Kurutepe’de


 01 Ağustos 2023



Muradım Irmağı’ndan üç kilometre
kıyıda kalan Kurutepe
köyünün kendi deresi pek
küçüktü. Bu dereyi köpekler
zıplayarak geçer, sıcaktan
bunalan buzağı tutup da
girerse boylu boyunca uzanır,
serçe burada boğulup
ölmekten korkmaz... Çoktandır
artık köy halkının derede
çarık ıslatmalık dahi su bulamamaya
canları sıkılıyordu.
Sonunda, bu yıl, samana
gidene kadar, biraz boş vakit
bulup dereyi bent yaparak
taşırmak istediler. Belirlenen
gün sabah erkenden köyün delikanlıları, kızları,
bazı ihtiyar erkekleri ve bütün oğlanları
kürekler, küsküler, baltalar taşıyarak dere
boyuna indiler. Kolhozun avlusundan bir on
iki kadar araba da geldi. Ve hep birlikte işe
koyuldular.
İşte o vakit ırmak boyundan koşarak gelen
ince boyunlu, küçük suratlı, büyük gözlüklü
bir delikanlı göründü. Elinde defterle dolma
kalem tutan bu delikanlı hele bir kişiye gidip
sokuldu, hele ikinci kişiye gelip gözüktü, ancak
kimsenin yanında da uzun süre durmadı,
hep nereyeyse koştu, birini
aradı. Kolhozcular, çalıştıkları
yerden doğrulup, birbirlerine:
“Kim peki bu, nereden
gelmiş ki?” ― diye sorduklarında,
diğerleri: Şeytan bilir
kendisini, şehirden gibi, kim
olduğunu söylemiyor.” ―
diyerek cevap verdiler.
Küçük suratlı, büyük gözlüklü
delikanlı ırmak boyunda
işte öyle etrafa koşup durdu
da sonra kayboldu.
Küçük dereyi aynı gün bent
yaparak taşırdılar. Önce yarığı dolduruverdiler.
İşte su birikmeye başladı. İlk olarak su,
dere kıyısında tay tay duran kazları ördekleri
yukarı kaldırdı. Kazlar, başlarını dik tutup kibirle
yüzdüler, ördekler ise yüzükoyun saplanıp
derenin dibini aramaya başladılar. Sonra
çocuklar soyunarak şaldır şuldur suya girdiler.
Suyun kıyısından bakan delikanlıların da
bazıları, şevklenerek tarançaların arasına atılmış
turnalar gibi çocukların ortasına zıplayıverdiler.
Böylece tavukların yürüyüp geçtiği
dere, kendisini tanıyamaz, ayna gibi parıldayan
küçük bir göl gibi oluverdi. Ancak... Kurutepe’nin mutluluğuna sığmadı
su bendi, pek kısa ömürlü oldu o. Ertesi gün
tam da geceleyin kudurmuş, kuvvetli rüzgarla
birlikte yağmur geldi ve dünyayı batırıncaya
kadar harap ederek kovalarca yağdı. Çukurlarla
kaplı engebeli yerlerden dereye aktarılarak
gelen sel, bendi aştı da gitti. Sabah şafak
vakti kalkıp dışarı çıkan insanlar, bendin
daha yukarısından selle birlikte otların, dalların,
ağaçların dolanıp yumak olarak aktığını
görüp kalakaldılar.
...Su gitti, yeniden köpeklere zıplayıp geçmelik
kısa dere oluverdi.
Bu durumlardan sonra yaklaşık bir hafta zaman
geçince kolhozun başkanı acilen yönetim
kurulunu topladı. Üç ihtiyar ağabey, bir
teyze ve muhasebeci delikanlı masanın etrafına
dizilip oturdular. Başkanın donuk suratı
memnuniyetsiz, turuncumsu bıyığı yukarı
kalkmış, bakışı acımasızdı. Her nasılsa kötü bir
haber söylemek için toplanılmış gibi, o uzunca
bir süre konuşmadan durdu da: “Ofisin
kapısını iyice kapattınız mı?” diye soruverdi.
Yönetim üyeleri, epeyce şaşırıp birbirlerine
baktılar. Ondan sonra başkan, başka bir söz
söylemeden, önünde duran gazeteyi alarak
muhasebeciye uzattı:
buyur, oku şu yerden!
Delikanlı şaşakalıp gazeteyi eline aldı, “öhö
öhö” diye boğazını temizledi ve başkanın
dürterek gösterdiği yerden okumaya başladı:
“Kurutepeliler baraj kurmaya giriştiler...”
Delikanlı durakladı ve başkana uzanıp baktı:
gözbebeğini döndürdün? dedi başkan, öfkelenerek.
Oku!
Delikanlı, gözlerine hiç inanamayarak, afallayarak
okudu:
“...Yaza ait güzel tan. Ağaçlarda bülbüller cik
cik öter. Yapraklarını sallandırarak, usulcacık
nazlı rüzgar eser. Gökyüzünde yükselen güneşin
pembemsi ışıltısı yayılır. İşte bu şekilde
cilvelenerek yaza ait tabiat gözünü açar...”
, masal mı bu ha? ― dedi dizine dayanarak
bıyığının ucunu tutarak oturan bir ağabey.
...
“... Ancak tabiat gözünü açıncaya kadar, Kurutepe’nin
insanları çoktan kalkıp sokaklara
çıkmışlardı. Öbek öbek insan ırmak boyuna
hareket eder, her yerden kızların delikanlıların
mutlu gülüşleri, şen türküleri duyulur. İşte
boyunduruklarına kırmızı kurdeleler bağlanmış,
püsküller takılmış atlara doluşan gençler
garmun çala çala, türkü söyleye söyleye
geçip giderler. Nedir bu? Niçin insanlar bu
kadar tantanayla çayıra hareket ederler? Bahar
bayramı mı yoksa? Bu sevinç, bu eğlence
onun için mi acaba? Yok, bu bahar bayramına
gitmek değil... Bu tabiat ile mukaddes
mücadeleye çıkmak, bu zor ama şanlı göreve
kolları sıvamaya başlamaktı. Bugün Kurutepeliler
müstakbel barajın temelini atmaya
çıktılar...”
Estağfirullah! dedi teyze, kendisi de anlamadan.
Muhasebeci delikanlı da köpürdü:
“Evet, onlar bugün Kurutepe nehrine bent
yapmaya başlıyorlar. Tabiatın vahşi gücünü
dizginleyerek, onu insana hizmete koşuyorlar.
Uzun süre de geçmeden, sersemleyerek
akan nehire betonarme ile bent yapılır (Başkan
iki eliyle başını avuçladı.), barajın üzerine
hidroelektrik santrali kurulur, nehrin suyu
onun türbinlerini döndürmeye başlar.”
“...Aşağıda, ırmağın kıyısında, şevkli çalışma
köpürüp kabarır. Kıyının başında kolhozun
doksan yaşındaki hürmetli ihtiyarı Habibrahman
dede, derin düşünceye dalarak bakar.
Ben dedenin yanına usulca gelip dikeldim ve
konuştum:
Ya, nasıl, dede, kolhozun barajı olacak mı?
Olacak, kardeşim! dedi dede, beline yaklaşmış
sakalını sıvazlayarak, güçlü inançla.
Evet, onun olacağına Kurutepe’nin ak sakallı
ihtiyarından tut, zar zor tay tay duran bebesine
kadar inanırlar.
Dj. Şeveli ”
Delikanlı okuyup bitirince dahi, dudaklarını
kımıldatıp durdu, gazetenin diğer tarafını çevirip baktı, anlaşılan o ki ona yetmedi. Yönetim
üyeleri epey bir zaman anlamadan sessiz
kalarak, birbirlerine bakıp oturdular. Gülmek
mi ağlamak mı denen bir yüz ifadesi vardı onların
her birinde... Sonunda başlığını gözüne
indirerek takmış bir ağabey ilk olarak konuşmaya
başladı:
Ha-hay gevelemiş bu Şeveli!
Haklısın, dedi ağabeylerin ötekisi, şaşırarak.
İyice utandırmış tabii ki.
Kim peki o Şeveli? dedi teyze, uzatarak. ―Bizim
köyde gazeteye yazan Şeveli yok elbette?!
Bu soruyu beklemiş gibi, başkan hemen öfkeleniverdi:
İşte bu, bu! Nereden gelmiş, nasıl biri o, peki
hanginiz gördü, kim tanır?
Ağabeyler omuzlarını silkerek kollarını açtılar:
Haberimiz yok, bilmiyoruz.
Bilmiyorsunuz? Öyleyse, kim ona bu bariz yalanı
yüklemiş peki, evet, ben size soruyorum?
Ağabeyler yine kollarını açtılar: Allah bilir!
Başkan masaya yaklaşıp yumruğuyla sertçe
vurdu:
Bulmalı o kişiyi!
Muhasebeci hatta sıçrayıverdi. Gözlerini kırpıştırarak
ürkekçe:
İşte burada Habibrahman dede diye söylemiş
anlatanı, dedi. Dur hele, öyle bir ihtiyar yok
gibi bizde...
O ihtiyarı araya araya kafam şişti benim, dedi
başkan. Dirilerin arasında değil, ölülerin arasında
da bulamadım ben onu.
Ondan sonra ağabeyler yine bir defa daha
köyün bütün ihtiyarlarını teker teker akıllarından
geçirdiler, ancak Habibrahman isimli ihtiyar
bulunmadı.
Yoksa Feyzirahman dedeyle mi karıştırdı acaba?
dedi tereddüt ederek önceki uzun bıyıklı
ağabey.
Muhtemelen öyledir hele, dedi teyze, acele
ederek. Dereyi, önüne bent yapıp taşırdıkları
gün sahil kıyısında gezmişti o, kendim gördüm,
gerçekten!
Başkan derhal muhasebeciyi Feyzirahman
dedenin peşinden koşturttu. Sonra, sakinleşmek
istemiş olsa gerek, o evvelki gazetenin
kenarından yırtıverdi de, üç dürmeliği birlikte
sarıp ağzına götürdü. Ağabeyler de onun
kesesine uzandılar. Yakıverince, sigaralarının
ucuna üfleye üfleye, bu beklenmedik durum
hakkında konuşmaya başladılar. Ha-hay,
komşular şimdi gülerler artık. “Hidroelektrik
santralinin dumanı çıkıyor mu?” diye göz de
açtırmazlar. Şimdi ne yapmalı?
İşte muhasebeci delikanlı Feyzirahman dedeyi
yanında getirerek girdi. Dede selamlaştı,
ona baş köşeden yer verdiler. Ondan sonra
soruşturmaya başlandı.
Dede belki mahsus, belki gerçek epey bir
zaman Şeveli’yi hatırlayamadı. Sonra: “Haa!”
dedi, ”Öyle!” diyerek uzattı, sürekli iki eliyle
bastonunu sürterek temizledi, ondan sonra
yine bir defa soruverdi:
Şeveli diyorsun değil mi?
Evet, dede, Şeveli...
Öyleymiş. Yanıma küçücük biri gelmişti öyle.
Çocuk desen gözlüklü, delikanlı desen ne
boyu ne bosu... Şehirden diye söyledi gibi...
Ne konuştuğunu unutmuşum şimdi, ihtiyar
adamın hafızası ne ki!
Dedenin ağzından lafı kerpetenle alan başkan:
Feyzirahman dede, sen sadece bir şeyi hatırlamaya
çalış hele, dedi. Hidroelektrik istasyonu
mu kuruyorsunuz diye sordu mu o sana?
Ne sıtasyon?
Haydi, elektrik santrali.
Haa... Liktürük sıtasyonu mu diyorsun? ―
Dede uzunca bir süre bekletti. Sordu tabii, o
kişi, Celalettin kardeş.
Ne diye sordu?
O şimdi, liktürük sıtasyonunuz olur mu, diye
sordu. 

Peki sen ne dedin?
Ben mi? Olacak, Allah izin verirse, dedim.
Ağabeyler iki elle baldırlarına vurdular.
İşte, yiğitler! Göndermiş meğer haberi!
Başkan gözleriyle dedeye tamamen “saplandı”:
Gerçekten söyledin mi sen bunu, Feyzirahman
dede, yoksa kandırıyor musun?
Kandıracak zamanlarım geçmiş benim, Celalettin!
dedi dede, uzatarak.
Peki, bizim şu kovanın dibinin batmadığı deremizde
kurabilirler mi onu?
Orasını ben bilmiyorum artık, çocuklar! Derede
olmazsa, Muradım’ın kıyısında olur, amma
velakin bir şekilde gelip olacak elbette o!
Niye, doğru söz değil mi yoksa?
Orası öyle, Feyzirahman dede, dedi başkan,
kederlenerek, ama işte şimdi, bu yıl değil elbette
o, anlıyor musun onu?
Dedenin de biraz hatrı kaldı muhtemelen,
çene ucunda yapışmış duran küçücük sakalını
ciddiyetsiz silkiverdi.
Ben de bu yıl diye söylemedim, olacak dedim.
Neden, doğru değil mi? Hı, yoksa olmaz
mı diyorsunuz?
Yönetim üyeleri birbirlerine bakarak kafalarını
salladılar da gülüşüverdiler. Doğru söze
cevap yok. Aslında Feyzirahman dede gazeteciye
saf doğrusunu söylemiş: Evet, kolhozda
elektriği olmayan kalmayacak!
Yine de etraf tantana etmeye başlayacak diye
şu dereyi çabucak yeniden set yapıp taşırdılar
da üstüne sadece küçücük beyaz, kütükten
duvar oturtuverdiler. Tek taşlı değirmen
bu... Arkadaş Şeveli geçip giderken onu hidroelektrik
santrali diye düşünmüş. Tuhaf ki,
değirmen ile hidroelektrik santralini ayıramamış.
İşte bu bize gülmek için bir şey!
1956

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 200. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 200. Sayı