Kızkayıt


 01 Ocak 2019

Nasıl bilmiyorum? Nereden bilmiyorum? Ben! O adamın yedinci kuşağıyım. Yedinci kuşak. Burası karma karışık; hiç kimse ve hiçbir şey kendisi gibi değil. Hiçbir şey yerli yerinde değil. Hiçbir şey yolunda değil. Ekmek kırıntısı serpilmiş evlerimize. Süpürmekle temizlenmiyor…

Başlangıç

“Kerbelayı Gafar” öldü. Tüm ölüler gibi. Köyde iyi biri olarak bilinirdi. Ancak! Biraz erken ve zamansız öldü. Ansızın. Çoluk çocuğu ortada kaldı…

Ama hayır! Ölmek insanın kendi elinde olan bir şey değil. Ölümden başlangıç olmaz.

Ölüm önce “Hanımgül” ile başladı. Hanımgül, Gafar’ın ilk eşiydi. Galiba hastaydı! Hanımgül öldü, Kerbelayı Gafar, Sara adında bir kadınla evlendi. Sara genç bir kadındı. Belki de bu olmamalıydı ya da o ihtiyarla evlenmemeliydi! Sara yaşlanmadan Gafar öldü.

Ancak söylediğim gibi ölümden başlangıç olmaz.

Başlamadan Önce

Diyorlardı: “Haydar”, “Cafer” ve Gafar’ın babası ile birlikte çölde gidiyormuş. Memelerini omuzlarına atıp karşıdan gelen “alkarısı”nı[2] görür. Haydar düşünceye dalar. Bunu yakalarsam kendime hizmetçi yaparım, der. Karşı karşıya gelirler. Güreşirler. Alkarısı direnir. Haydar, kadının memesini yakalar. Kadın düşer. Haydar, çuvaldızı kadının göğsüne saplar. Alkarısı, Haydar’a hizmetçi olur. Haydar, kadını evine getirir.

Evinde hizmetçi olarak çalışan kadın, su getirmeye giderdi. Bazen geç dönerdi. “Neden geç kaldın?” diye sorulduğunda “Hamur için su akmıyordu!” cevabını verirdi. Getirdiği su ile hamur yapıp ekmek pişirirlerdi. Evden ekmek eksik olmazdı. Ekmekten bir parça tavuğa verirlerdi… Böyle böyle işler… Ekmek ve her şey boldu.

Herkes çuvaldızı kadının göğsünden çıkarmaması gerektiğini biliyordu. Alkarısı, herkese, “Çıkarın.” diyordu, ama kimse çıkarmıyordu.

Başlangıç

Gafar öldükten sonra “Kerbelayı Cafer” yengesi Sara’nın saç örgüsünden tuttuğu gibi sürükleye sürükleye köyde, köy mollasının yanına götürdü. 

Sara’yı görebiliyorum; güzel olabilir, olmayabilir de. Örgülerini görüyorum Cafer’in elinde. Her zaman beline bağlı çiçekli veya sade çarşafı olurdu, açılmış. Çamura belenmiş. Yerde sürüklenirken vücudunun her yerinde sıyrıklar oluşmuş. Gözündeki yaşlar kurumuş. Çığlık atıp atmadığını, dilinin tutulup tutulmadığını bilmiyorum. Acaba çığlıkları, çocuklarının haykırışında mı kayboldu? Küçücük çocukları, ağlayıp sızlanarak yanında koşuyorlardı. Kim bilir belki de Cafer amcalarının kolunu o minnacık elleriyle yumrukluyorlardı…

Acaba yolunan saçlarının ağrısını mı çekiyordu, yoksa ağlayan çocuklarını nasıl avunduracağını mı düşünüyordu? Tam olarak bilmiyorum. Belki de “Gafar” öldüğü için ona küfürler yağdırıp beddua ediyordu.

Bu durum böyle devam edemezdi. Bir şey yapılmalıydı. Yer yarılsaydı! Nehirler coşsaydı! Dağlar yerinden oynasaydı!... Bir köpek bile havlamadı… İnsanlar!... İnsanlar!... İnsanlara ne oldu böyle?

Nerede kalmışlardı Sara’nın “akrabaları? Kuzenleri nerede? Sara kimsesizdi. Köye gelin gelmişti… Köy halkı?... Görmediler mi? Duymadılar mı? Köy halkı bir şey söylemedi…

Cafer, Sara’nın saç örgüsünden tutan bileğindeki gücü nereden alıyordu?

Uçsuz bucaksız yerlerden, tarlalardan, çiftliklerden ve hayvanlardan mı?

Cafer sürükleye sürükleye Sara’yı mollanın yanına getirdi. İşte o gün molla, Sara’nın nikâhını Cafer’e kıydı. 

Başlangıçla birlikte

Gafar ile Sara’nın kızı “Hekime Hatun”, Cafer amcasına kızdığı için alkarısı’nın göğsünden çuvaldızı çıkarttı.

Alkarısı kalktı ve odanın sonuna geçti. “Siğil mi yoksa buğday mı istiyorsunuz?” diye sordu. Kimse alkarısı’nın ne demek istediğini bilmiyordu. Cafer, “Buğday.” dedi.

Alkarısı gülümsedi. Sonra bir avuç buğdayı serpti eve. “Yedi kuşağına kadar evinizde barkınızda siğil olacak.” dedi.

Sonra çekip gitti…

Artık kimse hamur suyunu diğer sulardan ayırt edemiyordu… Hiçbir şey diğerlerinden ayırt edilmiyordu.

Ayırt edilenler

 “Sura”ya kuma gitti Sara. Kuma gitmeyi kim ister ki. Sara’nın Masume, Rıza ve Hakime adlarında üç çocuğu vardı. Sara çocukları ile birlikte odanın bir köşesine sığındı. Yüzlerindeki yaşlar hâlâ kurumamıştı. Üst başları da temiz değildi. Sura onlara tuhaf tuhaf bakıp duruyordu. Evi barkı, çoluk çocuğu olan bir kadının evine başka bir kadının çocukları ile gelip yerleşmesi pek kabul edilir bir olay değildi. Can sıkıcı bir durumdur o kadın için. Muhtemelen Sara geldiğinde Sura çok sinirlenmiş ve elinde süpürge, şaşkın şaşkın onlara bakmıştır.

Sura’nın yüzünü göremiyorum. Sadece bir kadın görkemi var, öfkeli. Gülümseyerek, “Evimim kölesi geldi!” deyip süpürgeyi Sara’nın eline vermişti.

Elti oldukları dönemde huzur vermedi şimdi mi rahat bırakacak?

Sara süpürgeyi almıştı. Nedenini bilmiyorum. Ya korktuğu, ya da çocukları için olabilir. Belki de belirli bir nedeni yok. Zulme boyun eğmişti. Belki de kimsesiz olduğu için geldiği ilk günden beri zulme uğruyordu.

Sura, kendini savunmakta zorlanan birine denk geldiği için zulmetmeye başladı.

Meşhedi Sura, gün geçtikçe kilo alıyordu. Sura’nın aksine Sara her geçen gün kilo kaybedip zayıflıyordu. Çocukları da aynı şekilde. Sara su getirip hamur yoğuruyor, ayran yapıyor… Evi süpürüp hayvanların altını temizliyor. Halı dokuyor. Çocuklarına Sura bakıyor. Ne yiyip içtiklerine ve ne de giydiklerine dikkat etmiyordu. Ne oldu Sura’ya? Başkasının çocuklarına bakmak ne demek?

Masume ve Hakime’yi yıkadığı sırada örgülerini kesiyordu. Çırılçıplak kalıyorlardı soğukta. Oyun bile oynayamıyorlardı.

Rıza büyürse annesine yardım eder. Mal mülke sahip çıkar. Zeki bir çocuktur. Çalışkandır. Ama daha çocuk, büyümesi gerekir.

Sura saçları çok kolay kesiyordu. Bu gücü nereden alıyordu? Şayet köy yerinde çok çalıştığından uzun saçları yıkamaya fırsat bulamıyordu. Bilemiyorum. Sadece Sura’yı kınıyorum.

Rıza diğerleri ile birlikte çalışıyordu. Yemek saatinde üvey babası ona diğerlerinden daha az yemek veriyordu. Birkaç defa sözde şaka olarak kafasına vurdu üvey babası. Bir defasında iki eliyle çok sert bir şekilde çocuğun kafasına vurdu. Çocuğun başı çorba kâsesine girdi. İşte o günden beri çocuğun aklı şaştı. Birkaç defa hayvan otlatmaya giderken düştü, kafasını yere vurdu, başı şişti. Babası yoktu… Başucunda annesi de yoktu. Olmasına da izin vermiyorlardı. Serseriler gibi dışarıda soğukta kalıyordu. Üstü başı kir içindeydi. Tam da bu sırada hayata gözlerini yumdu. Dışarı da mı öldü, yoksa evde mi bilinmedi. Bir hayat, bir can bu kadar kolay bir şekilde ellerden kayıp gitti.

Annesinin başucunda ağlayıp ağlamadığını bilmiyorum. Hakime bu durumun farkında mıydı acaba? Masume, muhtemelen anlamıştı, muhtemelen o da annesi gibi ağlamıştı.

Masume’yi çarşafa bürünmüş bir melek gibi görüyorum. Elleri ve ayakları soğuktan kurumuş çatlamıştı. Sürekli Sura’nın kızlarını sırtında taşımaktan izler oluşmuştu. Acı çekmekten bıkmıştı artık. Kardeşlik, insanlık diye bir şey görmemişti etrafındakilerden. Ağlasa ne olacak? Bir işe yaramayacak.

Cafer, Rıza’yı vurduğunda kahkaha atıp gülüyordu. Yanındaki oğlu ve akrabaları da gülüyordu… 

Bu durum böyle devam edemezdi… Yerle gök birbirine karışmalı, fırtına kopmalı, dolu yağmalı. 

Neden yağmadı? İnsanlar!... İnsanlar!... Bu insanlara ne oldu?

Sara oldukça üzgündü. Çok solgun görünüyordu. Başka bir evde çocukları ile birlikte yaşıyordu. Kocasının evinden gizlice çaldığı ekmeklerle çocuklarını besliyordu.

Sara bir akşamüstü yıkaması gereken şeyleri bitirdikten sonra soğuktan tir tir titreyen ellerini gökyüzüne doğru tutarak, “Allah’ım böyle de zulüm olur mu?” diye yakındı, sonra sağ eliyle sol göğsüne vurdu.

Sara evi temizlemede, bulaşık ve çamaşır yıkamada her zaman ön sırada yerini alıyordu, ancak ne dinlenmesine izin veriyorlardı ne de yemesine. Kürsü altında ısınmasına bile izin verilmiyordu. Sura, Sara’yı kendisine köle yapmıştı.

Hakime, “Bize ettikleri kötü muamele, köleye bile yapılmaz.” diyordu.

Sara artık çocuklarını düşünmüyordu. “Allah’ım öldür bizi kurtar!” diyordu. 

Allah öldürecek ama daha erken. Daha gençtir, çalışıyor. Cafer’den İsmali adında bir oğlu oldu.

Masume hemen kurtuldu. Ancak Hakime ile daha işi vardı feleğin. İsmali’yi kendine kardeş bilip onunla oynaya oynaya büyüdü. Aslında buna oynamak denmezdi. Sırtına bağladıkları çocuğu evde gezdiriyordu. Evi süpürüyor, çöpleri topluyordu. Ekmek kırıntıları evden eksik olmuyordu. Üvey kardeşlerinin çamaşırlarını yıkayıp çocuğun bezini değiştiriyordu.

Sara hastalanıp can çekişirken başucunda oturuyordu. Sara, “Gafar, benimle neden evlendin? Anne neden beni yaşlı biriyle evlendirdin? Gafar, neden öldün? Neden erken öldün? Allah kahretsin seni! Cafer, neden benimle evlendin? Neden? Neden?... Allah seni mahvetsin.” diye sayıklıyordu. 

Sara acılar içinde, dert çeke çeke hayata gözlerini yumdu. Ona yapılan zulüm karşılıksız kaldı. Cafer, “Allah seni mahvetsin. Gün yüzü görmeyesin. Acılar içinde yaşayasın. Sefil olasın.” diyordu.

Masume neredeydi?

Hakime’nin yüzünde ne gençlikten bir iz vardı, ne de çocukluktan. Hakime ne gençliğini yaşadı ne de çocukluğunu. Hakime doğduğundan beri yaşlıdır. 

Hakime’nin içinde ne kin var ne öfke. Hiç olmadı, bundan sonra da olmayacak. Ama yanakları kırmızı, ağzı büyük ve seyrek saçlı üvey kardeşi “Hasan” rahat vermiyordu.

Cafer ile Sura’nın Hasan adında bir tek oğlan çocukları vardı. Geri kalanları kızdı. Masume’yi Hasan ile evlendirmişlerdi. Hasan ile yaşadığı evde hastalanarak öldü. 

Hasan’ın gelini, “Baba, Masume neden öldü?” diye sorunca Kur’an okumaya ara verip “Ne bileyim! Nerden bileyim! Allahü ekber! Konuşturma beni?” diye cevap verdi babası.

Hakime, Masume’nin su getirmek için çeşmeye gittiğini biliyordu. Gidiş o gidiş. Bir daha dönmedi. Yalnız gitmişti. O sırada Hasan ile nişanlıydı. Çeşmenin yanında bir ağaç vardı. Ağacın arkasında alkarısı”nı görüp korkmuş. Alkarısı hamile kadınlara dokunur.

Hasan’ın gelini, ansızın öldüğünü ve o dönemde öyle söylediklerini diyor. Şimdi ise kalp krizi geçirdiğini diyorlar. Masume de kardeşi Rıza gibi gariban geldi, gariban olarak da gitti.

Cafer’de sevgi diye bir şey görmüyorum. Doğrusu Haydar’ın ailesinde böyle bir şey yok. Sanki Alkarısı alıp götürmüş. Sevgi dediğin şey bu ailede yemekten ibarettir. Ya da birinin yemek yememesinden endişe duymaktan. O yüzden Hasan, hayat nedir bilmiyordu. Cafer ile Sura’ya gelin gitmek de Masume’nin kaderiydi. Kız sevgisiz yaşayamadı. Öldü. 

Kim bilir, belki Hasan da alışmıştı eşine köle gibi davranmaya. Köleyi bile ölünceye kadar çalıştırmazlar.

Hakime daha sonraları biraz yüzsüz olduğunu ve ölmediğini söylüyordu. Ellerini dizlerine vurarak, Masume’nin kendisi kadar yüzsüz olmadığını diyordu.

Hakime muhtemelen rüyalarında onu düğün evine götürmesi için bir oğlan gördü. Hayır yapamazdı. Rüyalarında altın kanatlı atın sırtında bir prensi göremezdi. 

Alışmıştı hizmet etmeye. Pislik, çöp içinde büyümeye. Ekmek kırıntılarını yemeye.

İçi kin ve öfkeyle dolu Hakime, herkesten daha çok üvey babasından nefret ediyordu. Nedenini bilmiyordu. Sura daha çok eziyet ediyordu ona, ama o Cafer’den nefret ediyordu.

Cafer yine yaptı yapacağını. Hakime Hatun rüyasında prens görse de, gerçekte bu durum farklıydı. Hizmetçisi olduğu evin prensi, bir zamanlar kuzeni olup şimdi ise kardeşi olan Hasan ile evlendi. Devran değişecek ve güç bu defa Hasan’ın eline geçecek. Hasan, Cafer’in yerine oturacak. Sura’nın yerine de Hakime oturacak. Hayır! Daha Sura var. Sura’nın Hakime’ye çektireceği günler var. Gelin kaynana arasındaki işlerden. Ama Hakime de aynı Sura gibidir, yoksa Masume ve Rıza gibi o da ölürdü.

Altı yedi görümce, bir de kayınvalide. Görümcelerin gençlik yıllarını görmedim. İhtiyarken Tebriz’e göçtüklerini düşünüyorum. Kemikli yüzleri var. Çevreye kendilerini iyi gösteren yüzleri var. Belki de iyi! Olabilir! Kız evlenmek için başka bir aileye katılır. Şimdi evleri çöp ve ekmek kırıntılarıyla dolu bir aileye dönüşecek.

Üvey babadan Leyla ile Şeker adında iki kız kardeşi vardı Hakime’nin. Ara sıra yardım ederlerdi. Hanım Gül’ün kızlarıydı. Ölümü başlatan Hanım Gül’den sonra onlara ne oldu? Sara da üvey kızlarına eziyet etmiş miydi? Hayır, onlar annesizlerdi. Gafar adında babaları vardı. Köyde herkes iyi biri olarak biliyordu. 

Üvey asla öz gibi olamaz. Olmadı, bundan sonra da olmayacak. Ancak bunların çocukluğunu göremiyorum. Sara, Gafar’ın kızlarından yaş olarak biraz büyüktü. Leyla başka bir köye gelin gitti. Kocası öldü. Çocuklarını elinden alıp geri gönderdiler. Burada Gafar’ın sahip olduğu mülkte bir yer verdiler. Orada kalıyordu. Kaldığı yerden dışarı çıktığını göremiyorum.

Şeker’in, yetim kaldıktan sonra ne yapıp ettiğini de bilmiyorum.

Hakime, hiç yokmuş gibi gelip gittiklerini söylüyor.

Ama Cafer’in yaptığı zulümler yerde mi kalacak? Bu kadar mal mülk kime kalacak? Önce kendisi yaşlanıp çölde düşecek. Kolu kırılacak ve asla iyileşmeyecek. İki oğlu var. İsmali ve Hasan.  İsmali daha küçüktür. Hasan, babasına huzur verecek mi? Muhtemelen vermiştir. Babası onu iyice şımartmıştı. Neden huzur vermesin ki? Hasan bir yana! Ya hayat? Huzur verir mi?

Cafer’de bir insan fotoğrafı görüyorum. İki ayak ve bir kol. Kollarından biri felç olmuş. İyileşmeyecek. Bu el örgüleri tutan el mi? Rıza’nın kafasına vuran el mi? Yoksa öbür dünyada dile gelecek el mi?

Yüzünde bıyık dışında bir şey yok. Ağzı olmadı olmayacak, ağızsız adam; olmaz bu ailede. Ya gözleri? Yok, yoktur. Gözleri göz değil. Fotoğrafının hangi renkte olduğunu bilmiyorum, bir pırıltısı var. 

Hayır, sadece kolu olmayan biri onu göremez. Sayıklayacak. Dili tutmayacak. Yatağa düşecek. Ya Sara? Ya Sura? Altına kap getirecekler. Sara orda mı? Hayır. Hizmetçiyi ölene kadar çalıştırdılar. Sura nasıl? Kap getirir mi? Sura’ya kuma gelmişti. Ya Cafer’in Kızbesti ve Kızkayıt adlı kızları? Evlenmişlerdi. Kız evlenince başka bir aileye katılır. Geriye kim kalır, Hakime Hatun.

Hakime ne yapacak? Geç de olsa gelecek. Sidik kokusu Cafer’in canına sinecek. Hasan, eşini dövecek. Cafer için mi? Hayır. Kadın dövüldüğü için. Cafer yan odada. Gözlerden uzak bir odada kalıyor, kalacak da. Ölecek. Cafer mal mülk toplamıştı. Çocuklarının başında durmuştu. Hasan’a diğerlerinden daha iyi bakmıştı. Cafer akrabasız değildi. Ya onu gelip görenler? Hasan, bir duvar dibine bıraktı onu. Her ne de olsa babasıydı. Nasıl olacaktı? Yerin konuşması gerekiyordu! Ev bark konuşmalıydı! İnsanlar; insanlara ne olmuştu?

Nasıl bilmiyorum? Nereden bilmiyorum? İnsanları ayrı ayrı görüyorum birbirinden. Kimse birbirine yakın durmuyor. Herkes içeriye bakıyor. Kendinden başkasını görmüyor. 

Cafer öldü. Mirasa kondular damatlar. Damat her ne kadar iyi olsa yine yabancıdır. Cafer’in Hasan ve İsmali adında iki oğlu vardı. 

Bunlar nasıl? Birbirine karşı çok mu dürüstler? Birbirleri ile sık sık görüşüyorlar mı? Görecekler.

İsmali, “Ramazan günlerinde eyvanın tavanında hurma saklamıştım. Ara sıra gidip yiyordum. Yine bir gün hurmadan almaya gittiğimde Hasan gördü. Yüzüme baktı.” diyordu. Öyle sert baktı ki altıma yaptım. Hurma sakladığımı öğrendiğini sandım. Hayır, bilmiyordu. Bana seslendi. Ağzının ta orta yerine tüküreyim. Ne yapıyorsun orada? dedi. Hemen ortalıktan kayboldum. 

Uzaklaştıktan sonra ellerini cebine koyup öfkeden ağlamaya başladı. Küfretmeye başladı. Ama ettiği küfür bir işe yarar mı? Öfkesinin geçtiği gün gelecek mi?

Başka ne? Hasan ne yapıyordu? Hasan seçilmişti. Şımarık büyümüştü. Kardeşleri eziyet çekmişti. Tüm yemek, içmek ve kıyafetler ona göre hazırlanıyordu. İnsan yerine konuluyordu. Ama ya kardeşleri? Hayır. İnsan yerine konulmuyorlardı. Feleğin daha işi vardı kardeşleriyle. Felek de şaşırıyor galiba. Ne bileyim, belki de doğrusu budur.

Ya ne bileyim doğrusu nedir? 

Cafer’in damatları, eşlerine karşı pek iyi davranmıyorlardı. Hizmetçiye davrandıkları gibi davranıyorlardı. Onlar eş ile hizmetçi arasındaki fark nedir biliyorlar mı? Hizmetçiye bile öyle davranılmaz. Acaba kimlere karşı böyle davranış sergilenir? Düşman! Bu düşmanlık nereden geliyor? Mal, mülk, miras mı? Hayır.

Eşlerinin payını Cafer’den istediler. Cafer kabul etmedi. Odanın kenarında bir köşede kalmıştı. Hasan, vermedi. Kızlar, kocalarının tavsiyesi üzerine babalarına dava açtılar. Sonra ne oldu? Damatlar hem kızların babasının hem de kardeşlerinin varını yoğunu soydular. Kızlar ne yapıyorlardı? Hiçbir şey. Bildikleri bir şey yoktu. Babaları ve annelerine nasıl göz kulak olacaklardı? Onların yanında geçirdikleri mutlu bir gün var mıydı? Ayrımcılık. Baba evinden kaçıp kurtulmak için evlenmişlerdi. Bir prens beklediklerinden ya da ortada bir sevgi olduğundan değil. Sadece kurtulmak için. Bu ailede sevgi ayrımcılıktan, zorluktan, çirkinliklerden kaçıp kurtulmaktı. Kurtulmak mı? Ekmek kırıntıları yapışıyordu ayaklarının altına. Her yere onları yayıyordu. Babadan, anneden ve kardeşten kurtulmak mümkün mü? Damatlar ara sıra şaşıyorlardı. Kendi eşlerini de seviyorlardı? Düşman sevilir mi? Kadını döverler işte. Damatlara ne olmuştu?

Büyük mü, ortanca mı, küçük mü, biri mi, yoksa birkaçı mı? Damatların hangisinin şehir dışında çalıştığını bilmiyorum. Kadın hamileydi. Hamileliğinin son ayıydı. Sancısı vardı. Kocası, şehir dışına gelip bana yemek getirmelisin, demişti. Her zaman götürürdü. Günün birinde yemek götürdüğünde yolda yorulmuştu. Baba Ağacı dedikleri bir ağacın dibine oturmuştu. Sancısı vardı. Ağaca yaslanmıştı. Ağacın arkasında ‘iyi sıhhatte olsunlar’ mı vardı? Hayır. Kız hamileydi. 

Hasan’ın gelini, “Alkarısı hamile kadını yalnız yakalarsa kadını üzer. Allah korusun.”

Güneş ışınları yayılmıştı yeryüzüne. Çekirge, böcek sesleri her taraftan duyulurdu. Nehirden akan suyun sesi de duyulurdu. Kızın alnından terler aşağı doğru akmaya başlamıştı. Uyanık olup olmadığını bilmiyordum. Alkarısı’nı mı görmüştü? Memeleri omuzunda gelmişti. El atıp içini yüzmüştü. Bağırmıştı kız. Çığlık atmıştı. Sesi yıldırım gibi havayı dele dele gitmişti. Çok uzaklara! Kuşlar ağaçlardan uçmuşlardı. Tavşanlar. Yılanlar. Nehir artık akmıyordu. Ses insanlara ulaşmıştı. Neredeydi insanlar? Kulakları var mıydı?

Güneş her tarafı sarıp sarmalamıştı. Ses bir anda her tarafa yayılmıştı. Sonra kesilmişti. Ne olmalıydı? Ağaçlar yanmalı mıydı? Nehirler, sular akmamalı mıydı? Kuşlar uçuştu. Bir köpek bile havlamadı. İnsan… İnsanlar… Ne oldu bu insanlara?

Hasan’ın gelini, “ O dönemde korktuğunu söylüyorlardı. Alkarısı görünce bağrı çatlamış.” diyordu. Bir defasında bende gördüm. Su taşıyordum, nehirden. Damda bir kadın gördüm, memeleri omuzunda.

Gece yarısı veya sabaha doğru bulmuşlardı. Ağaca yaslanmış. Kocasına götürdüğü su ve ekmek yanında yere düşmüş. Terleri alnında kurumuş vaziyette. Kanaması varmış. Kan izleri nehre kadar ulaşmış. Saçları siyah yüzünde dalgalanırmış. Gözleri kapalıymış. Sakin sakin.

O sakinliği arıyorum.

Nasıl bilmiyorum? Nereden bilmiyorum? İnsanların birbirinden farklı olmadıklarını düşünüyordum. İnsanları birbirinden ayıramıyorum. Hepsinde bir insan görkemi var. İki kol, iki bacak, bir kafa, bir ağız. 

Zalim! Mazlum! Zulmeden, zulme maruz kalan! Hepsi aynıdır aynı!

Ölmekle kurtulamıyor. Yani başka bir kadınla evlenmekle kurtulmak mümkün değil. Başka kadın genç de olabilir olmayabilir de. Çocuklara üvey anne, annelik yapamaz. Daha önce olmadı bundan sonra da olmayacak.

Hasan’ın kız kardeşleri gibi yüzsüz olanlar hayatta kaldı. Köydekiler ekmek kırıntılarını temizliyorlardı evlerinden. Tebriz’e göç etmişler. Kendilerini iyi gösteren yüzü kemikliler. Sandılar ki ekmek kırıntıları evlerinden eksik olacak. Daha yedinci kuşakta sona gelmedi. Kim bilir kaçıncı kuşaktır. Kimse bilmiyor.

Prens Hasan, düşmanı olan Hakime Hatun ile aynı yatağı paylaşacak. Şımarık büyütmek istediği erkek çocuklar doğacak. Ancak insan yerine koymayacağı kızları da olacak. Bu sırada anne-babalarının isimlerini çocuklara verecekler. Büyük kızın adı “Sura”, küçük kızın adı “Sara”, oğlanların adı “Cafer”, “Gafar, “İsmali” ve “Rıza” olacak.

Onların kendilerini göstermesine daha zaman var. Cafer’in oğlu İsmali ile Hasan arasında dönüyor devran. İsmali de büyüdü. Hasan ile daha uğraşmıyor. Çalışıyor, servet toplamaya çalışıyor. Mal, mülk sahibi oluyor. Hasan köyde şatafat içinde keyif sürüyor.  

Bir molla dayısı vardı. Onun mektebinde Kur’an, Gülistan ve Bûstan dersleri aldı. Neler öğrendi: Anne-babaya iyilik yapacaksın. Başkasının malına göz dikmeyeceksin, kul hakkı yemeyeceksin…

Cafer’in oğlu Hasan şöyle diyordu: “Dayısı değildi, ayısıydı. İnek olmayı öğretti. Sevişmeyin, savaşmayın, günahtır. Gelip karnını bizde doyururdu.” 

Hasan sinirlenerek, “İnek olun. Biri sizin hakkınızı aldı mı sesinizi çıkarmayın, savaşmayın. Bulduğunuzu verin seyitlere.” diyordu.

Kadına işkence eden ekmek bulur mu? Hakime, onun başka bir odada oturup tıkındığını, çocukların yemek istediğinde onları dövüp kovduğunu söylüyordu.

Hasan eziyet ediyordu. Ancak karşısındaki zeki kadın ona başka şekilde karşılık veriyordu. Evin eşyalarını gizlice alıp bazılarını satıyordu bazılarını da başkalarına dağıtıyordu. Hakime’nin akrabası var mıydı? Kime verecekti? Leyla ve Şeker’den başka kimse yoktu. Onunla mı kalıyorlardı? Ya kızları, çocukları, yanındalar mıydı, yoksa uzakta mı? Ona yakın olan kızı ve oğlu vardı. Bir de ona uzak olan seyitler vardı. Evin içinde biri düşmanlık ederse muhakkak dışarıda bir dost bulunur. Dosttan düşman olmaz. Hakime bazen masraflarından ve çocukların boğazından kesip veriyordu mollaya, seyide. Bu âdetini ölene kadar sürdürdü.

Cafer’in oğlu Hasan, onların gerçekte seyit olmadığını, sadece kapı kapı dolaşıp halkın malını toplamak için kendilerine seyit dediklerini söylüyordu. 

-Bu ay fitre ve zekât vermezsen seyit sana beddua eder!

-Hayır efendim, ne olur gel. Gel bir çuval buğday vereyim. Al götür çocuklarıma dua et. 

Kadın evde ne var ne yok hepsini veriyordu. Kendimize yiyecek bir şey kalmıyordu.

Hasan’a dayısı başkalarına yardım etmeyi öğretmişti. Sevap olduğunu söylemişti. Ortalık karışınca akbabalar ortaya çıkar. Akrabalar gelip Hasan’a misafir olurlardı. Hasan’ın çocukları da misafirlere köle. Onlar da bu zulme maruz kalıyorlardı. Ama daha çekecekleri vardı. Feleğin bu çocuklara çektireceği vardı… Hem de Cafer’in oğlu İsmali’nin eliyle.

Hakime ekmek kırıntılarını temizlemiyordu evden. Üst üste birikiyordu. Çocukların ayağının altına yapışarak yayılıyordu köyün ortasına.

Hasan’ın durumu kötüye gitti. Fakirleşti. Var yoğu elinden kayıp gitti. Tüm hayvanları hastalanarak öldü. Bazılarını da kurt kaptı. Molla dayısı, akrabaları ve tanıdıkları onu tanımaz oldular. Artık evine gelmediler. 

Devran artık İsmali’nin eline geçecek. Şimdi evlenmiştir. Huri Beyim’den çocukları oldu. Bu kimdir? Ekmek kırıntılarının olduğu evden buraya gelin mi geldi? Hayır. Onun da kendine göre bir ailesi vardı. Kız evlenince başka bir aileye katılıyor. Huri Beyim, Sura’ya gelin gelmişti. Kayın validenin ne olduğunu görmüştü. Eltinin kim ve ne olduğunu öğrenmişti. Üstelik kin ve nefreti de İsmali’den öğrenmişti. Hakime nasıl? Alışkanlığı değişmiş miydi? Hala hizmetçiliği biliyor muydu?

Meşhedi Sura yapmak istediklerini yaptı, şimdi cezasını çekmenin zamanı gelmişti. Cezası nedir? Yatalak olmak. Altına kap gelmek. Önce manyaklaşacak. Köyde serseriler gibi dolaşacak. Köyde hayvanlarla konuşacak. Çocukların maskarası olacak. Taşlayacaklar. Ağzında diş olmadığı için çocuklara küfrederken herkes gülecek. “İt oğlu itler, Allah belanızı versin. … çocukları!”

Hasan sağlıklı olduğu müddetçe hem annesinin hem de ailenin başındaydı. Sonra ne oldu? Kontrolü kaybetti. Huri Beyim, evde kızlarını ve İsmali ise oğlanlarını hizmetçi olarak çalıştırıyordu. Hasan’ın kızı Sura, Huri Beyim’in çocuklarını sırtında taşıdığı için izler oluşmuştu. Yüzünde Hasan’ın attığı dayakların izi de vardı.

Hakime daima hasta olurdu. Ne olmuştu Hasan’ın evine?

Fırtına kopmuştu.

Sura nasıl? Sura şimdi yatakta yatıyor. Can çekişiyor. Sayıklıyor. Küfrediyor. Kimlere küfrediyor?

Huri başucunda durmuş. Herkesi sayıklıyor. Herkesin adını söylüyor. Sitem ederek, “Hanımgül, Gafar, Cafer, Hasan, İsmali’yi” çağırıyor. Üzgün bir şekilde, “Rıza, Masume” diyor. Gözyaşlarını akıtarak, “Kızkayıt, Kızbesti, kızlarım… Çocuğu karnında ölen yavrum…” diye sesleniyor. “Sara… Sara… Hakime… Hakime” dediği zor anlaşılıyordu. Kısık sesle, “Yazık Sura, canım Sura!” diyordu. Yanaklarına dokunuyordu. Ateşi inince sayıklaması da bitiyordu. Korka korka bakıyordu Huri Beyim’e ve etrafa. Dışarıdan bir çocuk sesi geliyordu. Ne diyordu çocuk? “Meşhedi Sura…” Sura etrafındaki siyah çarşaflı kadınları daha yeni görüyordu. Aralarında fısıldaştılar. Çabuk o çocuğu susturun. O çocuk kimdir? Demin uyuyordu. Şimdi uyandı.” Ne yapacaklarını bilmiyorlardı, gülsünler mi, yoksa gülümsemelerini saklasınlar mı?

Ayrımcılıklar nedeniyle çocukların kalbinde kin ve nefret dün olmadığı gibi bugün de olmayacak. Cafer oğlu Hasan, Meşhedi Sura’nın namaz kıldıktan sonra Allah’a, erkek çocuklarını öldürmesi ve kız çocuklarını ise koruması için dua ettiğini söylüyordu. Sonra gülerek, “Allah kahretsin onu.” derdi gülerek.

Hasan oğlu Gafar, Meşhedi Sura’nın eski bir giysisini buldu. Bir dalın ucuna bağladı. Havada sallaya sallaya koşarak, “Meşhedi Sura’nın giysisi, Meşhedi Sura’nın giysisi.” diye okuyordu. O dönemde daha çocuktu”. “Çocuk yaptığın şey ayıp. Kes sesini… Duyacak şimdi.” Çocuğu susturmak için dışarı çıktılar. Çocuk koşarak uzaklaştı. 

Meşhedi Sura’nın eski kıyafetini köydeki herkes gördü. Çoğu insan güldü bu duruma. Sura baktı siyah çarşaflı kadınlara. Aralarında ‘iyi sıhhate olsunlar’ var. Canını sıktılar. Ölüm uykusuna daldı.

Çocuk hala bağırıyordu.

Cafer’in evinde gürültü koptu. Uzaktakiler Sura’nın öldüğünü anladılar. Hasan, başucunda dua etti. Hakime’nin hastalığı geçmedi. Yanındakiler gülsünler mi, ağlasınlar mı bilemediler. Uzaktakiler kendi işleriyle uğraştılar. Yanındakiler dağıldılar. Köyde hiçbir şey olmadı. Bir şey olmalı mıydı? Rüzgâr esseydi! Esiyordu. Köpekler havlıyorlardı. İnsanlar kendi işleriyle meşgullerdi…

Hasan’ın evine seyitler misafirliğe geldiler. Oğlu Cafer, yerlerinin olmadığını ve gitmeleri gerektiğini söyledi. Seyitler gitmek istemiyorlardı. Cafer, gitmelerini istiyordu. Hasan, “Sadece ekmeğimiz var, yemek istiyorsanız kalın.” dedi.

Seyitler kaldılar. Kadının nesi var? diye sordular. Hastadır dediler. Teşhis koyamıyorlar. Seyit güldü. Kitabını açtı. Biraz okudu. “Dua yazıp kuyruk yağının içine koymuşlar. Yağ eridikçe Hakime Hatun’un canı yavaş yavaş çıkacak.” dedi. Tılsımı iptal etti. 

Kazana su koy ve kapının önüne bırak. Arkana bakmadan geri dön. Suyu kapının önüne bırakıp geri döndü. Seyit dualarını okuyordu. Git kazanın arkasına kazma vur. Arkana bakmadan geri dön. Seyit dua okuyordu. Sonra kalkıp hep birlikte gittiler kazma vurulan yere. Seyit yeri deşip yağı çıkarttı. İçinde dua kâğıdı vardı.

Hasan oğlu Cafer, o günden sonra hayvanlarının çoğaldığını söyledi. O güne kadar hayvanları hep ölüyordu. Annem de canlandı, dedi.

Cafer’in eşi şöyle diyordu: “Ben de bununla kavga ederdim. Annem, dua ve büyü ile başkasına eş olanın sonu iyi olmaz, derdi. O yüzden ben dua yazdırmadım.”

Huri Beyim ile başladı dua fırtınası.

Hasan artık eski Hasan olmayacaktı. Yaşı iyice ilerlemişti. Kardeşi İsmali her şeyi silip süpürmüştü. Hayvanları azalmıştı. Kardeş, akraba ve kim varsa yabancı olmuştu. Büyük oğlu Cafer, evi idare etmeye çalışıyordu. Gafar arsızın tekidir, Hasan da öyle. Arsızlar. O kendi dünyasını düşünüyor. Kur’an, dua. Cafer eziyet çekmekte. İsmali amcasıyla ara sıra kavgaya tutuşuyor. Gücü yetmiyor. Her işte yalnızdır. Arkasında duran kimse yok. Bu durum böyle devam etmez. Göç etme zamanı geldi. Ama nereye? Uzaklara, gurbet diyara. Dilini bilmeyenler arasına. Bunların yaşamı, hayatı farklıdır. Olsun, sıkıntı yok. Sen çalışacaksın, yaşamayacaksın ki. Köylülerden etrafında olanlar var. Dikkatli ol, mallarını çalmasınlar. Taş yerinde ağırdır.

Baban her şeyin günah olduğunu söylüyor. Ama bunlar günah olarak görmüyorlar. Ne yapmalıyız. İdare ediyoruz. Köyde ne var ne yok? Hiç. Ara sıra birileri geldiğinde anne ve babanın selamını getiriyorlar. Paralarının olmadığını ve kardeşin Sara’nın hasta olduğunu söylüyorlardı. Sura’yı evlendiriyoruz ama çeyizi yok. Bir de… Bir de…

Babama ne oldu? Gafar, İsmali ve Rıza’ya ne oldu? Niye kendi başlarının çaresine bakamıyorlar?

Baban iyilik yapıyor, duası etkili olmuyor. Bu yüzden kimse yazdırmıyor. Gafar kendisi buluyor, kendisi yiyor. Rıza daha çocuktur. Büyüyecek. Feleğin onunla daha işi var. İsmali mi? O da çocuktur. Arkadaşları ile geziyor. Eve yardım etmiyor. Annem mi? Huri Beyim ile kavga etmekte. Kaybediyor. Huri başka bir aileden gelmiştir. Karşılık vermeyi biliyor. Başka şeyler de biliyor. Hakime’nin tavuklarının yumurtasını çalıyor. Hatta fala[2] yumurtayı bile alıyor. Ara sıra yazdırdığı duaları bir köşeden Hasan’ın evine sokmayı başarıyor. Ekmek kırıntısı evden eksik olmuyor. Seni kurtardım bu karışıklıklardan.

Bu kaçıncı kuşak?

Sen nasılsın Cafer? Ben fırında çalışıyorum. Üst başım tamamen una belenir. Ekmek kırıntısı yapışıyor ayaklarıma, evime dağılıyor. Gurbette ellerimi cebime koyup caddelerde dolaşıyorum. Gidecek yerim yok. Kalacak yerim de. Kaçtığım yere dönmeliyim. Kaçmak olmadı. Neden kaçıyordun? Baba! Anne! Kardeş! Amca! Köy halkı! Ekmek kırıntısı!

Bu durum böyle devam edemez. Katlanmak çok zor. Geri döndü köye. Artık köyde de kalmak mümkün değil. Hasan, var yoğunu satıp savurdu. Hasan mı Hakime mi? Hakime. Kızı Sara. İsmali’nin eşi Fizze. Hasan yaşlandı. Cafer! Senin için fark eder mi? Yurt çok. Malınızın bir kısmını satın ve Tebriz’e gelin. Şehir kenarında ev alın. Köyden gelen birçok insan var. Bir sürü tanıdık var. 

Hayat daha devam ediyor. Biraz geç kaldın ama artık evlenme yaşın geldi. Kız evlendikten sonra başka bir aileye katılır. Kızın adı ne olsun. Masume mi? Hayır, Huriye.

Kardeşin Sura köyde evlendi. Sen kaçtığın evden belki o kurtuldu. Kocası fırtınaların olduğu aileden mi, yoksa ekmek kırıntılarının olduğu evden mi? Yoksa başka yerden mi? Senin için ne fark eder Cafer? Kadını döverler düşmanı döven gibi. Birinin kardeşi olsa bile. Ama Tebriz’de öyle değil. Gurbette de öyle değil. Siz ki Tebrizli değilsiniz.

Sura başka bir köye gelin gitti. Kaderi Sara gibi olacak. Kimsesiz kalacak. Kardeşleri baş olacak. Kız kardeşi asıl?

Hem oğlu hem kızı olacak. Direnenler hayatta kalacak direnemeyenler ise ya nehir kenarında ölecek ve dayak işkence ile öldürülecekler; ya da yeni moda olarak kendilerini öldürecekler. 

Tebriz bir başkadır. Ama köy işlerinden vaz geçmek olmaz. Hakime, kayınvalidelik yapmayı iyi biliyordu. Gelini Huriye iyi biriydi. Hakime elinden geleni ardına koymuyordu. Kızı Sara iyi bir görümceydi. Evin tüm işlerini Huriye tek başına yapıyordu. Üzerine iftira attılar. Hırsız dediler. Kocasından dayak yiyordu. Kadını döverler. Kadın küsüp gidiyordu. Nereye gidiyordu? Gidecek yeri var mıydı? Babası rahmetli olalı uzun zaman olmuştu. Kardeşi, kız kardeşi var mıydı? Onlar nasıl? Evleri ekmek kırıntıları ile dolu ev midir, yoksa fırtınalı olan ev mi? Senin için fark eder mi Huriye? Gidecek başka yerin yok ki. Küstüğünde peşinden gelen biri var mıydı? Kim gelecekti? Cafer mi? Hakime mi gönderecekti peşinden? Hasan nerede?

“Oğlum kalk eşinin peşinden git. Bu durum Allah’ın hoşuna gitmez.” Bazen peşinden geliyorlardı bazen de sen çocuklarını düşünerek geri dönüyordun. Kızını yanında götürdüğü vakit içi biraz da olsa rahat ediyordu. Geri dönmese de Hakime’nin oğlanlara bakacağını biliyordu. Ama kız çocuğu farklı, onları aç bırakabilir. Çocuğun nerede olduğunu bile akıl edemez. Dışarı çıkarsa peşinden giden bile olmaz. Kaçırılır diye eve geri döner.

Hasan’ın gelini Huriye, şöyle diyordu: “O…kadın! Kızıma, kendi torununa piç derdi.”

Şehirde nehir diye bir şey yoktu, yerine musluk vardı. Huriye ile Sara gece gündüz musluk başına giderlerdi.  Cafer’e ne olmuştu? O da Gafar, Hasan ve İsmali gibi arsızlaşmış mıydı?

Çalışmaya gidiyordu çay ocağında. Bazen çalışıyor bazen de işsiz kalıyordu. Günü bitirip öyle dönüyordu eve.

Cafer’e, “Kız kardeşinin evlilik zamanı geldi. Onu neden suya gönderiyorsun; o senin namusun değil mi?” diyorlardı.

Kahrolası kızımdan önce namusumun karım olduğunu anlamadı.

Başınızı ağrıtmama gerek yok. Zaten kendi başım da ağrıyor. Sura, Hakime’nin kayınvalide değil eltisi sayılırdı. Hakime ile kızı Sara’da Huriye’ye aynı şekildelerdi. Hatta daha kötü. Ama Huriye, onlara göre daha şehirli sayılırdı. Küsünce çekip gidiyordu. Bazen işleri mahkemelik olurdu. Nereye varacak? Sonuç ne olacak? Çocukları Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin, Zeynep ve Hatice bunların ayrılmasına izin vermeyecek.

Hasan ile Hakime Hatun bir evde ayrı yaşadılar. Yaşamak denmez buna. Yaşadılar tam yirmi dört yıl boyunca. Bir evde farklı odalarda. Sonra ne oldu? Ölüm ayırdı. Ama ondan önce ölen biri var. Hasan oğlu Rıza. Rıza gençti Tebriz’e geldiğinde. Devrim olmuştu. Şah’ın heykelini deviriyordu millet. Onlara katılmıştı. İpleri Şah’ın heykelinin boynuna geçirmişlerdi. Heykel ansızın devrilince Rıza arkasındaki göle düşmüştü. Kafasını yere vurmuştu. Sersemleyerek eve geri dönmüştü. Kimse kafasının kanadığını bilmemişti. Kim bilecekti? Hasan dua ve büyüyü düşünüyordu. Sarımsak kokusu odayı sarmıştı. Hakime, çıkrıkla ip eğiriyordu Sara ile yaşamlarını idare etsinler diye. Huriye ayrılmıştı. Çok fazla çalışıyor, durmadan ip eğiriyordu. Ama şimdi avare kalmışlardı. Eziyet edecekleri kimse yoktu, ispiyonlayacak kimse kalmamıştı, Cafer’e dövdürecekleri hiç kimse yoktu. Evleri barkları dökülüyordu. Ekmek kırıntıları yine ortaya çıkmıştı, yapışıyordu ayaklara… Hasan oğlu İsmali nasıl? Arsız mıydı? Şehirde serserilerle geziyordu. Kimseyi takmıyordu. Birkaç gün çalışıyor sonra birkaç gün kazandığı parayla keyif sürüyordu.

Huriye rahatlamıştı. Cafer kazandığını annesine, babasına ve İsmali’ye harcıyordu. Para onlarda da durmuyordu hemen bitiyordu. Ne hayrı vardı ne bereketi. Eve gelince de eşi ile kavga ediyordu. Ne için? Boş şeyler üste. Kadını döverler. Gerçek şu ki o düşmanındır. Peki bu düşmanlık nereden geliyor? Toy, düğün olaylarından. Mehir üstünde tartışıyorlardı. Başlık parası, süt parası üstünde. Çeyiz üstünde. İki aile ipin ucunu yitirmişti. Sanki bu birleşme değil, alış veriştir. Kim lafını geçirirse o kazanır. Bunlar gelir geçer, ama! Cafer de galiba ipin ucunu yitirmiş. Sanki düşman gözü ile bakıyor kadına. Küfrediyor onlara. Karı koca birbirine düşmandılar. İşte öyle olur. İnsan ne gördüyse onu yapar.

Karı koca başka şekilde de yaşayabilirler. Bir evde ama farklı odalarda. Yıl boyunca birbirlerini görmeyebilirler. Ne tartışma olur ne de iyilik. Karı kocanın işi düşmanlık mıdır ki onları kurtarmakla her şey düzelsin? Evet öyle!

Cafer dağın tepesinde bir ev alır. Çocukları çamur içinde büyür. Evde su olmadığı için musluktan su getirir. Evdeyken ip eğirir. Çocuk bezi yıkar. Evden ekmek kırıntılarını toplar.

Çocuklar büyüdükçe çalışsınlar diye her birini bir yere bırakır. Kendisi çalışmaz. Eşinin ve çocuklarının kazandığı para ile geçimini sağlar. Yeter artık. Arsızlık sırası Cafer’de.

Sura başka bir köyde evli. Ekmek kırıntıları eksik olmuyor evden. Kızını ihtiyar birisiyle evlendirir. Kız dayanamaz ve kendisini öldürür. Bu kadar basit. Bir gün petrol içti, bir gün damarını kesti, bir gün de kendisini yaktı. Bir defa engel olmaya çalıştılar. İkinci defa… Üçüncü… Çocuklar baba evinde kalır. Baba hemen evlenir. Çocukların başına üvey anne gelir.

Annesi Sura üzülür. Kardeşleri sürekli mutsuzdurlar. Belki diğer kızlar da gördüklerinden ders alırlar.

Rıza’nın başındaki yara enfeksiyon kapar. İyice iltihaplanır. Aklını kaybeder. Tebriz’de mahalledeki çocuklar dalga geçerler. Öfkelenip küfreder. Vazgeçmezler. Eziyet edeni döver. Adını deli koyarlar. Ara sıra polisler yakalarlar. Anne-babasına, tımarhaneye yatırın derler. Kim götürecek? Cafer. Doktorlar iğne yapacak. Uyuşacak. İğneler bacaklarında yara yapmış. Yaralar enfeksiyon kapar. Hastane para istiyor. Taburcu edecekler.

Gafar köyde. Hiçbir işe karışmıyor. O da er ya da geç fakirleşecek. Allah ve imamlara serzenişte bulunacak. Bir zamanlar koyu imam Hüseyin taraftarıydı. Yine olacak. Zengin olunca Kerbela’ya gidecek. Olacak Kerbelayı Gafar. 

İsmali serseri olur. Yol kesip haraç toplar. Cebinde bıçak taşır. Eve gelmez. Geldiğinde Rıza, kafasına kürekle vuracak. Kafası parçalanacak. Hasan içeride bir yerlerde saklanacak. Komşular polisi arayacaklar. Cafer peşinden gelecek. İsmali doktora gidecek. Rıza nereye? Er ya da geç tımarhaneye. Sonra doktorlar onu uyuşturacak iğne yapacaklar. Bir tarafı felç olacak. Yaşlanacak. Kimseye gücü yetmeyecek. Acaba daha önce kimseyi rahatsız ediyor muydu? Rıza misafir giderse kuzenleri amcalarını ve dayılarını tanıyacaklar mı? Anne-babaları evde olmazsa kapıyı açacaklar mı? Hayır. Pencereden yavaşça bakıp kimdir diye soracaklar. Sonra korktukları için açmayacaklar kapıyı.

Artık bir yere gidemiyor. Çıktığında da geri dönemiyor. Vücudunda ödem var. Aklı ermiyor. Bir odada tek başına kalıyor. Mahalledeki çocuklar, kendi kendine konuştuğunu söylüyorlar. Kendi kendine konuşamaz ki? Kimle konuşacak? ‘İyi sıhhatte olsunlar’la mı? Alkarısı ile mi? Gitmek zamanı geldi mi? gidecek. Bu yakınlarda hayatını kaybedecek.  Evde mi yoksa dışarıda mı? Belli olmayacak. İşte bu kadar basit.

Hakime başucunda olacak mı? Hasan cenaze başında dua okuyacak mı? Ya kardeşleri?   

Bu durum böyle olamaz. Hava karanlığa gömülmeliydi. Sular kirlenseydi. Şehirde gürültü kopsaydı. İnsanlar… İnsanlar… İnsanlar ellerinden geleni yaptılar. Daha ne yapacaklardı?

Sara nasıl? Sara onlarla aynı evde kalıyordu. Annesi ip eğiriyordu. Evde değerli eşya ne varsa götürüp satıyordu. Kız ne görürse onu öğrenir. Acaba ağlamayı biliyor muydu?

Bir kardeşi deli. Diğeri ise serseri kız. Kim evlenir onunla. Sara su getirmek için musluk başına yalnız gidiyor. Artık Huriye yok. Serseri kardeşinin arkadaşlarından başka kimse ona laf atamaz.

Sara da başka bir aileye katılacak. Dertleri oldukça fazla olan aileye. Çocukları olacak. Koca hem kadını hem de çocukları dövecek. Kadını döverler. Memlekette iş yok diye işsiz, parasız kalacak. Çoluk çocuk ortada kalacak. Önce sigara sonra haşhaş ve eroin bağımlısı olacak. Evde ne varsa hepsini alıp satacak. Çocuklar büyüyüp çalışacak. O da evde oturup çocukların kazancını tüketecek.

Hem kendisini hem de eşini döver. Günün birinde çocuk babasına karşı çıkar. Yüzünü burnunu kırar. Anne-oğul adamı evden kovarlar. Oğlan sonra kendisi de uyuşturucu kullanmaya başlayacak. Sara hastalanacak. Yine Huriye’ye muhtaç olacak. Huriye gelir ama sadece hastayla ilgilenir. Vücudunda kist var. Doktorlar ameliyatla kisti alırlar…

Huriye, “Bir defasında Alkarısı gördüm. Akşamleyin biraz ötede komşulardan birinin çatısında durmuştu. Gölge gibi görünüyordu. Memeleri omzundaydı. Yanımda kocam yoktu. Korkumdan yerimden kıpırdayamadım. Sonra geriye dönüp baktığımda kaybolduğunu gördüm.” diyordu.

Hasan, hayatının son günlerinde oğlu Caferlerde kalıyor. Artık kendi evi diye bir şey yok. Hakime, Hasan’ın olduğu yere bir daha gelmez. Hasan hala Kur’an ve dua kitapları ile uğraşıyor. Artık dua yazdıran da yok. Torunları, dedeleri ile arkadaş olur. “Bana sorular sorun. Bilmediğiniz ne varsa öğrenin. Sonra beni bulamazsınız.” diyordu. Çocuklar onun beklediği soruları sormadı. Huriye, “Baba, Masume niye öldü?” diye sordu. Bu birkaç yıl içerisinde Hakime ile neden barışmadınız?

-Beni konuşturmayın, Allahü ekber! O bu eve kadın olmadı. Çocuklarıma annelik yapmadı. Allah onu kahretsin, sürüm sürüm sürünsün inşallah. Sağlığa hasret kalsın!”

Öyle olacak Meşhedi Hasan. Ama önce sana olacak. Yatağa düşeceksin. Huriye altına kap getirecek. Torunlarının yanında rezil olacaksın. Can çekişirken kardeşin İsmali başucunda olacak. Yattığın yerde öleceksin. Ölümün babanın ölümünden rahat olacak. Ne olsun istiyorsun? Beddualar bitsin mi? Sular kurusun mu? İnsanlar! İnsanlar!

Torunun Muhammed ayaklarına bakacak baş parmaklarını düğümledikleri sırada. Bir saat önce konuşuyordun. Kulağı çınladı. Boğazı düğümlendi ama ağlayamadı.

Hakime, Cafer’in evinde kalacak. Sura ve Sara yas merasimine gelecekler. Muhammed çocuktur. Halalarının yas merasiminden çıkınca güldüklerini görecek. Sara’ya, “Hala, neden gülüyorsun?” diye soracak.

-Gülmemeli miyim? Başımıza neler geldi, biliyor musun? diye cevap verecek.

Hakime uzun yaşayacak. Gözleri görmeyecek. Kulakları duymayacak. Kalbi ağrıyacak. Beyni çalışmayacak. Ya ağzı? Yiyecek yürek ağrısı çeke çeke. Laf söyleyecek, Cafer’in evine fitne sokacak. Huriye’nin arkasından konuşacak.

Kalbi ağrıyınca herkese küfürler savurur. Sızlanmaya başlar. Cafer, şimdi bu da Allah’ım oğlumun çocuklarını öldür, kızımın yavrularını koru, der. Ne de olsa Sura’nın gelinidir… Ondan iyi mi olacak.

Hakime, Huriye ile İsmali’yi gözden çıkarıyor. İsmali ara sıra kız kardeşine uğrar. Kardeşini bağrına basar. Sevinir. O gittikten sonra İsmali’nin köydeki yerlerine sahip çıktığını hatırlar. Huriye, “Bir ayağın çukurda, hala arsa kavgası mı yapıyorsun?” der. Arkasında beddua eder. Arkasında beddua eder İsmali’nin. Sorun değil. Oğlun Cafer, amcası İsmali’ye Allah’tan uzun ömürler diler. Belki de öyle olmadı. Olması gereken neyse o olacak.

Kardeşin hala burada mı? Huri Beyim’in ne yaptığını sorar mısın? Çocukları ne yapıyor?

Huri Beyim’in kulağına bir sesler geliyor. “Meşhedi Ali, o gürültü nedir. Traktörü kapat.” Çalışmadığını söylüyorum. Kafasının arkasında yumurta gibi bir şişlik var.

Muhammed, kafasındakinin yumurta olduğunu söylüyor kendi kendine. Hakime fala yumurtasının hikayesini biliyor.

Ellerin nasıl? Dua yazıp deliklere dua yerleştirdiğin ellerine ne oldu?

Çocuklar da iyiler. Her biri bir tarafa dağıldı. Bizi umursayan yok. Her birine birer ev aldık, çeyiz verdik, gittiler. Şimdi… onlar iyi olsunlar, bu bize yeter. Sadece Hamdullah yakınımızda. Eşi de iyi biridir. Sağolsun, ara sıra bize uğruyor. Geçenlerde parmağına diken batmıştı. Karı koca onu çıkaramadık. Bir iki gün bekledik o geldi çıkarttı.

Zavallı “Beytullah” da kötü bir olay yaşadı. Oğlu ile gelininin ailesi arasında kavga oldu. Ölen oldu. Hangi akıl ve mantıkla bunu yaptı bilinmiyor. Bıçağı kayınpederinin kalbine sapladı. Şimdi ya darağacından asacaklar ya da müebbet hapse mahkûm edecekler. Başınızı ağrıtmaya gerek yok. Bizim hikâyemiz de böyle. O zavallı Rahime de gitti.

Sen nasılsın?

Gözlerim artık görmüyor. Yaşlılık hali. Böbreklerim de doğru dürüst çalışmıyor. Bazen diyalize giriyorum, bin defa ölüp diriliyorum.

Evinizden ekmek kırıntıları temizlendi mi?

Bilmiyorum nasıl, nereden, kimden söz edeyim. Bu ailede kimden bahsedeyim. Kim zalim, kim mazlum bilmiyorum. Zulmeden kim, zulme uğrayan kim! Hasan’ın torunları nasıl oldu? İsmali’nin torunları nasıl? Hüseyn’in yedi kardeşi, çocukları… torunları.

Burası karma karışık. Yedinci kuşağa gelmedik mi? Ne zaman bitecek?

Muhammed bu aileden uzaklaşmak için çekip gitti. Kimlerden olduğunu bilemiyorum. Hasan, kız kardeşleri ya da İsmali torunudur Muhammed! Ancak Haydar soyundandır. Bu aileden kaçmak mümkün mü? Haydaroğlu soyadını değiştirmek istedi. Devlet değişmedi. Haydar, Ali’nin sıfatıdır. Haydar kaldı. Uzaklara çekip gitti. Dilini bilmeyenler arasına katıldı. Kentte büyümüştü, yabancı dil biliyordu. Ama onlar bunun dilini bilmiyorlardı. Buna benzer birçok insan vardı orada. Çok kolay anlaşılıyordu. Evleri barkları ekmek kırıntıları ile doluydu. Yapışıyordu ayaklarına. Sıkıntı yok. Taş yerinde ağırdır. 

Muhammed annenin adı nedir? Sura mı? Sara mı? Masume mi? Filanca beyim mi? Filanca hatun mu? Kendi köyünüzde yoksa gurbette olan Tebriz’de mi? Herhangisi olursa olsun yanına çağıracak. Köye gidemezsin. Gel Tebriz’de kal. Aileden kaçan birisi için fark eder mi uzakta veya yakında olmak. Annen senin için kız beğendi. Korkma bu aileden değil. Annen bu aileye gelin gitti, bir daha onlara yakın durmaz. Nereli? Adı ne? Ekmek kırıntılı olan aileden mi yoksa fırtınalı aileden mi? Ya başka?

Ne fark eder? Herkesin bir ailesi var. Sen burada kalmayacaksın. Eğitim gördün. İstihdam için kurumlara başvur. Seni kabul eden şirket olursa oraya git. 

Başka şehirde yaşa. Çocukların olsun. Çalış eğitimleri ve terbiyeleri düzgün olsun. Kendi terbiyen iyi mi? Boş ver! Kızın olacak. Okula gidecek, Tebriz üniversitesini kazanacak. Tebrizli biri ile sevişecek. Evlenecekler. Kızın ile evlenecek çocuğun ailesi kimdir acaba? Çocuklarına ekmek kırıntılarından uzak durmalarını söyledin mi? Evet. Ama sevmek başka bir şeydir. Belki de fırtınadan dolayı gözlerini kapatmışsın.

İnsanlara seslenmekten yoruldum. Huzur arıyorum, kurtuluş ve çıkış yolu arıyorum.

Şimdi zaman değişti. Hem annem çalışıyor, hem de babam. Önceleri sadece babalar çalışırdı ve anneler onlara yemek ve su götürürdü. Ya da evde çalışırdı. Bazen de kayınvalide ve kayınpederin altına kap getirirlerdi. Şimdi çocuklar ayrı olurlar, eğitimleri var. Ama aldıkları eğitime göre iş yok. Var mı? Olmalı! Babam iş bulamadı. Bir tane araba aldı caddelere koyuldu. Annem bir fabrikada muhasebe işleriyle uğraşıyor. Vardiyalı çalışıyor, bazen sabahları bazen de geceleri gidiyor. Sabah çalıştığında gece, gece çalıştığında ise sabaha doğru gelip uyuyor. Ne ara birbirlerini görüyorlar bilmiyorum.

Annemin, dede-baba hikâyelerini akrabalara anlatmaya gücü kalmamıştı. Birçok şeyi anneannesi anlatırdı.

Üç kızı var, ben de dördüncü…

Anne, Haydar’ın ailesinden ne haber? Haberleri bana sor! Hakime Hatun hala Cafer’in evinde. Ömrü uzun olacak. Hala eli eğri. Hala boğazına hâkim olamıyor. Eline düşeni gizlice yiyor. Hala mide ağrısı çekiyor. Yüzsüzdür. Sızlanarak Cafer ile Huriye’nin başını ağrıtıyor. 

İsmali, Huri Beyim’den daha erken öldü. Ölümü daha rahat oldu babasına göre. Ömrünün sonuna kadar diyaliz oldu. Bin defa öldü dirildi. Cafer, Allah’tan amcama uzun ömürler diledim, dedi. Ama o, zavallıyı hemen öldürdü.

Huri Beyim başındaki şişliği gidermek için yazdığı dualar işe yaramadı. Başkasına yazdırdı. Bir işe yaramayacak. Başında gürültü var. Gece-gündüz sızlıyor. Duvarlarda delik açmak için kullandığı bir kalem vardı. Duaları o deliğe sokardı. Bir gün o kalemle başındaki şişliği delecek. Ama şimdi değil. Azabı doruğa ulaşınca yapacak.

Hasan’ın kız kardeşleri! Tebriz’e gelenler. Köyde kalanlar. Başka köylere gelin gidenler. 

Cafer, Huriye’yi hala kendisine düşman olarak görüyordu. Huriye bıkmıştı. Birbirinden uzak duruyorlar. Evde bulunmuyorlar. Sevgi dediğin şey buralarda. Hiçbir şey bulamıyorum.

Bu kendiliğinden olmaz. Çocuklar sevgisiz nasıl olacaklar? Rızaları, İsmalileri, Masume’si olacak mı aralarında?

Gafar nasıl? Köyde hala yer kavgası yapmakta mıdır? Kerbela, Mekke olur mu? Allah’ı, imamı diline dolamış mı?

Sura nasıl? Tebriz’e geliyor mu? Doktor için geliyor. Cafer ve Sara’ya uğrar. Her defa geldiği için pişman olur.

İsmali daima hapishanede. Mahalle halkı bıkmış durumda. Kimsesiz bir kızla evlenip. Eve fazla uğramaz. Kız ayrılacak mı? Nereye gidecek? Gidecek yeri var mı? Çocuk nasıl? Var mı?

Doktor Sara’yı ameliyat etti, kisti aldı. Kocasını oğlu ile birlikte evden kovmuşlardı. Büyük oğlu uyuşturucu bağımlısıdır. O nerelerdedir? Küçük oğlu ameledir. Sabah gidiyor akşam geliyor. Gece gidiyor sabah gelip yatıyor…

Cafer oğlu İsmali’nin yavruları. Hamdullah… Beytullah… Kızları!

Hüseyin’in kız kardeşinin çocukları!

Bu kardeşlerin torunları! 

Her biri bir tarafa dağıldı. Ayaklarının altında ekmek kırıntıları! Anne-babalarının yaşadığı gibi yaşıyorlar köyde, şehirde. Ara sıra birileri gidip yer kavgası ediyor. Ara sıra biri düşmanlık yapıyor. Bazen biri hizmet ediyor. Bazen biri krallık yapıyor. Bazen biri fırtına koparıyor. 

Bu insanlar! O adamın yedinci kuşağı mı? Burası karma karışık, ekmek kırıntıları dağılmış evlerine. Süpürmekle temizlenmiyor. İnsanlar… insanlara ne oldu?

Kurtuluş

Kim moda haline getirdi kendini öldürmeyi?

Hangisi bilmiyorum? Torunlardan biri mi? Biri mi yoksa birkaçı mı? Bilmiyorum. Bilek damarını mı kesti, bilmiyorum. Kendini mi astı, bilmiyorum. Kendini yakan, kendini asan! Gazda boğulan! Suda boğulan! Kim bunlar? Babaları ve dedeleri kaçıyorlar mı bu soydan? Ya kendileri? Sen nasıl anne? Ya senin kuzenlerin?

Ölümden kurtuluş olur diye düşündüm. Olmadı. İnsan sadece kendisi değil ki ölünce her şey bitsin. Sen nasılsın anne? Kocanı görüyor musun? Babanın ve dedenin yaşadığı hikâyeleri niçin dinliyordun? Sevgi dediğin şey nedir?

Kendiliğinden olmaz! Siz birbirinizi, evi görmüyorsunuz. Çocuklar nasıl olacak? Kızlar, anne babaları terbiyesi ile büyür. Gelecekte iyi olacağını mı düşünüyorsunuz? Ama ne zaman olacağını düşünmüyorsunuz.

Yeni bir çocuğunuz olsun istiyorsunuz? Erkek mı olsun? Doktor, kız olacağını söyledi. Kızınız olsun istemiyorsun. Eşin bir söz demiyor. Başını aşağı eğmiş. Ne düşünüyor? Kız çocuğunun masrafı fazla olur. Üç tane kızın var, bir de erkek çocuk istiyorsunuz. Ya kız olursa istemeyecek misiniz? Başından beri erkek çocuğu sever miydin? Baban ayrımcılık yapmamış mıydı?

Ninen dua ederken, “Allah, erkek çocuklarını korusun?” demez miydi? Asla kızlarını söylemedi. Neden anne?

Bazen aldırmayı düşünüyor. Ya ilaç, ya da ağır bir eşya götürmekle. Sonografi bazen yanılabilir.

Bilmiyorum nasıl? Bilmiyorum nereden? Ben! O adamın yedinci kuşağıyım. Şimdisi ve bundan sonrası karma karışık. Ekmek kırıntısı gittikçe yayılır, dağılır, serpilir her tarafa. Temizlenmeyecek! Ölmek kurtarmadı, kendini öldürmek kurtarmadı, ölümden kurtuluş olmadı! Nasıl yaratıldın?

Bilmiyorum nasıl? Bilmiyorum nereden? Ben! O adamın yedinci kuşağı olmayacağım… Olursam! Adım Kızkayıt! Kızbesti! olacak. 

Gece vardiyasında fabrikaya nasıl gidiyorsun anne? Servis var mı? Geç kalınca tek başına gittiğin oldu mu? Fabrika şehir dışında mı yoksa sanayi sitesinde mi? Yolları nasıl? Aydınlık mı yoksa karanlık mı?

Sokakları nasıl, iç içe mi? Sessiz bir yerde mi? Karanlıkta Alkarısı’nı görünce tanır mısın? Gözüne görünür mü? Karanlıkta gölge gibi dolaşır. Memeleri omuzunda. Ortalık karışınca gelecek. Gece karanlıkta veya sabahleyin gelecek. Şehirde, çölde, cadde kenarlarında! Korkacaksın. Alnından ter akmaya başlayacak. Kaçmak isteyeceksin. Yerinde donup kalacaksın. Dilin tutulacak, bağıracaksın. Bağırtını duyacaklar mı? Sesini duyunca koşup gelen olacak mı? Serin rüzgâr esecek. Alkarısı ansızın çıkacak karşına. El atıp içini yüzecek. Geçen defa olduğu gibi yine kalbin ağrıyacak. “Çocuk kalacaksan kal yoksa öl kurtul. Yalnız çabuk ol. Canımı bırak, diyeceksin. Bağıracaksın. Çocuğu almaya çalışacaksın. Bayılacaksın. Çığlık atacaksın. Sesin şimşek gibi çakacak. Havayı söke söke ilerleyecek. Duvarlara değecek. Makinelerin sesinde, arabaların kornasında ve havanın dumanında boğulacak. Etrafta ne kadar kedi ve serçe varsa hepsi kaçıp gidecek.

Bu durum böyle de olmaz. Nasıl olmalı? Makineler susmalı mı? Ya daha yüksek sesle bağırtı kopmalı mı? Duman şehre sinmeli mi? Ya da arabaların kornası yüksek mi olmalı? Duvarlar çatlamalı mı? Sular kurumalı mı? Yer titremeli mi? İnsanlar?... İnsanlar! Ne olacak insanlar?

Alkarısı çocuğu alacak kucağına. Yüzüne bakacak. Yüzünde o huzuru görecek. Bağrına basıp götürecek.

Biliyorum! Bilmiyor muyum? Gün ağaranda bulacaklar seni. Bacaklarının arasında su ve kan olacak! Serin rüzgâr yüzündeki örtüyü ve saçlarını dalgalandıracak. Doktora götürecekler. Kendine geldiğinde bakacaksın, elini karnına süreceksin. Çocuğun kalp atışlarını dinlemiş miydin cihazdan? Cihazı hareket ettirince ne düşünüyordun? Çocuğun kolunu, bacağını hissettin mi? Şimdi nasıl? Çocuk yok. Gözlerin dolu… Beynin dolu… Haydar ailesinin başına gelenler!

Duvarlar çatlak! Kuşlar uçuşur! Kornalar, fabrikalar gürültü koparır. Sular azaldı. Hava dumanlı! Yer titriyor! İnsanlar!... İnsanlar!

 

[1] Lohusalara musallat olarak onları boğduğuna inanılan görüntü, çarşamba karısı. Azerbaycan’da ve İran’da al arvadı  adlanır. (çevirmen notu)

[2] Fala: Tavuk kümesinde tutulan son yumurta. Tavukların daha çok yumurtlaması için bırakılır.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 145. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 145. Sayı