Kulikovo Savaşı


 01 Aralık 2022



Burası Kulikovo Çölü’dür, diye deminden beri hâkî renkli yol çantasını altüst ederek uygun bir giysi arayan ve telaffuzundan Rus olduğu hemen belli olan kadın konuşmaya başladı. O, lafını bitiremeden, kondüktör, hoparlörden trenin Tula vila­yetinden, Ku­likovo Çölü yakınlarından geçmekte olduğunu duyurdu. 

Gözlerini okuduğu kitaptan ayırıp trenin penceresinden görünmekte olan boz çölleri seyrederek bu kadarının da tesadüf olamayacağını düşündü. Okuduğu kitap, Amerikalı bir araştırmacının Kulikovo Savaşı hakkında yeni basılmış olan bir eseri idi. Yayımlandığı günden beri okumaya can attığı bu kitabı gardaki gazete bayiinde görür görmez hemen almış ve ilk cümlesini okur okumaz kendini kaptırmıştı. Bir an için gözlerini kapatarak çöküşü Kulikovo çöl­lerinden başlayan Altın Orda’nın ihtişamlı tarihini, Türk-Tatar kavimlerinin sonraki kaderini düşündü. 

“Tarih bilimi, siyasete bütün bilimlerden fazla bulaşmıştır. Belki de dünyanın gerçek tarihinin şimdiye kadar yazılamaması bu yüzdendir. Aslında bundan sonra ne zamansa yazılabileceğine inanmak da pek akıl kârı değildir. Bazıları, tarihe geçen olayların çok büyük olduğunu ve bunların gerçekleri görmeğe engel teşkil ettiğini söylüyorlar. Fakat tarih yalanlardan temizlendiğinde biz gerçek namına bir şey bulabilecek miyiz? Buna cevap vermek çok zordur...” 

Kuli­kovo Savaşı, zaman-zaman hakkında düşündüğü, fakat sonuna kadar inceleyip derinliklerine inemediği; içini, ruhunu sızlatan, tarihin gizemli sayfalarındandı. Yıllar önce, ortaokulun yedinci sınıfında iken tarih kitabında ilk defa bu savaş hakkında yazılanları okurken çok duygulanmıştı. Sonraları ise ilginç bir şekilde bu savaş rüyalarına girmiş, bu zamana kadar bütün okuyup öğrendiklerini gölgede bırakmıştı. 

“Bilimsel yayınlarda Kulikovo Savaşı terimiyle ilk defa aslen Tatar Türklerinden olan Nikolay Karamzin’in “Rusya Devletinin Tarihi” eserinde karşılaşılmaktadır. Bu araştırmada, kendisine kadarki tarihçilerin Altın Orda’nın savaş yeteneğini iyi değerlendirmesi müellif tarafından garezli bir şekilde eleştirilir ve savaşın mahiyeti tamamen tahrif edilir.”

– Özür dilerim, rica etsem birkaç dakikalığına tren odasından dışarı çıkabilir misiniz, diye kadın sordu ve utangaçlıkla ilave etti: Üstümü değiştirmem gerekiyor da.

– Tabii ki hemen, diyerek kitabı kapatıp küçük masanın üstüne bıraktı ve tren odasından dışarı çıktı. Koridorda, kirli pencere camlarından Rusya sınırları ile çepeçevre sarılı olan Kıpçak çöllerini seyretmeye başladı. Trenin penceresinden görünen bu çöl, tarihin en büyük savaş­la­rından birine sahne olmuştu. Bir anlığına zamanın çarkı geriye dönmeğe başladı ve o, hayalen kendini Kulikovo Savaşı’nın ortasında buldu. Atların kişnemesini, kı­lıçların şakırtısını, askerlerin haykırışını duyuyor, kendisini tamamen bu kanlı savaşın ortasında hissederek gergin düşüncelerinin alacakaranlığında, her şeyin olduğundan farklı bir şekilde sonuçlanacağına dair ümitleri yeşeriyordu. Fakat az önce okumuş olduğu son cümleler zihninde canlanarak onu zamanın derinliklerinden çekip çıkarmayı başardı. 

“Gerçekleştirdiği çok sayıdaki savaşlardan sonra Mamay Han’ın kendine güveni çok artmıştı. Zaferle sonuçlanan bu savaşlardan sonra Saray Berke şehri yeniden Altın Orda’nın başkenti olmuş, devletin sınırları Kırım’dan başlayarak İdil Çayı’nın sağ sahillerine kadar genişlemiş, Deşt-i Kıpçak arazisinin büyük bir kısmını ülke topraklarına katmıştı”.

Kadın, işve ile tren odasının kapısını açarak üstünü değiştirdiğini ve onun içeri girebileceğini bildirdi. Sarışın saçları omuzlarına dökülmüş, yakası açık beyaz puantiyeli gömleği ve ince uzun eteği ona çok yakışmış, vücudunun ince, göz alıcı çizgilerini ortaya çıkarmıştı. Geçip önceki yerine oturdu ve ye­niden kitabı açarak okumaya devam etti: 

 “Mamay Han, tahta geçtikten sonra eski Türk hakanları gibi tanrısal ruha sahip olduğunu düşünüyor, hiçbir gücün onu yenemeyeceğine inanıyordu. Hakimiyetini güçlendirdikçe ailesi, bütün yakınları ve sülalesi zenginleşerek mal mülk sahibi olmuştu. Altın Orda tarafından fethedilen Rus Knezliklerinden alınan haraçlar sel gibi akıp saray hazinesini doldurdukça bu büyük servetin doğurduğu ihtişam onun zihnini dumanlandırıyordu. O, zamanının çoğunu haremde, aralarında casusların da bulunduğu Slav­yan cariyelerle geçirmekteydi”.

Her ne kadar kitaba baksa da üstünü değiştirdiğinden beri fikrinin kadında olduğunu ve bir türlü dikkatini toparlayamadığını hissediyordu. Bakışları istemsiz bir şekilde onun gerdanında, vücudunun mahrem yerlerinde dolanıyor, zihnini meşgul ediyordu. Bu durumu kadına fark ettirmemek için zihnini toparlayıp duygularına hâkim olmaya çalışsa da bunu başaramıyordu.

Kondüktör, kapıyı aralayarak bir ihtiyaçları olup olmadığını sorduğunda bakışları bir anlığına kadının bakışlarıyla karşılaşınca onun yüz çizgilerinden okumuşçasına hemen çay sipariş etti.  Herhangi bir gecikme olmadığı takdirde en az iki gün boyunca aynı tren odasında yolculuk yapacak ve birlikte olacaklardı. 

Kadın çok güzel idi, fakat bu güzelliğin arkasında karşısındakini itip kendinden uzaklaştıran, açıklanması zor bir şeyler vardı ve anlatılamayan bu his, onunla ilgili bütün masumiyeti, bütün paklığı ortadan kaldırıyordu.

Yeniden kitabına dönerek kaldığı yerden okumaya başladı. 

“En kötüsü ise uzun zamandan beri ara vermeden devam eden ve her yıl daha da şiddetlenen iç savaşların Altın Orda Devletinin sonunu getirmesiydi. Şimdi ordusunu yeniden düzenlerken bu sa­vaşların acı sonuçlarını görüyor, zamanında bu savaşları durdurmamakla büyük bir yanlışa yol verdiğini anlıyordu. İç savaşları durdurma konusunda kendisine söylenenleri sürekli kulak ardı etmiş, hiçbir zaman bu konuda düşünüp zihnini yormak istememişti”.

Tren deminden beri kısa aralarla birkaç defa mola vererek şimdiki düzlükte durmaktaydı. Burada herhangi bir istasyon veya meskûn mahal olmadığından trenin neden durduğunu kimse bilmiyordu. O ise, kendince trenin geçmişe, tarihin bilinmeyen dönemlerine doğru yol alarak Kulikovo Savaşı’nın mahiyetine varmaya can attığını düşünüyordu...

– Bu tren de olur olmaz yerde durarak iyice sinir etti. Havanın sıcaklığı yetmezmiş gibi...

Yolcuların bazısı homurdanıyor, bazısı da kondüktöre yaklaşarak trenin neden durduğunu soruyordu. Yılların verdiği uykusuzluktan mı yoksa yorgunluktan mıdır bilinmez, kondüktör kendisine soru soranları bir şekilde başından savıyordu. 

“Mamay Han, çocukluk arkadaşı ve yaşıtı, Cengiz Han’ın soyundan gelen Berdi­bey’in kızı Tulun­bey’le evlen­mekle kendisini kısa yoldan hakimiyete ulaştıran hatununa çok şey borçluydu. Sa­vaştan iki gün önce, endişeden bitap düşmüş baş haremiyle karşılaştığında, onun düğün gecesindeki halini ha­tırlayarak çok şaşırdı. Kadının bakışlarında, yılların se­vinci, acı, azap ve ıstırapları ile nakışlanmış bütün bir ömrün yaşanmışlıkları kök salmıştı”.

Nihayet, tren gerilerek hareket etti ve ağır ağır hızını artırmaya başladı. 

– Kim ne derse desin, trenle yolculuk yapmanın ayrı bir zevki vardır. Uçağa bindiğinde korkudan için içini yer. En son ne zaman uçağa bindiğimi bile hatırlamıyorum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

– “Evet, size katılıyorum” diye gözlerini sayfalardan ayırmadan kadının sözlerini onayladı.

– Tren yolculuğu yapmak aynı zamanda bir macera demektir.

– “Öyledir” diyerek ta gençlik yıllarından itibaren tren yolculuklarında yaşadığı maceraları bir bir hayalinde canlandırdı.

“Mamay, hakimiyete sahip olsa da Cengiz Han soyundan olmadığı için Doğu’dan – Moğol-Tatar hanlarından destek alamadı. Bu sebeple Maveraünnehir’e değil, Batı’ya – Ce­nova, Büyük Litvanya Knezliği, Venedik gibi devletlere yönelmekle Altın Orda’nın dış siyasetinde köklü değişiklikler yaptı. Yalnız bunu yaparken en zor durumunda onu destekleyebilecek gerçek müttefiklerini kaybettiğinin farkına varamadı”.

Bir defasında, trende, öğrenci arkadaşlarından biriyle Moskova’ya giderken, öğle yemeği sırasında, yanına aldığı konyak şişesini çıkarıp masaya koymuştu. Henüz birer kadeh içmişlerdi. O sırada yan odadan ikisi genç, biri ise saçları beyazlamış olan yaşlı bir kadın, çekinmeden tren odalarına gelerek onlarla sofraya oturmuştu. Ka­dınların bu cesaretli tavrı hoşuna gittiği için ikinci konyak şişesini de çıkarıp açmıştı. İçip kafayı bulunca yaşlı kadın aniden ayağa kalkarak müzik falan olmadığı halde deli gibi kendi kendine oynamaya başlamıştı. O, oy­nadıkça coşuyor, seyrek diş­le­rinin çirkinleştirdiği suratı şekilden şekle giriyoryanaklarında, gerdanında yılların yağmaladığı şehvetin çizgileri oynaşıyordu. Kadının oynamasını seyrederken bunun sarhoşluktan değil, keyfince zevkine varamadığı hayatın son bulmasından, bir daha dönemeyeceği gençliğini kaybetmenin verdiği keder ve eseften kaynaklandığını anlıyordu.

“Mamay Han, kırk beş yaşındaydı. Bu yıllar süresince hakimiyetin en zor ve girift sınavlarından geçmiş, yeteri kadar savaş tecrübesi kazanmıştı. Çok cesur ve kararlı idi, korku ve yenilginin ne olduğunu bilmezdi. İslamiyet’i kabul ettikten sonra Küçük Muhammed adını almıştı. Salnamelerde, Mamay Han’ın zor durumlarda yalnız İslam büyüklerine değil, putlara da dua ettiği yönünde kayıtlar bulunmaktadır”.

Kondüktör, geciktiği için özür dileyerek gümüş mahfazalı bardaklarda getirdiği çayları özenle masaya bırakıp çıktı. Çayı içerlerken, oluşan sessizlik sırasında, kadının yan gözle kendisini takip ettiğini hissediyor, dikkatini kitaba veremese de bu takibin verdiği gizli hazzın devam etmesini istediğinden kendisini meşgulmüş gibi göstermeğe çalışıyordu.

Kadınların ne istedikleri, nasıl bir seçimde bulundukları konusu hiçbir zaman anlaşılamamıştır. Çünkü kadın kendi hislerini kimseye açmaz, açamaz; içinde bulunduğu toplumun hükümleri, yüzyılların şekillendirdiği ahlak kuralları veya başka şeyler onların elini kolunu bağlar.  İşte bu yüzden kadın, karşısına çıkan ilk kişiyi kaderin geri çevrilemeyecek hediyesi olarak görmektedir. Bu ilişkinin sonucu, bazen iki tarafı da mutlu etmekle beraber genellikle kadınlar erkeklerin duygularına yenik düşerler.

“Savaş öncesinde Mamay Han, ordunun sayı bakımından yeterli olmadığını anlayınca bu boşluğu doldurmak için çeşitli yollar aramaya başladı. Etrafındakiler ona paralı savaşçılar tutmayı teklif ettiler. Kısa zamanda Cenovalı, Çerkez, Osetin, Abhaz, Adıgey ve başka kavimlerden toplanan paralı askerlerle ordu epey kalabalıklaştı. Mamay Han, ilk defa idi ki savaşa paralı askerlerin desteği ile girecekti”.

Bir kadın için, sevilmediğini, beğenilmediğini hissetmek korkunç derecede ağır gelmektedir ve o, her zaman ilgi odağında olmaya alışık olduğu için bigâneliği asla kabullenemez. Kadınlar, kendileri bir şeyi veya bir kimseyi reddetmeyi, karşısındakine bigâne olmasa bile bigâneymiş gibi davranmayı severler fakat karşı cinsin kendilerine bunu yapmasını asla kabullenemezler. 

Kadınlar, güçlü erkeklere yenilmekten gurur duyar, zayıf ve güçsüzleri ise asla yanlarına yaklaştırmazlar. O, şimdi adını hatırlayamadığı bir yazarın bir eserinde, kadınların herkesi unutabileceklerini, fakat kendilerini kadın yapan erkeği asla unutmayacaklarını okumuştu. 

“Knez Dmitri Donskoy’un komutasında birleşen Ruslar, 8 Eylül 1380 yılında tahminen yüz bin civarında bir ordu ile Nepryadva’nın Don Nehri’ne kavuştuğu yere vardılar. Ruslar, Knez Yagaylo’nun başkanlığında Odoyev’e yaklaşan Litvanyalıların saldırısını önlemek için Don Nehri’ni geçmeye karar verdiler. Rusların seçtiği Kulikovo Çölü, nispeten dar olduğundan Tatar süvari birlikleri için elve­rişsiz idi. Mamay’ın ordusu ya­klaşırken Ruslar nöbetçi alayı­n savunması altında, Kuli­kovo Çölü’nde savaşa hazır halde dizildiler”. 

Çoğu zaman kadınlar, peşlerinden koşanları, çeşitli yöntemlerle kendilerini elde etmek isteyenleri değil, kendilerine karşı soğukkanlı ve bigâne davranıp ağırdan alarak duygularını belli etmeyenleri severler. 

Kadınlar konuşmayı değil, susmayı tercih eder, sözlerle değil, gözleriyle konuşurlar. Dört beş yıl önce, Bağdat’ta iken misafir olduğu bir otelin önünde, baştan ayağa kadar siyah çarşafa bürünmüş yüzü kapalı dilenci bir kadınla karşılaşmasını hatırlıyordu. Simsiyah tül örtünün ardından kadının şehvetle parlayan gözleri kendini ele veriyordu. Bütün vücudunun söyleyecekleri, kadının gözlerinde dile gelmişti. O, büyülenmiş gibi duruyor ve gözlerini bir türlü kadının gözlerinden ayıramıyordu. 

“Dmitri Donskoy, arazinin özelliğini dikkate alarak ilk defa rakibinin savaş taktiğini uygulayacaktı. Bu, kurt savaşı yöntemiydi. Hunlara has olan bu savaşta, hilal şeklinde dizilen ordunun merkezinde büyük alay, sağ ve sol cenah alayları, Tatar atlıları için zor geçilecek yerlerde dizildiler. Esas kuvvetlerin karşısında yer alan ön alay, rakip süvarilerin ilk saldırısını göğüslemeli ve geri çekilmekle savaşın nizamını bozmalıydı. Büyük alayın arkasında, özel yedek süvari alayını yerleşirdi. Bun­dan başka, komutan Dmitri Bobrok’un ve Serpuhov Knezi Vladimir’in komutasındaki seçme süvari birliklerinden oluşan pusu alayı da oluşturulmuştu. Yedekte bekleyen bu alay, ormanda, esas kuvvetlerin sol cenahı arkasına saklanmıştı”. 

“Deminden beri dikkat ediyorum da gözünüzü kitaptan ayırmıyorsunuz, çok ilgi çekici bir eser olmalı” diyen kadın bakışlarını Kulikovo Çölü’nden ayırarak konuşmaya başladı. 

– İlgi çekici olmasından ziyade, ortaokul yıllarında bize bu tarihi farklı şekilde öğretmişlerdi. Şimdi okuduklarım ise tamamen farklı gerçeklerden bahsetmektedir.

– Okuduğunuz bu bilgilerle tarihin düzeninin değişeceğini mi düşünüyorsunuz? 

– Hayır, neden sordunuz?

– Hiç, öylesine merak ettim.

– Ben, geleceğe tarihin gözüyle bakılmasından yanayım. 

“Mamay Han’ın ordusu, hafif silahlarla silahlanmış süvarilerden oluşan ön alaydan, merkezde yerleşen paralı Cenovalılardan ve ayrıca yedek sü­va­rilerin iki hat boyunca dizilen sağ ve sol cenahlarından ibaret idi. O, önceki savaşlarda yaptığı gibi ciddi bir direnişle karşılaşmadan süvarilerin ani hamlesiyle Rus ordusunu muhasaraya alıp darmadağın etmeği düşünüyordu.

Müellifi bilinmeyen, aslı kayıp ve XV. yüzyılda yazılmış “Mamay Katliamının Efsaneleri” adlı eserde, savaşın saat on ikide, Rus rahibi ve savaşçısı olan Aleksandr Peresvet’in Tatar komutanı Timur Mirza Çelubey ile tek başına dövüşmesiyle başladığı bildirilmektedir.  İki savaşçı da aldıkları yaralar sonucu öldüler. Lakin bu bilginin gerçekliği birçok bilimsel kaynak tarafından esasen şüpheli bulunmuştur. Araştırmacılara göre, teke tek dövüş sahnesi, Kulikovo Savaşı’na cengaverlik ruhu katmak için uydurulmuştur”. 

Karşısındakini elde etmek için bütün gücünü, kuvvetini sarf etmekte olan kadın, yiyecekmiş gibi ona bakıyordu. Âdeta, bu kadar güzel bir kadınla aynı tren odasında baş başa iken fırsatı değerlendirmeden kitap okumaya dalmanın ne kadar anlamsız bir şey olduğunu ona bildirmek istiyordu. Kadının yanıp tutuşan şehvet dolu bakışları karşısında kendisini kaybetmekte olduğunu hissetse de inatla nereye kadar dayanabileceğini öğrenmek istiyordu. 

Kadın, kararlı bir ses tonuyla “nerelisiniz” diye sordu.

Muhatap olmayı asla sevmediği bu soruya cevap verme zorunluluğu hissettiğinden midir yoksa karşısındakine gözdağı vermek için mi bilmeden eliyle pencereden görünen çölleri işaret ederek:

– Buralıyım, dedi. Kulikovo benim atalarımın vatanıdır.

– Demek öyle...

Araya gergin bir sükût çöktü, epey geçtikten sonra kadın sordu:

– Peki, siz neden benim nereli olduğumu sormuyorsunuz? Yoksa, siz de bazıları gibi bir kadının vatanının kocasının yatağı olduğunu mu düşünmektesiniz?

– Hayır, ben öyle düşünmüyorum. Kadının kinayeyle sorduğu bu soruyu cevapsız bırakmamak için dilinin ucuyla cevap verdi.

Ancak ne söylediğinin farkında bile değildi. Düşünceleri geçmiş ile bugün arasında gidip geliyor, böylesine engin bir zamanın bu kadar çabucak aşılarak ötesine geçilmesi onu hayrete düşürüyordu. 

–Tarih, yalnız yaşanmış olayları araştırır, yaşanabilecek olaylar hakkında öngörüde bulunamıyor. 

– Bilimin ölü ve durgun olması, şimdiye kadar tarihten ibret alınmaması da bundan kaynaklanıyor. 

Sohbetin siyasi zemine kaymasından hoşlanmasa da görüşlerini tamamlamakta kararlıydı. İkinci Dünya Savaşı’nda Rus-Sovyet boyun­duruğu altında ezilen halkların el ele vererek imparatorluğu korumaya çalışmasına ve bu uğurda canlarını feda etmesine anlam vermek zordur. Oysaki sömürülen bu toplumların arasında zayıf da olsa bir birlik oluşabilseydi....

– Siz böyle mi düşünüyorsunuz? diye soran kadın cevabını beklemeden bakışlarını pencereye çevirdi. 

“Sonra Tatar süvarileri, Rusların yedek alaylarını darmadağın ederek üç saat boyunca onların merkezde yerleşen kuvvetlerini ve sağ cenahı yarmaya uğraştılar. Mamay Han, asıl darbeyi bir hayli kayıp veren Rusların sol cenahına doğru yönlendirerek onları sıkıştırmaya başladıktan sonra özel yedek kuvvetlerle harekete geçti. Lakin Tatarlar Rusların sol cenahını yararak onların arkasına geçmeyi başardılar ve artık zafer kazandıklarını düşünerek emin oldular. İşte bu sırada Rusların pus­uda bekleyen alayının ani hücumuyla savaşın kaderi değişti. Bu beklenmeyen saldırıyla Tatarlar sarsıldı ve geri çekilerek kaçmaya başladılar. Elli üç kilometre boyunca, Ruslar Mamay Han’ı takip ederek onun ordularını darmadağın ettiler”.

Tarihi gerçekleri bilse de o bu satırları okuyunca aniden koyu bir karamsarlığa kapıldı ve hafızasındaki her şey eriyip birbirine karıştı. Epey sonra, yenilmiş ordusunu toplar gibi hafızasını toparladı. 

– “Lüzumsuz düşüncelerle kendinizi yormayın. Ne olursa olsun, zamanın çarkını geri döndüremezsiniz” diye kadın bezginlikle ilave etti.

Siyasi konularda tartışmaya girmekten mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyor, bunun kadın erkek ilişkilerine gölge düşüreceğini anlıyordu. Hatta güzelliğine hayran olunan bir kadının siyasi tutum sergilemesinin, ona karşı koymaya çalışan erkeklik duygusunu da sarsacağını biliyordu.  Peki, neden hal böyle iken deminden beri bu sohbetin konusunu değiştirememişti?

“Savaşta, Mamay Han ağır yenilgiye uğradı, neredeyse bütün ordusunu kaybetti. Mamay Han’ın mağlup bir şekilde kaçıp Kırım’a sığınmasından yararlanan Toktamış, Altın Orda’nın hâkimi oldu.  Bir süre sonra Moskova şehrini ele geçirerek Tatar­ların intikamını aldı ve yeniden Rusları ağır şartlar altında haraç vermeğe mecbur etti. Kulikovo Savaşı’nda kazanılan zafer, Rus Knezlerine kendi aralarında birlik olmanın zaruretini anlatmış oldu. Tatar­ların hakimiyetine girmek korkusu, Rus Knezleri arasında uzun yıllardır devam eden iç çekişmelerin zamanla azalmasına sebep oldu. Bunun sonucu ola­rak da Ruslar, ayrı ayrı knezlikler halinde girdikleri Altın Orda hakimiyetinden, yüz yılın sonunda tek bir devlet olarak ayrıldılar”.

Kadın, yatağını hazırlamaya başlayınca kitabını alarak yataklı vagondan dışarı çıktı. Vakit gece yarısını geçti­ğin­den koridorda kimse görünmüyordu. Hava iyice soğumuştu. Yarı­ açık pencerenin önünde durup gecenin derinliğini, elektrik direklerinin akıp geçen gölgelerini, uzak­larda yanıp sönen solgun ışıkları seyretti. Kitabı açarak yazarın son satırlarını okudu:

“Glinskiler ailesinde anlatılmakta olan bir efsaneye göre Mamay Han’ın soyu Büyük Litvanya Knezliğine sığınmıştır. Litvanya’da başlattığı isyan başarısız olunca Mos­kova’­nın himayesine sığınan Mihail Glinski, Mamay Han’ın oğlu Mansur Kiyat’ın soyundandır. Onun yeğeni (kardeşinin kızı) Yelena Glinskaya zalimliği ile bütün dünyaya nam salan Rus çarı IV. İvan Groznı’nın annesidir. Tarihte buna benzer tezat içeren durumlarla çok az karşılaşılmaktadır”. 

Az sonra yataklı vagona döndüğünde gözlerine inanamadı: Kadın çırılçıplak soyunup onun yatağına uzanmıştı. Hayretten ne yapacağını bilemeyerek olduğu yerde donakaldı. Epey sonra kendine geldiğinde zihninin derinliklerinde bir yerde, Türk soyunun sonraki yenilgilerine kapı aralayan Kulikovo Savaşı ile kadının şehvet saçan vücudu arasında gizli bir bağlantı duyarak irkildi ve her şey hafızasında berraklaşarak asli hüviyetini kazandı. San­ki kadın, onu kendisine bağlayan her şeyini, gururunu ve güzelliğini, bütün çalımını, üstündeki giysileriyle birlikte soyunup çıkarmıştı. Erkeklik duygusunun köreldiğini, vücudunun takatsizleştiğini hissederek karanlıkta şehvetle kendisine doğru açılmış olan kollardan sıyrılıp kendisini koridora attı.  

 

Ağustos-Eylül, 2016,
Londra-Oxford-Bakü.

Türkiye Türkçesine çeviren Doç. Dr. Parvana Bayram

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 192. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 192. Sayı