HaftanınÇok Okunanları
FEYZA TUĞÇE FIRAT 1
SEYFETTİN ALTAYLI 2
Uğur Altundaş 3
KEMAL BOZOK 4
Emrah Yılmaz 5
HUDAYBERDİ HALLI 6
Gülzura Cumakunova 7
“Genellikle dış görünüş olarak sevimsiz kişileriz.” diye yazdığı kâğıdı ileri dürtüp eşine baktı.
-Kaderimiz böyle. Yazdıklarım benden daha itibarlı şeyler. Ben eve gelen misafirler ile veya seninle konuşurken nedense düşüncelerim başka yerlere kayıyor.
O, kendini akıllı biri olarak görmüyordu. Fakat insanın akıldan ibaret olduğunu düşünüyordu. Az çok edindiği hayat tecrübesi onu böyle bir sonuç çıkarmaya mecbur etmişti. Şair olarak azimle durmadan çalışmaya ve kendini geliştirmeye gücü olsa da günlük hayatın ufak tefek işlerinde pek başarılı değildi.
Eşi onun bu tür sözlerine çok alışkındı. Bu sebeple şimdi söylediklerini pek dinlemiyor, kendi işiyle meşgul oluyordu. Kâğıt ve kitaplardan bıkmıştı.
-Ben hayatta ne kadar tecrübe kazansam o kadar akıllı olacağıma inanıyorum, diyerek şair eşine anlatmaya başladı. Tamam, yazdıklarım basılmasa da sorun değil. Ben halkın hayatını yazıya dökmekten yılmayacağım...
Kocasının moralini yükseltmek istese gerek, eşi işine devam ederken söze karıştı.
-Dergilerde övgüler düzüyorlar ya, para bile gönderdiler. Bazen, akıl danışmaya insanlar da gelir.
Şair alaycı bir şekilde güldü ve kâğıdı kendine çekti. Kalemini masaya koyup şöyle dedi:
-Para benim amacım değil. Övgülerden de hoşlanmıyorum. Telif ücreti ise emeğin karşılığıdır zaten. Hiçbir telif ücretinin ödenmediği zamanlar da oldu. O zamanlarda da şairler hayatlarına devam edip hayat ve toplumla ilgili fikirlerini söylediler, halkı iyiliğe çağırdılar. Halkın yaşadığı hayatın gönüllerde yer etmesini sağlamak maddiyattan daha fazla mutluluk verir.
Şairin eşi çocuğuna gömlek dikiyordu. Kocasının budala, fakat gerçekçi sözlerine üzüldü. “Bizim zamanın şairleri büyük şehirlerde yaşamalı. Onların her birinin beş altı odalı evleri, radyoları, televizyonları, kendilerine ait telefonları var. Onlar parlak karakterler, enteresan sözler bulup yazan kişiler olmalı.” diye düşünüyordu eşi. Tüm bu varlıklara şair kocasının sahip olması mümkün değil. Fakat bazen kocasının yazdıklarını okuduğunda ona daha iyi davranmak istiyordu. Böyle olsa da kocasının yüzünü, davranışlarını görünce bu düşüncesini unutuyordu. Bazen çocuğunu başka yerlere götürüp kitaplardan ve kağıtlardan biraz uzak tutmak istiyordu.
Şimdi de kocasının derin düşüncelere daldığını fark edip kitap ve kağıtlardan en azından bir saatliğine onu uzaklaştırmak istedi.
-Çocuğu alır mısın, dedi eşi diktiği gömleği katlayıp. Küçük bir yeri kaldı, onu da makinede yapıp geleyim.
On aylık çocuğu emekleyerek gelip babasına “Benim babam sen misin?” dercesine baktı.
-Bir şeyler yazıyordum. Çocukla birlikte git. Burada kalsa bana rahat vermez.
-Hemen gelirim. Biraz çocuğa baksan ne olacak, dedi ve çıkıp gitti.
“Yaptığım işin önemini birlikte yaşadığım karıma bile anlatamıyorum, yazdıklarımdan insanlar nasıl faydalansın.” diyerek sessizce kâğıt ve kalemini topladı, bir eline bastonunu alıp evin içinde volta atmaya başladı. Onu kitap ve kağıtlardan uzaklaştırsa da düşüncelerinden uzaklaştıramayacağını eşi anlamıyordu.
Şair evin içinde epey dolandı. Çocuğu ise babasının omzuna başını koyup uykuya daldı. Şair bunu hissetmemişti. Yazdığı konuyu düşünüyordu; milletvekili seçilen inek sağıcısı kadın hakkında yazıyordu.
Oraya buraya yürüyerek düşünmek onu rahatlatmış ve sakinleştirmişti. Her şeyden memnundu. Gittikçe bir çocuk gibi kalbi sevgiyle doluyor, hoşnutsuzluk yaratan tüm şeyleri unutarak tekrarı olmayacak anları mutlulukla geçiriyordu. Sonunda oturdu ve kendisine masa yaptığı sarı valizini bir eliyle kendine çekti. Valizin yavaşça hareket etmesi içinde tıpkı başına bir talih kuşu konmuş da onu kaçırmak istemiyormuş gibi bir his uyandırdı. Sonra kalemi eline alıp yazmaya başladı…
* * *
Geri dönen eşini fark etmeden yazıyordu. Kucağında uyuyan çocuğunu sol eliyle tutuyor, sağ eliyle de yazıyordu. Yazdıkça çocuğunun başı hafif titriyordu. Bunu gören eşi çaresizlikten kahkaha attı.
-Uykuya dalmış çocuğu yatağına yatırmayı da mı bilmiyorsun?
Bu sırada şair yazdığı şiirine son noktayı koymaya da yetişmişti. İçinden sevinip başını kaldıran şair kucağındaki çocuğuna baktı.
-Oo, evlat, uyumuşsun ya! Al annesi sen bunu yatır, dedi şair eşine sevinçle bakıp. Ben şimdi sana yardım olsun diye gidip biraz odun keseyim.
Bastonunu arayan şairin yüzü suçsuz yere sıkıntı çekip sonunda aklanan bir kişi gibi görünüyordu. Eşi ağlayıp yana döndü.
“Nasıl bir insan olduğunu anlayabilsem kör olayım!”
Şair baltayı eline alıp odun kesmeye başladı. Kestiği odunları bir araya getirip toplamaya hazır hale getirdi.
-Gidip biraz dolaşıp geleyim. Bugün tatil günüm. Dünyada neler olup bittiğini öğreneyim, diyerek eşinden izin istedi.
Şair yeni atkısını acele etmeden boynuna doladı, yepyeni paltosunu dikkatle giyip sokağa mutlulukla çıktı.
Yaşı kırkı geçtiği için sovhozun işçi gençleri ona ağabey diyordu. Onun sadece gerçekleri söyleyen ağzından boş söz duyulmazdı. Ağzım var diye aklına gelen her şeyi söyleyenlerden hiç hoşlanmazdı. Kültür evine gelip öğrencilerin ilgisini çekerek onlara en güzel kitapları tanıtırdı. İşte bu tür davranışlarıyla halk arasında itibarı yüksekti.
Şair sokaklarda bir saat keyifli keyifli gezindi. Karşılaştığı köylü hemşehrileriyle selamlaşıp sohbet etti. Makinist Cakıp ile karşılaştığında onunla daha uzun sohbet etti, onunla yürüdü.
-Neden traktörcülere şiir yazdınız? diye sordu Cakıp söz arasında. Çocuklar ezberlemişler, okuyup gülüyorlar.
-Öylesine, dedi şair çok önemsemeden. Torna atölyesine girdiğimde çocuklar traktörlerini tamir ediyorlarmış. Motor canlı bir şey gibi hareket ediyordu, ben de bir şiir yazıverdim. Bu bir hatıra gibi, şiir değil aslında…
-Yani, ilginç bir şair olmak kolay olmasa gerek, dedi Cakıp iyi niyetle. Belki şairlere içinden ilgi gösterenler çıkar.
Şair bıyık altından güldü. Sonra durup Cakıp’a şöyle cevap verdi:
-Bugüne kadar dünyada, farklı şekilde söylemek gerekirse, farklı farklı toplumlarda yaşayan şairlerin çoğunluğu, bizim halkın şairleri gibi sıradan insanlar hakkında bu kadar şiir yazmamıştır. Bizim zamanımızda şair insanın iç dünyasını heyecanlandıran, mücadeleye çağıran propagandacıdır. Ben Mayakovskiy’in kitabını yastığımın altında, kendime en yakın yere koyuyorum, dedi ve en önemli sözünü söylemişçesine tekrar yavaş adımlarla yürüdü. Hayat dediğiniz şey bir okyanus. Şair onu inceler, yenilikler bulursa halkın sevdiği dil ile dile getirir. Böyle çalışırsa, şair olamasa da ona benzer. Kendimi anlatacak olursam… Şiirlerimi halk severse okur…
Bundan sonra şairin motor hakkında yazdığı şiiri yavaş yürüyüp söylemeye başladı.
Üstünde kapağı
Üfleyip tütüyor
Ortasında pistonları
Sağa soğa bıngıl bıngıl dönüyor,
… sonu nasıldı şiirin?
-Her tarafında volanlar, kaba saba dönüyor, diyerek şair ekleme yaptı.
-Daha devamı vardı sanki…
Fakat şair bu sohbeti daha fazla uzatmak istemedi. Başka bir konu açtı.
-Bu arada Cakıp ablan Dildeke neler yapıyor?
Cakıp’ın ablası Dildeke dördüncü defa evlenmeye hazırlanıyordu. Güzelliğine güvendiğinden geleceğini pek de umursamıyordu. “Aile benim güzelliğimin kıymetini bilmeli. Özellikle de kocam!” diye düşünüyordu. Şu inek sağıcısı kadın, pancar toplayan şişkin yanaklı kadınlar da ailesi için önemlidir! Onun düşüncesi ise evlendikten sonra hayatı önemsememek. Kadın kıymetinin sadece güzellikte olmadığını anlamıyordu. Şair onun hayatı nasıl anlaması gerektiğiyle ilgili sözler sarf ediyordu.
-İşte hala eskisi gibi, zavallı…
Şair Cakıp’ın gözlerine bakıp “Onun yazgısı bu. Çocukluğundan beri yazgısı bu. Peki niçin onun yazgısı böyle, bunun sırrı ne?” diye sordu.
Şair her şeyi hatta yanındaki Cakıp’ı da unutup Dildeke’nin yazgısını düşünmeye başladı. “Mutluluk ile kibir, yetenek ile kibir, güzellik ile kibir, başka güzel şeyler ile kibir, bu ateş ve su değil mi? İnsanları kandırabilirsin, fakat hayatı kandıramazsın. İnsan affedebilir, fakat hayat affetmez! İşte bunları bülbüller şakıdı. İnsan kalbine girip filizlenerek meyve verecek düşüncelerin tohumlarını ekti. Böyle olsa da… bunu düşünenler az…”
O bu düşüncelerle Cakıp ile vedalaşmadan eve doğru yürüdü. Yaklaşık bir saat önce neşeli bir şekilde sokağa çıkan kocasının hüzünlü ve düşünceli bir şekilde gelmesine eşi üzüldü. Şair eşinin sonsuz sevgisini fark etmemişti. Sarı valizini çekip defterini aldı ve kalemini eline aldı. Kimseyle konuşmadan yazmaya başladı.
“Yazgı seni tatlı yaratmış
Nazar değsin diye gevher suyundan tattırmış.”
İki satır yazdıktan sonra nedendir bilinmez durdu. Yazdığından gözünü ayırmadan ucuz sigarası “Agonyok”ı ağzına alıp kibrit aramaya koyuldu. Sigarasını yakıp biraz düşündü ve tekrar yazmaya koyuldu.
Şairin karnı açtı. Fakat bunu umursamıyordu. Üç saat boyunca şiiriyle uğraştı. Uzun süre oturdu, sonunda şiirini bitirecek oldu. Bu sırada akşam olmuştu.
Adeti üzere şiiri bitirdikten sonra düzeltmek için sıraya koyuyordu. Yazdığı şiiri daha önce yazdığı “Saançı Deputat” (Sağıcı Milletvekili) adlı şiirinin yanına koydu ve üstündeki ağır bir yükten kurtulmuşçasına başını kaldırdı. Mutluluğu ve mutsuzluğunun yazdığı şiirlere bağlı olduğunu hissediyordu. Doğa ona böylesi güzel bir duygu bahşetmişti.
-Galiba, bana çay vermeyi unuttun hanım, dedi şair eşine gülümseyerek bakıp.
Şairin bu hallerine alışkın olan eşi çayı çoktan hazır etmişti.
-Bugün boşa geçti diyemem, dedi şair. İçinde seviniyor, hiç kimsenin bilmediği bir zenginliğe sahipmiş gibi oturuyordu.
-Hadi çayını soğutma. Kağıtsız bir gün de boşa geçmiş sayılmaz.
“Sen hiçbir şeyden anlamıyorsun!” der gibi şair eşine gülümseyerek baktı.
O günkü şiirinde şair şunları yazmıştı:
“Kadim bir zamanda yazgı âlemde olmayan bir güzel yaratmış. Bu güzelin tüm uzuvlarını dünyadaki en güzel şeylerden oluşturmuş. Böylece o güzeller güzeli olmuş. Fakat, yazgı bir yerde hata yapmış. Çünkü, yazgı güzelin hayat ağacı olan yüce kalbini önceden yaratmamış, sadece dış güzelliğine önem verdiğinden tüm ustalığını dış güzelliğine hasretmiş. Yazgı, yüce kalbi ikinci sırada yaratıp onu yerine yerleştireceği sırada güzelin eline yüzüne bakarken gönlü güzele kaymış. Kendi maşukunu kimler kötülüğün kucağına atar? Kalbi yerleştirmek için maşukunun göğsünü yarmaya eli varmamış yazgının. Böylece yazgı güzeli kalpsiz bırakmış. Kalbine değil, güzelliğine bakmak sözü de işte buradan kalmış!”