ‘Ali’ koymuşlar, Hz. Muhammed’in sahabesi, damadı, dört halifeden biri olan, aslan yürekli Ali’nin onuruna. Babamın adı Cami idi; muhtemelen büyük düşünür, doğunun yedi yıldızından biri olan Abdulrahman Cami’nin ismini taşır. Ben hayatım boyunca ‘Murat İslam’ ya da ‘İslam Murat’ olarak yaşadım. Kendimi bildim bileli ‘Ali’ ismimi bir kez bile tekrar işitmedim. Zaten işiteceğimi de sanmam... Kaderimde casusluk, kısmetimde de yalnızlık vardı, beni yok eden de o lanetli meslek oldu! İşte sonunda dizlerimi kucaklayarak bu dünyada yapayalnız kalmışım…”
Denizin suyu kapkara kesildi. Kıyıya yaklaştıkça Karadeniz dipsiz, karanlık bir uçuruma çekip götürecekmiş gibi bir korku sardı içimi.
Gökyüzü kapkaranlık olmuş, ufuk gri bir sisle kaplanmıştı…