Köyün Kenarındaki Ev


 01 Mayıs 2024


Önceden insanlar ona Esmer Sultan diyordu. Şimdi ise lakabı Ahmak Sultan idi. O ise kendine Yiğit Sultan diyordu. Lakabını duyduğu gün çok üzüldü ve ağlamaklı oldu. Zamanla düşünüp fikrini değiştirdi. Çünkü ahmak demelerinde bir sebep vardı. “İnsanların dediği doğru. Ağızları torba değil ki büzeyim. Olsun.” diye düşündü.

Yerkebulan ile kavga etti ve sonucunda kendisi yenilgiye uğradı. O, Yerkebulan, terfi etti ve kolhoz müdürünün sığır yetiştiriciliği bölümünde yardımcısı oldu. Gittikçe zenginleşiyordu. Sultan ise gerileyip sucu olup çıktı. Biraz yükseliyormuş gibi oldu ve köydeki bir dükkânda satıcılık yaptı. İki ay ya çalıştı ya çalışmadı işten ayrıldı. Şimdi ise tek uğraşı suculuk idi, pancar suluyordu. Gecesi gündüzü yoktu. Oldukça zahmetliydi.

Keşke insanların seveceği şekilde davranışları olsaydı. Bunu kendi de istiyordu. İlkbaharda “Sultan içkiden öldü.” deyip insanları telaşlandırdı ama sonunda kendi rezil oldu. Başka köyde yaşayan Kazakların onun ölüp dirildiği gün hakkında, “Hey, lanet kadın, çantam nerede?” diyerek kendi aralarında dalga geçiyordu.

Yaşlı babası Duvlat, “Sünepesin!” deyip sinirlenmiş ve yanına bir yardımcı çocuk alıp kolhozun koyunlarına bakmak için ayrılmıştı. Yalnız babasına destek olmadığı ortadaydı. Bundan daha büyük ayıp var mıydı! Köközek köyünde üç yüzden fazla aile vardı. Onların hemen hemen hepsi, sadece biri hariç, çatısı olan güzel evler yapmıştı. Alçak, eski evde oturan sadece ama sadece Sultan’dı. Bolluk bereket olduğunda zaman ayırıp düzgün bir ev inşa etmemesi ahmaklık değil de neydi!

Sultan, bunların hepsini düşünüp çok üzüldü. Kendine çok üzüldü.

Gökyüzü, bütün bir buluttu. Sultan, ıssız bir yerde olan su kanalının başında, barajın soğuk betonunun üzerinde yapayalnız oturuyordu. Açgözlü bir sivrisinek vızıldayarak vücudunun açık yerlerini ısırmaya çalışıyordu. Bir insan bu durumda neşeli olur muydu? Bir insan böyle bir durumda süklüm püklüm görünürdü. Gün batmadan hemen önce dokuzuncu sınıfı bitirmiş olan yardımcısı Batırhan denilen delikanlı gelmişti. İkisi köyden yaklaşık olarak on kilometre uzaktaki demiryolunun aşağısında yer alan Ögizölgen denilen çukur yerdeki otuz hektarlık pancarı sulamak için gelmişti. Ancak lanet olasıca kanaldan su taşıyan demir kapıyı kaldıran vida taşlaşıp katılaşmıştı. İki adam ile yapılacak iş değildi. Beş altı delikanlının suya girip alttan kaldırması, iki üç delikanlının da üstteki vidayı çevirmesi gerekiyordu. “Bunu kolhoz yöneticisine söyle, adam göndersin.” dedi Sultan ve Batırhan’ı doru ata bindirip köye gönderdi. Saat on bir olmuştu ama Batırhan’dan hâlâ haber yoktu.

Daha demin yanan sayısız köy ışığı gittikçe azalıyor, sönüyordu. İnsanlar yatmaya giderken kim gelecekti ki? Kolhoz yöneticisi köydeyse iyiydi ama ya yoksa? Batırhan’a kim inanacaktı ki… “Sultan’a yardım edelim.” deyip çaba sarf edecek biri var mıydı? “Bir saat daha bekleyeyim, hiç olmazsa Batırhan’ın kendi gelir.” diye düşündü Sultan.

Gece esintisizdi ve bunaltıcıydı. Kahrolası sivrisinek de ısırmaya çalışıyordu. Sultan’ın ağzı yüzü, bilekleri şişmiş olmalıydı.

“Şişme bu arada.” diyerek fısıldadı Sultan. Bir anda sıkıntıya dayanamayıp ağlamaklı oldu. Şimdilerde derdi kardeşiydi. Yüzü gözü şişmişti. Eli ayağı kocaman olmuştu. Kardeşi yirmi yaşına kadar evlenmemişti. Yalvarıp yakararak demiryolunda çalışan bir delikanlıyla evlenmiş, hiç duraksamamıştı. Ancak daha bir yıl bile olmadan eve dönmüştü. İki aydan beri evdeydi. Ayıp değil de neydi bu? Kaderi ne olacaktı... Göze batıyor olması da ayrı bir dertti.

Köy tarafından farları yanan bir araba geldi. “Yönetici köydeymiş. Yardım göndermiş ya!” dedi. Sultan sevinmişti. Bu yöneticinin Sultan’a verdiği önemi gösteriyordu. İnsan demiş, değerli demiş önem verip yardım göndermişti. Değer vermekti bu. “Hey, bizim yeni yönetici iyi birisi. Çalışkan birisi. Dalkavuklar yoldan çıkarmazsa iyi olacak.” diye düşündü Sultan.

Araba pancarların kenarından gelerek su kanalının başında durdu. Bu Abuv’nun otobüsüydü. İkinci ekibe kayıtlı arabaydı.

Otobüsle sadece dört delikanlı gelmişti: Bolıs, Akbar, Tanabay ve şoför Abuv.

Onları çağırmaya giden Batırhan ise gelmemişti. Evlerine misafir gelmiş, babası göndermemişti. Şakacı Bolıs, Sultan’la dalga geçip alay etti.

“İnsanlar sana Ahmak Sultan diyorlar ama beni kessen de buna inanmam. Sen değerli birisin. Yönetici, eşlerimizin sıcak koynundan çıkartıp ‘Sultan’a yardıma gidiyorsun!’ diye gönderdi ya! Ne büyük bir güç!” dedi.

Dik başlı, gözleri dönmüş şekilde nefretle bakan Akbar sinirliydi. Yöneticiden korktuğu için gelmiş olmalıydı.

“Gücü olan gücünü kullanıp her şeyi yaptırır. İşte şimdi sana biat ediyoruz, ne emrediyorsun güç sahibi?” dedi.

Sultan, arabanın ışığında sırıtarak güldü. Her ne derlerse desinler, yardım etseler yeterdi. “Yardım için gelen delikanlılar bir şeyler içmeden mi gidecek?” deyip Batırhan’a iki şişe içki alacak kadar para vermişti.

“Batırhan size hiçbir şey demedi mi?” diye dikkatli bir şekilde sordu. Tanabay, pantolonunun cebinden iki şişe içki çıkartarak “Sormaya çalıştığın bu sanırım.” dedi.

Beş delikanlı, su kanalının kenarına oturup iki şişe içkiyi bölüşüp içti. Yüksek sesle konuşurken sarhoş olmaya başlamışlardı. Sultan’ın kendine göre hesapları vardı. Çabucak soyunup barajın dibine, suya atladı. 

Su gece serindi. Su, kısa boylu delikanlının boğazına kadar geliyordu.

Birden tir tir titreyerek dondu. O hâlde neşeli bir sesle millete seslendi.

“Of, çok güzel, su ne kadar sıcak! Sıcakmış diyorum!” dedi. Düşündüğü şey delikanlıların ilgisini çekip suya girmeleri ve barajı çabucak boşaltıp işini halletmekti.

Açıkgöz, uyanık delikanlılar onun bu kurnazlığını anlamıştı.

“Lanet olsun, uyanıklık yapacağım derken canın çıkacak!” dedi Bolıs ve güldü.

“İnanmıyorsanız işte!” dedi Sultan ve suya dalıp dalıp çıktı. Sultan’ın “Yardım etmeden gidecekler mi?” düşüncesiyle keyfinin kaçması delikanlıları da etkilemişti, vazgeçiyorlardı. Su soğuktu. Gece yarısıydı. İçecekleri içkiyi içmişlerdi. Sultan’ın onlara verecek bir şeyi de kalmamıştı. O da vazgeçip işi bırakıp delikanlılarla otursa yönetici azarlar da azarlardı.

Tanabay, “Hey, delikanlılar, buraya bilerek geldik, yardım edelim.” deyip soyunup suya atlamasa diğerleri gidecek gibiydi. Diğerleri de mecburen soyundu. Demir seti kaldırmak o kadar da zor değildi. On ya da on beş dakikada işleri bitmişti.

“Seninle içki içmiş olduk!” deyip gitti delikanlılar. Tanabay, Sultan’ın yanında kaldı. 

“Tamamen kuruduğumda size yardım ederim.” deyip gülümsedi Tanabay. Sultan’ın Tanabay’a içi ısınıverdi. “Bu delikanlı, adam olacak bir delikanlı.” diye düşündü. Su boldu. İkisi güneş doğana kadar Ögizölgen’in tamamını suladı. 

Sultan’ın evi eski püsküydü. Bütün yastık yorganı “bölskay”  yatağının üstüne yığılmıştı. Zemine keçe döşenmişti. Keçe üzerinde de kırk yamalı kilim vardı. İkisi sofra kurup çay içti. Sultan’ın eşi ve kardeşi pancar toplamaya gitmişti. Dört kızı da bahçedeydi. Sultan’ın kendisi çay demledi. Kendisi çay doldurdu. Tanabay, hoş sohbetti. Başı bir tarafa eğik şekilde bıkmadan usanmadan hikâye anlatırken dinleyenin ağzı açık kalıyordu. Sultan da dikkatle dinliyordu. Delikanlı kendi hayatı ile ilgili özelini paylaştı. Yetim olduğunu anlattı. Akraba, yakın olmadan yaşamanın ne kadar zor olduğunu anlattı. Rusya’da büyümüştü. Tanabay adını kendine kendi koymuştu. Pasaporttaki adı ise Anatoliy görünüyormuş, onu anlattı. Neredeyse anadilini unutuyormuş. Kazakistan’a kendini Kazak hissetmek için gelmişti, onu anlattı. İlkbaharda yaşlı Tanabay’a iki gün yardımcı olduğunu ancak koyun bakamadığını gördükten sonra köye dönüp sinema makinisti olduğunu anlattı. Sultan’ın içi Tanabay’a daha da ısındı. “Hemen geliyorum.” deyip dışarı çıkıp üç şişe içki getirdi. Aklındaki şey sevdiği delikanlıyı “güzelce” ağırlamaktı. “İçsin, böyle adamdan neyimi saklayacağım.” diye düşündü.

“Turar’ın bir bakkalı olması benim için çok iyi oldu.” diyerek dışarıdan içeri girdi Sultan. “Az önce sözünü ettiğin Tanabay’ın çocuğunu diyorum! Şu, bizim komşumuz olan büyük evi gördün mü? O ev onun. Gece gündüz fark etmeksizin gidip içki alıp geliyorum.” dedi.

İkisi ilk şişesini içip bir şişe daha açarken aniden iki delikanlı ortaya çıktı. Biri gözleri dönmüş şekilde nefretle bakan Akbar, diğeri ise Yerkebulan idi.

“Müjdemizi istemeye geldik!” dedi gülerek kapı önünde duran Yerkebulan. Eski püskü evin içine göz ucuyla şöyle bir baktı. “Bu eve gelmek Sultan’a yaptığım bir iyilik.” der gibiydi. Şımarık şımarık konuşuyordu.

“Haydi delikanlılar oturun, başköşeye geçin. Geldiğiniz ne kadar iyi oldu, ne kadar!” derken Sultan sağa sola koşturuyordu. Bundan hemen önce kolhoz yöneticisi ilçeye giderken yolunun üstü olan Ögizölgen’e uğramış ve Sultan’ın gece yaptığı işi görüp çok memnun olmuştu. Pancarların tamamı bol su ile sulanmıştı. Bu yüzden Sultan’ı övmüştü. Kendisi de oradan ilçeye gitmişti. Akbar ile Yerkebulan da köye dönmüştü. Gelme sebepleri buydu, müjde vermek için.

“Haydi, hediyemi getir!” deyip gülümsedi Yerkebulan.

“Hepsi olacak, hediye de olacak, hepsi olacak. Haydi, çay alın, içki alın! Kaynananız seviyormuş, kahvaltıya denk geldiniz.” deyip yavaşça hareket ederek deminki gibi neşelendi Sultan.

Yerkebulan ile Akbar, Sultan’ı tebrik etmek için gelmiş olsa da kendilerinin ondan daha üstün olduğunu bir an bile unutmadılar. Hatta “Ahmak ile denk mi olduk?” deyip korkarmış gibiydiler de. Bu yüzden Sultan’ın ahmaklığını anlatıp yüzüne vurdular.

“Seni büyütenler zavallıydı. Yoksa sen de adam olurdun. Hâlâ büyüyorsan adam olabilirsin!” deyip birbirine bakarak yüksek sesle güldüler. Sultan da dişlerini göstererek güldü. Başka ne yapacaktı ki, kendi evindeydi. Misafir ne derse desin ona katlanmak şarttı.

“Hey, Sultan Ağabey nasıl ölüp dirildiğini anlatsana. O dünyada ne gördün?” dedi o ikisi. Dediler ve birbirlerinde bakıp kendinden geçercesine gülüştüler. Sultan da yerli yersiz gülümsedi.

“Hey, Sultan ağabey! O günden sonra dilekçe yazmayı bırakmışsınız, doğru mu?” dediler.

“Sizin sülaleniz Betpakdala’da yaşıyor. Siz burada ne yapıyorsunuz?” dediler.

“Aman Tanrım, bu da Er Tarğın  gibi! Er Tarğın da sülalesinin yanına duramayıp Kazak halkını korumamış mıydı?” dediler.

“O zaman bizim koruyucumuz da Sultan Ağabey! Sıradan Sultan değil, Cesur Sultan!” dediler.

“Sultan Ağabey, kardeşin nerede, kardeşin?” dediler.

“Kardeşini besiye çekip şişmanlatıyor musun? Ne zaman satacaksın onu?” dediler.

“Sultan Ağabey önce kardeşini, daha sonra dört kızını satıp zenginleşecek!” dediler.

“O zaman bizim gibi zavallı fakirleri unutup gitme! Destek ol! Yardım eli uzat!” dediler.

“Bakıcılık mı yapacak? Unutup gidecek. Küçük görecek!” dediler. Dediler ama ikisi birden kıkır kıkır güldü. Sultan yine yerli yersiz güldü. Ne desin?

“Hey, ikiniz birbirinizi bulmuşsunuz ya!” dediler.

“Vay desene köydeki en zengin adam o! Sultan tamamen zengin olana kadar destek olman doğru!” dediler.

Tanabay, kültür sarayının bir odasında tek başına kalıyordu. “En zengin adam.” dedikleri oydu. Tanabay da o ikisi geldiğinden beri konuşmamış, kendini rahatsız hissetmişti. O da Sultan gibi yerli yersiz gülüyordu.

O ikisi, Yerkebulan ve Akbar, geceye kadar oturdu. Konuştukları da az önceki şeylerdi. Üç şişe içkiyi bitirip güle güle gittiler.

Tam gidecekken Yerkebulan, “İkinizin birbirini bulması çok iyi oldu!” deyip bir kez daha dalga geçti.

Yerkebulan ve Akbar’ın gitmesiyle birlikte Tanabay huzursuz olup yerinde oturamadı. Oturduğu yerinden kalkıp pencere kenarına gitti. Tekrar oturdu. Tekrar kalktı. Bir süre ayakta durdu, daha sonra dışarı çıktı. Az önceki ikilinin tavrı, özellikle Yerkebulan’ın son sözü yavaş yavaş delikanlının onuruna dokundu, duramadı. Öfkelenip kapı önünde sinirle yürüdü. Sultan’a hiçbir şey söylemedi. İçinde tuttu. “Onlar tam vaktinde kalkıp gittiler yoksa kanlı bir kavga çıkacaktı.” diye düşündü. “Neyse, ahmakların kendisi ne ki sözü ne olsun? Takılıp ağzımın kadını kaçırmayayım.” deyip kendi kendini sakinleştirmeyi denedi. Olmadı. İçine dokunmuştu. Öfkelendi, fırça attı. O an Tanabay kötü, Yerkebulan ve Akbar iyi olmuştu. Kendi kendine “O Kazaklardan bahsetme sus!” deyip sallanarak yürüdü. 

Sultan, “Eve gir, uyuyup dinlenelim.” dedi ama delikanlı kabul etmedi. “Teşekkürler, gideyim.” dedi. Sultan da onunla birlikte yürüdü. Ofis tarafında işi vardı.

Kültür sarayı köyün tam merkezindeydi. Kolhoz ofisi de onun önündeydi. Ofise yaklaşınca Tanabay irkildi ve tir tir titremeye başladı. 

“Az öncekilerin çabucak gitmeleri çok iyi oldu, yoksa bir felaket olacaktı!” dedi delikanlı Sultan’a. Sultan da onlar hakkında böyle düşünüyor olmalıydı.

“Ne yaparsın… Onlar… Baş belası değil de ne?” deyip iç çekti. Delikanlı evine gitmeyip ofise gitti. “Kavgası batsın, kavgası batsın!” dedi kendi kendine. Kapı eşiğinde durup sandaletlerinin bağcıklarını sıkıca bağladı, gömleğinin kolunu kıvırdı. Kendine söz geçiremedi.

Yerkebulan ve Akbar muhasebecinin odasındaydı. Tanabay, “Ağabey, lütfen buraya gelin!” deyip çağırdı. Yerkebulan, hiç hoşlanmamış bir şekilde “Hey, ne diyorsun?” diyerek koridora çıktığında Tanabay, “Sen demin ne dedin?” dedi ve çenesinin altından bir yumruk attı. Yerkebulan bunu beklemiyordu. Önce arkasına doğru sendeledi, daha sonra tökezleyerek muhasebecinin odasına devrildi. Gözleri dönmüş şekilde nefretle bakan Akbar, iri yapılıydı ama korkaktı. Tanabay, bozdoğan gibi Akbar’ın yakasına yapışıp bir iki yumruk atınca kaçtı.

“Aman Tanrım, bu it aptal ya, aptal!” dedi. Gözü yuvasından çıkmıştı.

Yerkebulan kendine gelerek “Ben sana gösteririm!” deyip ileri doğru atıldı. Tanabay’ın öfkeden gözü dönmüştü. Masanın üzerinde duran kurutmacı alıp Yerkebulan’ın kulak hizasına vurup fırlattı. İnsanlar Tanabay’ın üzerine atlayıp zor durdurdu.

O olaydan sonra iki üç gün köyde konuşulan tek konu bu kavgaydı.

 “Aman Tanrım, boyu kısacık olsa da kendisi çok sinirliymiş!”

“Kahrolsun! Araya girmeseler kedi bıyıklıyı öldürüyordu!”

“Asabiymiş!”

“İri yapılı, gözleri dönmüş şekilde nefretle bakan Akbar’ın fırlayıp kaçmasını anlatsana lütfen.” dediler.

Kolhoz yöneticisi, bu hikâyeyi duyup kahkahalarla gülmüş gibiydi. Onu, Sultan’ı yanlarına çağırıp: “Yönetici ile yardımcının arası bozulmaya başlamış” diye yorum yaptı sözlerini dinleyen kurnazlar. 

Son zamanlarda Sultan’ın işleri iyiydi. Bunun iki sebebi var, diye düşünüyordu. Birinci sebep Tanabay’dı. Bu eksik dişli delikanlı, öylesine bir delikanlı değil, Hızır’dı. Tanışıp kaynaştıktan sonra Sultan’ın işleri düzelmeye başlamıştı. 

Çalışmayı seven biriydi. Bıkıp usanmazdı. Gece gündüz Sultan’a yardım edip altı kez sulanacak pancarı dokuz kez sulardı. Kolhoz yöneticisi Sultan’dan memnun, “Sultan Ağabey, Sultan Ağabey!” deyip sempati duyup söylediğini yapıyor, istediğini veriyordu. İkinci sebebi kendi diye düşündü. 

İnsanların ilkbaharda ölüp dirildiğini tekrar tekrar konuşup dalga geçtikten sonra Sultan, “Bu boş yere olmadı. Atalarımız kutsal ruhlu insanlardı. Bu ruh benim bedenime girmeye çalışıyor! Beni yakalayıp etrafımda dolaşıyor ama bedenime giremiyor!” sözlerini söyledi.

“Sultan Ağabey, ruh bedeninize neden giremiyor?” diyenlere Sultan sinsice gülümser ve gözlerini kısarak “İçki içiyorum, ruh bunu sevmiyor!” derdi. O Sultan, bugün tedirgin uyandı. “Hanım, gözleri aç lütfen. Ben bir düş gördüm. Onu yorumla.” dedi.

Düşünde yüce bir gökyüzü görmüştü. Ufuğa kadar uzanan dümdüz ovada sallanan çok sayıda buğday görmüştü. Buğdayın arasında beyaz ata binip dolaşan Sanjan’ı görmüştü. “Hatta çok uzun, başı göğe değiyordu!” dedi. Dedi ama düşünü kendi yorumladı. “Çok fazla buğday bereket ya! Bu rüyaya bakarsak Sanjan’dan güzel bir haber gelecek.” dedi.

İki üç gün geçtikten sonra “Ofise gelsin.” diye çağırıldı ve ofise gitti. Çağıran kişi ise kedi bıyıklı Yerkebulan idi. “Abdala malum olur”  deyip gülümsedi Yerkebulan ve Sultan’ın eline ulusal gazeteyi uzattı. Dördüncü sayfada Sanjan’ın resmi basılmıştı.

“Ay yavrum, bu Sanjan ya!” diye bağırdı Sultan. “İşte bu, işte bu!” dedi.

Sanjan hakkında “Borcumu nasıl ödeyeceğim ülkem benim.” başlıklı bir deneme vardı. Sanjan, öğrencilik zamanında doktora tezini savunup matematik alanında dünya çapında önemli keşiflerde bulunmuştu. Yabancı ülkelerde çok takdir edilen doktora tezini yakın zamanda savunmuştu. Kolombiya Üniversitesinde eğitim görüp geri dönmüştü. O zamana dek de Moskova yakınlarında bir bilim merkezinde çalışmıştı. Şimdiki çalışması kozmos teorisi ile ilgili olduğu için de Almatı’daki bir rasathaneye geçecek gibiydi.

“İşte, işte söylemedim mi, söylemedim mi?” derken Sultan’ın kara yüzü kıpkırmızı olmuş, çok sevinmişti. Bağırmıştı.

“Abdala malum olur.” sözünü bir kez daha söylemişti Yerkebulan.

Pekâlâ, o ne derse desin, Sultan’ın kendine göre bir düşüncesi vardı. Ruh açıkça belirmiş, belli olmuştu. Bu gerçeğin kendisiydi.

Sonraki hafta boyunca Sultan, Tanabay’a Sanjan hakkında hikâyeler anlatıp kulağının pasını sildi.

“İyiden daha iyi. Tanabay, gitgide daha çok sevdiğim birine dönüşüyor.” dedi Sultan. Tanabay’ın şehirde Maka adlı bir dostu vardı. Onu arayıp bulmuştu. Tanabay’ın misafir ağırlayabilme durumu belliydi. Arkadaşını Sultan’ın evine davet etti. Maka, sarımsı gözlü, sarışın ve sıskaydı. Tanabay’ın kendisi gibi iyi kalpli ve saftı. İnsanlardan saklayacak sırrı yoktu. Herkesin gönlünde yer eden bir adamdı. İç dersen içer, ye dersen yerdi. Geldiği gün “Evlen de evlen!” baskısını reddedememiş ama ne yapacağını da bilemediği için sinirliydi. Sırrını açtı. Yaşlı anne babasının baskısıyla kendine eş aramaya çıkmıştı. Sultan’ın evinde kaldığında Sultan’ın kardeşi Gülgavhar’a âşık olup onunla evlenmek istedi. Gelecek cumartesi, akşam saat beşte geri dönmek, köyde düğün yapmak ve gelini alıp evine götürmek üzere yola çıktı. 

Sultan’ın kardeşinin evleneceğini duyan kolhoz yönetimi, bir kısır koyun, yüz som  para vermişti. Sultan buna çok mutlu oldu. “İnsanlar iyi niyetini göstermek istedikten sonra nasıl reddedeyim?” dedi ve kendi iki kuzulu koyunundan birini kurban etti. İkincisini de satıp kolhozun verdiği para ile birleştirip üç kasa içki aldı. Sofra kurup çayını şekerini hazırlayıp cumartesi gününün gelmesini bekledi.

Evi, beş altı kişi bile zar zor sığacağı kadar dardı. Bu yüzden kapı önüne su serpip süpürdü ve kamıştan hasır serdi. Komşusu Turar’ın evinden oldukça geniş ve desenli iki keçe getirdi. Köyün yöneticilerine, ileri gelenlerine günler öncesinden haber verdi. Saat dörtte gelmelerini söylemişti. Bir hayli insan toplanmış, çaydan ve votkadan yudum yudum içip damadı bekliyordu.

Gülgavhar, kırmızı kadife elbise giymiş, başına da başörtüsü takmıştı. Süslenmiş püslenmiş başköşede oturuyordu. Yanında da üç dört gelin ve kız vardı. Görgüsüz, edepsiz delikanlılar insanların gözüne gözükmeden hızlıca başköşedeki eve girip “Evlenen kızın borcu olur, onu verip git!”, “Aman Tanrım, sen gittikten sonra biz nasıl yaşayacağız?”, “Değerini bilmemişiz!” diyerek alay ettikten sonra ayıp oldu deyip çimdikleyip kucaklayarak kızı rahatsız ettiler. Gülgavhar, delikanlılara büyük gözleri ile düşmanca bir nefretle bakıp cevap vermedi. Çok yaklaşanları kocaman bir taş gibi sert yumruğuyla yumrukladı. Yanındaki gelinler, kızlar kahkahayla gülüp uğuldaşan delikanlıları evden kovdu. Tam olarak saat beşte asfalt yoldan köye doğru bir Volga  döndü.

“Damat geliyor!” diye insanlar coşkuya kapıldı, kadınlar alelacele koşturdu ama gelen Yerkebulan idi. Şehirden dönmüştü.

Yerkebulan, “İt de olsan dostumsun ya! Ama senin gibi bir it için değil, Gülgavhar’ın düğünü için geldim!” dedi gülümseyerek. “Düğün için hediye.” deyip bir kasa da şampanya getirmişti.

Tanabay, düğün hazırlığını kendi yönetmişti. Kültür sarayının önünde havuç doğratıp kazanda et pişirtmişti. “Şöyle yapalım, böyle yapalım.” diyerek oraya buraya koşturup duruyordu. Yerkebulan’ın arabası gelip durduğunda içinden Perizat indi ve Tanabay’ın ağzı açık kaldı. Perizat’ı gördüğü ilk an o andı. Köylük yerde böyle bir güzel olabileceğini düşünmemişti. “Bu gerçek bir ceylan yavrusu! Bu deniz dibinde bulunan gerçek bir mücevher!” deyip her zamanki gibi içinden konuştu. Perizat, incecik vücudunu saran dar bir siyah kimono giymişti. Dolgun göğüsleri, incecik beli, kalın ve uzun tek örgü saçı, siyah elbisesi, siyah iskarpini, siyah saçlarıyla ışıldayan bembeyaz yüzü, göğüsleri ve baldırları bir delikanlının hayallerini incecik bir iple dinamitle ateşe verip patlatmak gibiydi. Delikanlının kalbi güm güm attı ve tatlı bir neşeyle doldu. Tekrar tekrar dönüp kadının yüzüne bakmaya devam etti. Kadın boynuna zarif bir beyaz fular takmıştı. Büyük çekik gözlerinin altında kahverengi bir gölge vardı. Tanabay, kahverengi gölgeyi görünce Yerkebulan’a baktı. Beyaz dişlerini göstererek gülümsüyordu. “İkisi birlikteler, bağlanmışlar! Onlara çift, eş deyin!” dediğinde Tanabay çaresizce iç çekti. 

Damat şimdi gelir, birazdan gelir derken akşam olmuştu.

“Aman Tanrım, gelmedi ya!”

“Neden gecikti ki?”

“O böyle yapacaksa kızımızı vermiyoruz!” diye bir şaka yapıldı. Tanabay sıkılmaya, utanmaya başladı. Dost onun dostuydu, o geciktikçe Tanabay çok kötü oldu, keyfi kaçtı. Sultan da yavaş yavaş endişeleniyordu. “Damat gelmezse rezil olmaz mıyız?” diye bir sıkıntı girmişti içine. “Ne olmuş! Daha yoldadır.” deyip kendi kendini sakinleştiriyordu. Güneş batmıştı. Gelenlerin hepsi sıkılmaya başlamıştı. Sinsi delikanlılardan biri başköşedeki eve girip Gülgavhar’a, “Hey, senin kocan gelmedi hâlâ! Seni ne yapsın, başka güzel bulmuştur!” dedi.

Gülgavhar, “Evet, seni buldu!” deyip delikanlıya bir tane vurup yere serdi.

“Neyse, gelir şimdi. İnsanlar boş boş oturur mu hiç? Dağıt tabakları.” diye emretmiş Sultan. İnsanlar yeme içmeye girişti. Gelen insanlar gece saat on ikiye kadar oturup konuştu, gülüştü eğlendi. Ancak damat gelmedi.

“Eh, artık gelmeyecek!” dedi birisi. İnsanlar damadın neden gelmediğini konuşurken bir yandan da Sultan’ı teselli ederek “Gelir, gelir. Yarın gelir!” deyip evlerine dağıldı. Tanabay utanıp mahcup oldu. Hiç kimse ona bir şey demese de kendi suçuymuş gibi mahcup oldu. İnsanlar dağıldı, sofralar toplandı. 

“Gelmeye niyeti var mıydı ki? Bizi aptal yerine koydu!” deyip kıyameti kopardı Zara. Süslenip püslenip başköşeye oturan kızı, Gülgavhar’ı azarladı.

“Dışarıya çık, süslenip püslenme! Topla şu boşa giden sofrayı!” dedi.

Gülgavhar, kollarını sıvayıp dışarıya çıktı. Kızgın gözleri kızarmış, sinirli bir şekilde “Allah’ın belası şuradan çıkagelse!” dedi.

Kap kacağı yıkayıp, sarayın kapısını derleyip toparlamış eve girecekken kapı önünde gümbürtüyle bir araba durdu. Taksiydi. Arabadan Maka indi. Yanında kızıl yakalı bir çavuş vardı. Hiçbir şey söylemedi. Sırıtarak gülüyordu.

Sultan da Gülgavhar da Zara da ne yapacağını, ne diyeceğini bilemeyip şaşkına döndü. Sadece Tanabay sinirlenerek “Aptalın tekiyim, seni adam sandım!” dedi. Daha sonra Maka geç kaldığı için özür diledi.

“Aman Tanrım, bir acayip iş oldu. İnsanları nasıl çağıracağız?” dedi Sultan. Maka utanarak gülüp özür diledi.

“Ağabey, affedin.” dedi. “Ben bir itlik yaptım. Bağışlayın, geç kaldım. Polisin eline düştüm. On beş günlük hapis cezası verdiler. On günü kaldı. On gün sonra gelip düğünümü yapacağım… Öyle yapalım!” dedi Maka.

Damat yanındaki kızıl yakalı çavuş ile bir saat kadar oturup çay içti ve geri döndü. Daha sonra söylediği gibi on gün geçince geldi. Koyun kurban edip masraflarını kendi karşıladı ve Gülgavhar’ı alıp gitti. Kaderin pek çok cilvesine şahit olan Sultan, bu olayda da gücünü kaybetmedi. Özellikle kardeşinin evlenmesine sevindi.

Ağustos ayının başında pancar tarımı yapanların bölgesel toplantıları oldu. Bu toplantıya “Köközek” köyü adına giden üç kişiden biri de ilginç sucu Sultan idi. Toplantı, demiryolu çalışanlarının kültür sarayında düzenlendi. Sultan, toplantı molasında bahçedeki bira kuyruğundayken Maka ile Gülgavhar geldi. Gezintiye çıkmış gibiydiler. Yalvarıp yakararak Sultan’ı evlerine çağırdılar. En sonunda Sultan, Kazak geleneğini bozarak damadın evine gitti.

Demiryolunun aşağısındaki İkinci Şañğarakşı Sokağı’nda, Kazaklar arasında “Tama” olarak bilinen bir sülale, kendi başına bir kavim kurmuş yaşıyordu. Kendileri iyi kalpli, neşeli, misafirperver bir halktı. “Dünür geldi.” deyince herkes toplanmıştı. Maka’nın akrabaları, yakınları birbiri ardınca Sultan’ı çağırıp üç gün boyunca ağırlayıp misafir etti.

Gideceği sırada Maka, “Ağabey, alışverişimiz gelecekte de sürecek. Ev yapmak gibi bir niyetiniz vardı.” deyip büyük bir ev yapmaya yarayacak kadar kereste, kaplamaya yarayacak kadar çatı malzemesi hediye etti. Yüz elli somluk pahalı kıyafet giydirdi, aldı. Sultan bunlar karşısında kendinden geçti. Neşesi yerine geldi, sevindi. Ancak Sultan sultanlığını yapmasın mı? Tam gidecekken Maka’nın babasının küçük erkek kardeşi Almambet’in Sarbalaq  cinsi kartalına gözü ilişti. Gözü ilişti ve ilgisini çekti. İlgisini çekti ve keyfi kaçtı. Daha sonra kendisi için değil, kendisi kuş kıymetini bilmezdi, Tanabay için kuşu almak istedi. Çünkü şehirde büyümüş delikanlı, “Kuşumuz olsa da onunla avlansak!” diye hayal kuruyordu. Onu sevindirmek içindi.

Keyfi kaçtı ama sormak istedi. Sorayım dese ayıp olurdu. Çünkü kereste ve çatı malzemesi vermişler, giysi almışlardı. Şimdi bir de kuşu istese açgözlülük olurdu. Uzun süre düşündükten sonra zararı göze aldı.

Sultan, dimdik şekilde başköşede oturtup gülümseyerek kendisine hürmet gösteren, övgüler yağdıran insanların büyüğünden küçüğüne hitap etti. Hiç acele etmeden, kendince kelimeleri süsleyerek konuşup istekte bulundu:

“Bundan önce de düşman değildik!” dedi Sultan ve konuşmasını daha ciddi kılmak için iki sülalesinin de adlarını söyledi. “Kader, yazgı böyleymiş, işte şimdi yakın olduk.” dedi. “Yakın ilişkilerimiz daha yeni başlıyor. Geldim ve çok güzel ağırladınız, misafir ettiniz. Teşekkürler.” dedi. “Ev yapmak gibi bir niyetimiz olduğu doğruydu. İncelik yapıp inşaat için gerekli malzemeyi armağan etmeniz de güzeldi. Tüm bunlar için çok teşekkürler ama almayacağım. İşin aslını söyleyecek olursam, şu Sarbalaq’ı hediye edin!” dedi.

Tama sülalesi bunu beklemiyordu. Bir süre sessizce oturdular. Birbirine baktılar. Sultan’a baktılar. Dünür güçlü ve dimdik şekilde oturuyordu. Çekinir bir hâli yoktu. En sonunda kuşçu Almambet konuştu.

“Gelin alıp kuşumuzu hediye etmezsek bize ne derler? Sarbalaq’ı dünüre hediye ettim. Gelecek hafta kendim getirip vereceğim…” dedi.

Dünürler yaşlısından gencine otuz kadar kişiyle Sultan’a otobüs durağına kadar eşlik etti. Gençler Sultan ile sımsıkı kucaklaşıp vedalaştı.

Otobüs hareket ederken Sultan’ın arka tarafında oturan iki kadından biri özellikle yüksek sesle konuşarak “Bu kadar insanın bir araya geldiği kişi kim ola ki, bu sırıtan sıradan biri ya!” dedi.

Olsun, insanlar ne derse desinler. Sultan, böylesi sözleri daha önce duymamış mıydı sanki? Tanabay çok sevinecekti. Sultan’ın istediği de buydu.

Esmer Sultan, ölüp dirilmiş Sultan, Ahmak Sultan idi. Şimdi de kardeşini kuşa değişen Sultan olurdu adı. Olsun. Tanabay sevinse yeterdi.

Sultan’ın istediği buydu.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 209. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 209. Sayı