HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HİDAYET ORUÇOV 2
Osman Çeviksoy 3
HUDAYBERDİ HALLI 4
UFUK TUZMAN 5
Emrah Yılmaz 6
KEMAL BOZOK 7
Susuz, kumsal alemin ortasındaki küçük avlu sanki cennetin bir köşesiydi. Avlunun köşesindeki dut ağacının yanında su kuyusu vardı. Kamışla örülmüş topraklı bağ kulübesine tırmanan dallardan uzatılmış yem yeşil üzüm taneleri avludaki narin kızıl kumun üzerine serilmişti. Duvarların dibinde ve seki boyunca ekilmiş kızılgüller kokusunu hafifce etrafa yayıyordu. Karşıda, avlunun uzun tarafına alçak incir ağaçları dizilmişti. Kumlu kupkuru sahrada bu güzelliğin yaratılması büyük mucizeydi.
Şıh Köyü’nün yatsı damlı taş evlerinden birinin avlusuydu burası.
O, incir ağaçlarının arasına gerilmiş ipe çamaşır seriyordu. Martı kuşu gibi beyaz çamaşırlarını ses çıkararak çırpıp seriyor, işini zevkle yapıyordu. Örgü saçları eline, ayağına dolaşmasın diye geniş şalvarının bel lastiğine iliştirmişti. Elleri, ayakları Şirvan kekliklerininki gibi al renkteydi. O, sade çit gömleğinin yuvarlak yakasında pembe akikten hamayil olan güzel bir köy kızıydı. Rüzgarın okşadığı, güneşin kararttığı teni, yakasındaki akik gibi pembe yanakları vardı.
Onun şarkısı yoldan geçen dervişin dikkatini çekti. Önce kamışla örülmüş bağ kulübesine tırmandı, üzüm dallarının arasından sade giyimli güzele bakan genç yolcu, duvarı dolanarak sürgüsü kapatılmamış tahta kapıyı buldu. Kapı aralığından kızı hayran hayran seyretmeye başladı.
− Bismillah, Derviş Ağa! Fena korkuttun beni! Bir sesini çıkarsana.
Ev Bibiheybet Pirine giden yolun üstünde olduğundan çok gelip geçeni gören şıh kızı asla kendini kaybetmedi.
Karşısındaki adam perişanlığından cinleri bile ürküten, saçını sakalını, kaşını kirpiğini tıraş eden, kirli paslı, bitli sirkeli olan diğer dervişlere benzemiyordu. Sırtında dizine kadar uzanan temiz, kar gibi beyaz gömlek, üstüne hırka giymiş, başına çuhadan basitçe dikilmiş külah takmıştı. Uzun boyu, aydın siması, ince vücudu vardı. Aleviler hakkında bir çok bilgiye sahip olan kız, yolcuyu görür görmez onun Alevi dervişi olduğunu anladı.
Bu yerlerde dervişlere hürmetle davranırlardı. Üstelik korkarlardı. Ama kız korkmadı. Yalnızca, pirin avlusunda ki büyük dut ağacının gölgesinde toplanarak hacıları bekleyen dedesini çağırmaktan vaz geçti. Ona doğru yürüyerek hoş geldin dedi ve ekledi:
- Buyur içeri ağam.
Derviş temiz ve düzenli avluyu gözden geçirdi.
- Misafiriniz çok mu oluyor? Sorusuyla Bibiheybet Pirine gelen hacı adaylarını kastediyordu alıyordu.
- Şükür, oluyor.
- Olsun, olsun.
- Allah dilinizden dökülenleri işitsin, ağzın fal olsun duanız kabul olsun dervişim. dedi becerikli kız.
Araya sükut çöktü. Dervişin ona takılan bakışlarından sıkılıp, utanan kız hızlıca örüklerini belinden açtı. Saçlarını düzeltirken sordu:
− Ne istiyorsun derviş? Kılık kıyafet mi?
− Saraylara layık bir güzelin hoş bakışı, şirin sözü yeterlidir.
Kız sağa sola sallanarak nazlandı. Örüklerinin ucunu didikledi.
− Derviş Ağa senin böyle sözler söylemen yasaktır...
Derviş kahkaha attı.
− Adın nedir?
− Nesrin.
– Nesrin! Demek bu çiçeklerle adaşsın? diyerek sekideki kızıl gülleri gösterdi.
– Bir yudum su verir misin?
Kız kuyunun yanında etrafı ıslak olan sarnıçtan bakır maşrapayı ağzına kadar doldurarak dervişe verdi. İçti. Vücuduna serinlik yayıldı.
− Ne kadar serin sudur bu. Hem de lezzetli. Sanki pınar suyu...
− Öyledir. Bu kuyuyu rahmetlik babam kazdı, suyu derinden çıkıyor.
− Babana rahmet olsun. Sağ ol. Ben Mustafa’yım. Divane Mustafa... Evsiz, barksız, gönlü viran abdalım ben. Yatağım yaradanımın halg ettiği çöller, sokaklar, yemeğim ot, çöptür.
Derviş temkinli ve aralıklı konuşuyordu.
−Alevi kardeşlerimden ayrı düştüm.
− Yolun ne yanadır?
− Bakü Kalesine, Şirvanşahların kış sarayına gidiyorum. Veliler Velisi Seyid Yahya Bakuvi’nin kabrini ziyaret edeceğim, sonrada müritleriyle görüşeceğim.
Dönüp gitmek isteyince kız onu durdurdu.
− Bekle. Sana ekmek getireyim. Bu sabah tandırda pişirdim.
Kız koşarak eve girdi. Beze sardığı ekmeği getirdiğinde dervişi dalgın gördü. Onun rengi nedense kararmıştı. Uzaklara dalmış, semanın sonsuzluğuna bakıyordu. O ekmeği alıp duvarın dibine çömeldi. Dizlerini kucaklayıp başını eğdi. Çenesini dizlerine yaslayarak düşüncelere daldı.
Kız teecüple ona bakıyor, halindeki değişikliğin sebebini anlamaya çalışıyordu.
Nihayet derviş kendi aleminden sıyrıldı. Başını kaldırıp karşısındaki kıza baktı. Ekmekten bir ısırık alarak yavaşça:
− Bu yerlerde çok kan dökülecek, nefesler kesilecek... Kardeş kardeşi öldürecek, evlatlar babasız, kadınlar kocasız kalacak. dedi.
Kız ürperdi. Korkudan dili dudağı kurudu.
− Ağzından yel alsın Derviş Ağa, bunları söylemeye nasıl dilin varıyor. Verdiğim ekmeği helal etmiyorum.
− Estağfurullah, ben kimim, neyim ki kötü söz edeyim? Ben hak yolunu arayan bir erenim. Halik’in dergahına uzanarak günah işleyen bir bendeyim.
Yanından ayırmadığı hamayılını boynundan çıkararak dervişe uzattı.
− Kurbanın olayım, bunu al git buradan. Gadanı, belanı da kendinle götür.
Dervişin aklı bulandı.
− Ben gerçek bir erenim. Dünya malında gözüm yok. Kendini koru kız. İzin ver. Bibiheybet Piri yar olsun size.
O gitti.
Bir defa ısırdığı ekmeği oturduğu yerde bırakmıştı.
***
Bu şehirde hisarlı avlular yoktu. Birbirine yaslanan evler duvar duvara örülmüştü. Kabristanlık şehrin çok yakınında olsa da, evlerin yanında da kabirler vardı. Sanki ölülerinden ayrılmak istemiyormuş gibi yanlarına defnediyorlardı.
Çömlekçi Pirverdi evine gitmek için acele ediyordu. Oldukça düşünceliydi.
Çömlekçinin kalabalık bir ailesi vardı. Karısı, iki oğlu ve kızını aç bırakmaz, ailesine iyi bakardı. Bardak, testi, nakışlı küp ve kasaları, kilden yapılmış sırlı tabakları geniş avlusundaki iki katlı fırında pişiriyordu. Aşağı katta ateş yakar, üst kata kap kaçak yığardı. İki küçük oda ve avludaki raflara dizdiği, fırınlanarak hazırlanmış mamulleri her gün erkenden eşeğe yükleyip şehrin girişindeki kervan sarayın karşısında kurulan pazara götürürdü. Burada onun küçük bir dükanı vardı. Bakkal, külahçı, kumaşçı, kuyumcu, marangoz, demirci, halıcı ve daha bir çok zanaatkar gibi o da mallarını dükkanının önüne dizip müşteri bekliyordu. Satınca buğday, arpa, pirinç ve başka mallar alıyordu. Hem yakın köylerden, hem de kervanlarla uzak yerlerden gelen tacirlerle alış veriş yapıyordu. Limandan Moskova Knezliği'ne, Astrahan’a, Orta Asya'ya, Hazar'ın güney sahillerine petrol, tuz gibi çeşitli mallar taşınıyordu.
Pirverdi’ nin deniz kenarında küçük bir evi ve incirli, üzümlü küçük bir bağı vardı. Yazları ailesini oraya göçürürdü. Çocuklar kızgın güneş altında yetişmiş üzüm ve şireli incirden doyunca yerlerdi. Heyransa ise kışlık hazırlık yapardı. Güneşte üzüm, incir, dut kurutur, beyaz kirazdan recel yapar, çocukların sevdiği yiyecekleri hazırlar, kışlık erişte yapardı. Çömlekçi Pirverdi’nin oğulları her gün imam okulundan eve döndüğünde analarının pişirdiği yemekten yiyerek pazara babalarına yardıma giderlerdi. Mallara bakar, müşteri çağırır, satılacak ürünleri övererlerdi. Pirverdi malları çocuklarına emanet eder yemek yemek için evine giderdi. Aslında o karısı Heyransa’ yı görmek , duyduklarını ona anlatmak için acele ederdi. Akşama kadar bekleyemezdi.
Pirverdi avluya girdiğinde karısı, altı yaşındaki kızı, komşusu kuyumcu Sefikulu’nun karısı Küçükhanım’ la birlikte avlunun ortasında ki dallı, budaklı yüzyıllık fıstık ağacının altına serdikleri bezin üstüne oturmuşlardı. Dolgun bedenli olan Heyransa’nın başına taktığı başlık altından sarkan çifte örükleri neredeyse topuklarına değıyordu. Heyransa dövülmüş et kasesini önüne koymuş, taze asma yapraklarından sarma yapıyordu. Bacı gibi sevdiği Küçükhanım geniş şalvarının verdiği rahatlıkla bağdaş kurup oturmuştu. Elindeki bakır kalıba geçirdiği kırmızı kadife takkeye çeşitli nakışlar işliyordu. O tam bir kuyumcu karısı gibi altın ve gümüş içindeydi. Konuştuğunda mahir ustanın yaptığı elvan mineli, zarif çerçeveli kırkdüğme küpelerini sallıyordu. Dizlerini kucaklayıp oturan kızcağız kadınların ardı arkası kesilmeyen sohbetlerini dinliyor, isteklerini yerine getiriyordu.
Pirverdi avlu kapısının arkasında durarak kasten öksürdü. Kadınlar ayağa kalktılar. Küçükhanım utandığından yaşmağını burnunun üstüne kadar çektiğinde:
− Ben artık gideyim. dedi.
Aynı anda iğne ipliğini ve elişi bohçasını toparladı. İçeri giren Pirverdi’nin yanından sıyrılıp çıktı.
Heyransa sardığı dolmaları acele tencereye dizerek ocağın üzerine koydu. Minderin üstüne oturan kocasına alttan alttan bakıyordu. Nefis kokan zefaranlı helvayı yufkanın arasına koyarak kocasına uzattı. Pirverdi öksürerek boğazını temizledi.
− Zamane çok kötü olmuş Heyransa...
− Yüreğimi koparma bey. Yoksa çocuklara...
− Çocuklarda bir şey yok. Zamaneyi diyorum, dünyanın işlerini. Kahrolmuşlar bırakmıyor ki bir lokma ekmeğimizi rahat yiyelim. Arabı gidiyor, Moğolu geliyor, Moğolu gidiyor, Osmanlısı geliyor, Osmanlısı gidiyor, Sefavisi geliyor.
Heyransa altına minder koyarak kocasının karşısına oturdu.
− Kim geliyor ki?
− Diyorlar ki Erdebil tarafında bir şeyh peydah olmuş. Peygamber neslindenmiş. Kendisi de bizim padişahla kanlı düşmanmış.
− Kanını almaya mı geliyor?
Heyecandan Heyransa’nın boğazı kurudu.
− He.
− Peki, bu milletin günahı ne? Dili dilimizden, dini dinimizden. Yani yine de bizi öldürecek mi?
− Mesele biraz farklıdır hanım. O, dinde değişiklik etmiş. Bizimde değişmemizi istiyor.
Heyransa biraz sinirlendi.
− Padişahımız bu işe ne diyor?
− Sarayda herkesin haberi var. Ordu ayağa kalktı, kaleyi güçlendiriyorlar. Her saat meydana haberci gelerek, şahın emirlerini getiriyor. Görünüşe göre savaş olacak, asker topluyor.
− Allah, beni öldür. Diyerek Heyransa dizlerine vurdu.
− Bizim çocuklar daha çok küçük bey. dedi.
− Bende gitmeliyim hanım. Böyle bir zamanda bütün halk gibi bende gereken neyse onu yapmalıyım.
O yutkunarak titrek sesle:
− Çocuklarıma iyi bak. dedi.
***
Ordu ilerliyordu.
Önde alemler ve atkuyruğu eklenmiş, üzerinde bedirlenmiş ay tasviri olan yeşil bayrak taşıyorlardı. Ordunun önünde beyaz at üstünde genç komutan ve arkasında kızılbaş askerler yürüyordu. Onların her biri şeyhoğlu şah yolunda, din mezhep yolunda, sünni yezid dedikleri Şirvanşahlardan kısas almak için canını vermeye hazırdı. Hicazi develer hökküldüyor, arap atları kişniyor, yedi çift öküzün koşulduğu mancınık ve top arabaları en arkada geliyordu.
Ordu hazar denizi kıyısından ilerliyordu.
Neler görmüştü Hazar, neler? Yüksek dalgalar, sahillerindeki kum tepeleri, yerin bağrına sancılmış kayalar daha neler gelip geçmişti. Bundan sonra daha nelere şahit olacağını kendisi de şimdilik bilmiyor, ama hissediyordu. Semada kızaran güneşin kızıl iz yaptığı, pırıl pırıl yanan sular dalglarla çırpınıp beyaz köpüğe dönüyordu.
Karşıda üzüm bağları göründü.
Yaz idi. Asmalar puçur puçur dolmuş ve uzamıştı. Açık renkli taze yapraklar par par parlıyordu.
Komutan durdu. Geri dönerek ordusunu seyretti. Adım seslerine karışan mızrak, kalkan, kılıç çınıltılarını dinledi. Önlerinde ki büyük savaşta acaba onlardan nicesi canını kaybedecek? Güçlü ve sağlam Bakü kalesini, Şirvanşahların kudretli kış ikametgahını almanın hiçte kolay olmayacağını biliyordu genç komutan. Ordu yolundan dönemezdi. Yol ise üzümlüğün içinden geçiyordu. Aylarca verilen emeğin sonucunda meydana gelmiş, nice aileyi geçindirip, besleyecek asmalıklar ayaklar altında kalarak mahvolacaktı.
Mustafa asmalar arasında yere oturmuştu. Taze meyvelerden koparıp yiyordu. O yerinden kalkıp genç komutanın önüne geçti.
− Ey deli derviş, heybendeki nedir?
− Kitaplar.
− Ne öğrendin onlardan?
− Ne öğrendimse, onlardan öğrendim.
− Dinin, mezhebin nedir senin?
Derviş başını çevirip ay tasvirli yeşil bayrağa baktı:
− Dinimiz de, mezhebimiz de birdir ağam. Hu.... Ya Rehim... Hu... Ya Rahman... Hu... ya Cabbar... Hu...Ya Gahhar...
− Peki, buralarda ne işin var?
− Kale şehirini dolaştım, ağam.
− Ne diyor ahali? Mezhebimizi kabul ediyorlar mı?
− Onlar şeyhimizin mezhebini anlayamıyorlar.
− Diyorlar kale çok sağlamdır.
− Evet, ağam. Kuş bile uçup içeri giremez.
− Biz yolunu buluruz. Ya Allah.
− Bu dünyada her zaman kaçanda Allah demiş, kovalayanda. Affet ağam, ama onlar öz memleketlerindedir, bizimle de işleri yoktur.
− Onlar yeri, göğü yoktan var eden Allah’ın buyurduğu yola gitmemişler. Gönderdiği Resulün halifelerine inanmamışlar. Biz din ve mezhep uğruna şavaşacağız. Tek olan Allah kimin yanındaysa o galip gelir.
Ordu dervişin yanından geçip üzüm bağlarına girdi. Sel gibi akarak Bakü kalesine doğru ilerledi.
Ayaklar altında ezlerek mahvedilen bağların yanında Mustafa, kitaplarını önüne dökerek sayfalarını çeviriyor, beğnini deşen sorulara cevap arıyordu. Aniden mavi suların çarptığı kayanın arkasından birinin kendisini seyrettiğini hissetti. Bir hışıtı, bir ses duymadı, sadece hissetti. “Kim var orda?” diye bağırdı. Birisi gölge gibi kayarak kayanın diğer tarafına geçti. “Kimsin?” Mustafa dervişlere mahsus temkinini yitirip, yerinden kalktı. “yoksa sen misin?” diye pıçıldadı. O, deli gibi kayanın yanına koştu. Orada hiç kimse yoktu. Gölge karşıdaki kum tepesinin arkasına kaydı. Kuma bata çıka oraya gidince, onunla saklambaç oynayan sanki hayal olup suya girdi. Gece oluncaya kadar Mustafa oraya, buraya koştu. Bağırdı, çağırdı. Külahı başından düştü, ayakkabları ayağından çıktıdı. Gah suya girdi, gah kayaların üstüne tırmandı. Gah kum tepelerinde aradı. Hiç kimseyi görmedi. Niyayet kendisini kaybederek sahilde sırtüstü düştü.
***
Yedi gün Bakü kalesi muhasara altında kaldı. Kale çok muhteşem ve yüksekti. Üçkat muhkem duvarla, bir tarafı denizle, karada ise geniş ve derin hendekle çevrilmişti. Dairevi delikli, uzun mazgallı gülleleri vardı. Denize bakan tarafında başı bulutlara değen kız kalesi şavaşarak alınamaz, yüceldikçe yücelirdi. Oldukça sıkı kilitlenmiş çifte kale kapısının önünde, kadim Bakü’ nün sembolü olan öküz ve aslan şekli oyulmuştu. Kemerli kapının kulelerinin etrafına dağılmış Kızılbaş birlikleri tekrar tekrar hücum ederek saldırdı. Tarihte de Şirvanşahlar hanedanına sadakatli olan bakülüler metanetle ve inatla vuruşurlardı. Aralarında kızlar, gelinler de vardı. Onlar istihkamlarının alınmazlığına, büyük silah, müdafa levazimatı ve erzak ihtiyatına güveniyorlardı. Kalın duvarların üstündeki mazgallardan oklar sağanak gibi yağıyordu.
Aralıksız hücumlar neticesiz kaldı. Duvarları yarmak için kurdukları mancınıklar, duvarları aşmak için dayadıkları merdivenler işe yaramadı. Ama aslan gibi vuruşan bakülüler muhasaracıların kuzey tarafta ki kale burçlarından birinin altından lağım atılmasından habersizlerdi.
Şirvahşah ve oğlunun şehirde olmadığını hiç kimse bilmiyordu. Şehrin müdafasını şehzadenin mert eşi komuta ediyordu.
Kızılbaşlar açtıkları lağımla kalenin kuzey burcunu patlattıklarında bile bakülüler kendilerini yitirip dağılmadılar. Duvarda açılan yarığı çadır keçesiyle tıkayarak müdafya devam ettiler.
Kalenin alınmadığını işiten şeyhoğlu şah, büyük bir orduyla yardıma geldi. Kendisi ordunun başına geçerek kale etrafındaki hendekleri taşla doldurmalarını emretti. Handekler doldurularak yerle birleştiğinde Safevi askerleri kale üzerine sel gibi akarak kendilerini savaşın orta yerine attılar. Ozanlar çaldı, keranay çalgısının sesi savşçıları coşturdukça coşturdu. Onlar kale duvarına tırmanıp yeşil alemi’ i burca diktiler. Şehrin bütün kule ve kapılarında kanlı çarpışmalar oldu. Bakülüler teslim olmadı. Hançerler, her köşe, her ev için inip kalkıyordu.
Şehir nihayet mağlup oldu. Kılıçların çıngıltısı, insanların bağrışmaları şehrin ortasında hayli zaman devam etti. Kıyımın önüne geçmek için Bakü’ nün yetmiş saygın kişisi, ellerinde kur’ an, boyunlarında kılıç, sırtlarında kefenle şeyh oğlu şah’ın huzuruna vararak aman dilediler.
***
Güneş batmıştı. Derviş Mustafa kale duvarının etrafındaki cesetlerin arasından ağlayarak gidiyordu.. Onların arasında hem kızılbaş askerleri, hemde şehri müdafa edenler vardı. Her yerde kuma saplanmış mızraklar, kırık kılıçlar görünüyordu. İrili ufaklı taşlar ayak altında kalıyordu. Kuzeyden esen Xezri ruzgarının gazaplı sesi duyuluyordu. Kumu cesetlerin üzerine sepeliyor, sanki utanç veren bu sahneleri örtbas etmek istiyordu.
Kalenin dibinde cesetler üstüsteydi. Kıvrılmış vazıyette düşüp kalmışlardı. Bazıları çok gençtı. Ancak onaltı on yedi yaşlarındaydı. Halik’ in yarattığı kainatın şerefli varlığı olan insan, kanla yoğrulmuş çamurlar içindeydi.
“Bu rüya olmalı.” O, bir cesedin yanında durdu. Başlığının altına topladığı uzun örükleri açılarak kumun üzerine dağılmıştı. Erkek kıyafeti giyerek onlarla omuz omuza savaşıyormuş. İnce yüzünün bir tarafı yoktu. Kılıçla bölünmüştü. Kanı kuma karışarak kap kara olmuştu. Bu dehşetli manzaradan dervişin bağrı yarılır gibi oldu. Çok korktu. Geri geri çekilince ayağı birşeye ilişti. Cüsseli bir adamın cesedi üzerine düştü. Onun sinesinde derin yara vardı. Cam gibi olan gözleriyle dervişe bakıyordu. Eli de ona taraf uzanıktı, sanki dünyadan doymamıştı. Sanki yarım kalan işlerini söylemek istiyordu. Derviş onu tanıdı. Çömlekçiydi. Şehir pazarının girişindeki dükkanında çay içmeye davet etmişti. İki oğlu da babalarına yardım ediyordu. “Acaba oğulları yaşıyormu?” diye acı acı düşündü.
Diyarlar gezen, dünyanın birçok yerini gören derviş böyle bir kırgın, böyle bir talan görmemişti. Başını kaldırıp karanlık semaya baktı. Onu arıyordu, Allahı! Hırıltılı bir sesle “Neredesin? Görüyormusun?” dedi.
Gafilden karşısınd bir cengaver peyda oldu. Üzerinde başlıklı bürüncek, elinde hançer vardı. Dervişi tanıyınca hançeri yere attı. Kıyafetine yakışmayan ince sesle:
− Dediklerin oldu derviş! dedi.
− Nesrin!
Kız diz üstü çöktü. Arkaya kayan başlığının altından dağınık saçları göründü. Başını aşağı eyip haykırırcasına ağladı.
− Dediklerin birer birer oldu derviş. Saraylara layik dedin, şah sarayına düştüm, kan dökülecek dedin kan deniz oldu. Nereden bildin? Nasıl bildin?
− Bunlar bana ilahiden geldi, melekler fısıldadı yavrum. Allah herşeyi bilendir. O herşeyi görür.
− Peki hani? Hanı O? Niye bize yardım etmedi? Diyerek inledi kız.
− Bende bilmek istiyorum. O nu arayıp bulacağım. Soracağım.
Uzaktan sesler duyuldu. Kızılbaşlar adamlarının cesetlerini topluyorlardı. Mustafa kızı yerden kaldırdı.
Kız yalvardı.
− Evimze gitmek istiyorum dervişim. Dedemi görmek...
− Bu taraflarda ne yıkılmamış bir ev, ne de bir insan var nur-i didem...
***
Hazarın beyaz yelkenli sularında hüzün vardı. Kız kalesinin tepesinden kendisini atıp, ona sığınanlara, kızıl kumların altında yatanlara sanki ninni söyüyordu. Pak sularına akan gözyaşlarından doymuştu. Şahit olduğu kanlı hadiselere bazen gazaplanıyor, suları kükrüyordu.
Kumlu sahillerde iki insan gidiyordu. Kan kokan bu sahillerden uzaklaşıyorlardı. Geceye yakın biraz daha hızlanmış rüzgar onların giysilerini savuruyor, kumu kızarmış gözlerine çarpıyordu. Son defa muhteşem Bakü Kalesine bakarak yollarına devam ettiler. Onlar hak, adalet aramaya gidiyorlrdı…