HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HİDAYET ORUÇOV 2
HUDAYBERDİ HALLI 3
Osman Çeviksoy 4
KEMAL BOZOK 5
İdris Özler 6
UFUK TUZMAN 7
Maksut Şeyhzade şair, dramaturg, araştırmacı ve öğretmen olarak Özbek edebiyatı ve medeniyeti tarihinde adını sonsuza kadar yaşatabilecek büyük bir simadır. Onun “Mirza Uluğbek” trajedisi Özbek edebiyatının dram türündeki en önemli eserlerinden biridir. Bu eser edebiyatımızın gururu ve baş tacı oldu; nice yıllar boyunca sahnelerden inmedi. Olayların akışı, gerginlikler, monologlar, dramın gücü ve onun perde perde yükselmesi, bestelerin muhteşemliği, heyecan ve fikirleri barındıran ateşli mısralar, dilinin kendine özgü olması, akıcılığı – onun yetenekli bir oyun yazarı olduğunu kanıtlamaktadır. Maksut Şeyhzade bu trajedisiyle “Özbek Shakespeare” derecesine kadar çıktı.
Maksut Şeyhzade “Celalettin Mengüberdi” dramında hürriyet, adalet, vatanın özgürlüğü için mücadele veren büyük komutan, Padişah karakterini yarattı. Bu eseriyle yazar kendisini cesaretli bir edip olduğunu göstermiştir. Dram ne kadar başarılı olmuş ve toplumun beğenisini kazanmış olsa da, dönemin zorbaları, kıskançlar tarafından gerekçesiz bir şekilde karalandı ve yazarın başına bela yağdırıldı. Şeyhzade daha 19 yaşında genç bir delikanlıyken kendi memleketinde milliyetçilikle suçlanıp sürgün edildi; daha sonra da Azerbaycan’dan Taşkent’e sürüldü. Bu süreç boyunca birçok meşakkati başından geçirdi. Onu rahat bırakmayan insanlar burada da onun peşine düştüler, Şeyhzade 1952 yılında tutuklandı ve 25 yıl Sibirya’ya sürgün edilme kararı çıkartıldı. O dönemde halkı, vatanını düşünen ve bunu kaleme alan büyük yetenek sahipleri için bu geleneksel bir kader haline dönüşmüştü. Şair başına gelen külfet ve baskıları daha sonra “Hıyaban” şiirinde şöyle ele almıştı :
…Ama talih beni daim sevmedi, Bazen zaman yılı yıla hiç bağlamadı. Sahralara rastladım ki, ne ırmak, ne göl, Sürgünlere gönderildim, ne ufuk ve ne yol, -
Lakin başına gelen külfetler Şeyhzade’nin iradesini kıramadı, o parlak geleceğe olan inancıyla yaşadı, iyimser bir şair olmaya devem etti.
Şairin geçtiğimiz yüzyılın 20’li yıllarından 60’lı yıllarına kadar olan dönemdeki edebi hayatında gündem olan konuları işleyen şiirleri daha ağır basmaktadır. 1958 yılında neşredilen “Çeyrek Asır Divanı” seçme eserler toplamına giren birçok şiiri işte bu kategorideki şiirlerdir. Ama yeri gelmişken şunu da belirtmemiz gerekir ki, şair bu dönemde yazdığı bazı şiirlerinde kendisini vatansever, hürriyet ve adaletin savunucusu olarak ortaya koymaktadır. Örneğin “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kalıbında yazılan “Phenyan’ın kanı” şiirinde (1951) şairin hürriyet ve özgürlük duygularının gizlendiğini görebiliriz.
Erk aşkında kaynayan o asıl kan,
O günahsız kızıl kan,
Bebekler beşiğinden döküldü,
Analar kalplerinden döküldü,
Ve evlerin gözlerinden,
aynalardan döküldü.
Ah, o gün nice masum kızların
tebessümü solmuştur!
Elbet gökte inatçı katil
bunu görüp gülmüştür!
Bu mısraları okurken istemsizce tarihçilerin Çar hükümetinin memleketimize ettiği vahşilikler, katliamlar hakkındaki şahitlik ettikleri aklımıza gelir. Yeri gelmişken tarihçi Beyani’nin sömürgeci Çar askerlerinin Mangıt kalesindeki çocuk, yaşlı dinlemeden, hatta kedi ve köpekleri bile öldürüp, bir katliam gerçekleştirdiği aklımıza gelir. Kızıl ordu üniformasını giyip gelen Daşnakların 1918 yılında Kokand’ı kana buladığı, yağmaladığı aklımıza gelir. Bugün biz bu satırları yazarken Şeyhzade’nin bunları kastedip kastetmediğini anlamak güç. Ama şunu da söylememiz gerekiyor, şairin kalbi özgürlük ve adaleti ayakaltı eden sömürgecilere karşı nefret beslediği aşikar. Aynı zamanda şair bu kırımlar için bir gün cevap verileceğine, “Adaletin haksızlığı lanetle ateşe gömdüğü” günün, yani bağımsızlık gününün geleceğine tüm kalbiyle inanırdı:
Senin asıl ve kızıl
o günahsız kanların,
Baskıncıyı boğacak
müthiş tufan olacak,
O haykıran anaların feryadı –
Çekirgeyi kovacak,
Kısas – boran olacak!
Bu mısraları okuyan okurun kalbinde erk, özgürlük, hürriyet duygularının uyanmaması mümkün değil.
60’lı yıllarda onun şiirleri daha da ünlendi. Şairin “Göller”, “Şiir- gerçek güzelliğin kız kardeşiymiş”, “Özbekistan”, “Park” gibi şiirlerinde benzersiz teşbihlerin olması, düşüncelerinin berraklığı, tasvirli ifadeleriyle ayrı bir yere sahiptir. Şeyhzade diğerlerinin göremediği şeyleri gördü, yeni ahenkler, yeni şiirsel karakterler yarattı, akılda kalan teşbihler keşfetti. “Özbekistan” şiirinin daha ilk mısraları insanın dikkatini çekiyor:
Hep kapalı sandıkta saklanır hava,
Ama o kaybetmiş hava nefesin,
Ona hava demek, aslında değildir reva,
Tutuklu kalmıştır arzu hevesim.
İnsanın yaşaması için hava lazım, ama bu havayı sandığa hapsetmişler, bir de bunun üstüne o hava olma özelliğini de çoktan kaybetmiş, tutukluluk arzu ve hevesi boğup öldürmeye başlamıştır. Bundan anlaşılacağı üzere memlekette insanın insan gibi yaşayabilmesi için hiçbir imkân kalmamıştır. “Hâlbuki bu çağlar erkin pervazda, Halka yoldaş olup oynayıp koşan”, geçmişte hür, özgür yaşayan lirik kahraman şimdi arzu hevesten bile yoksun kalmıştır. Bu erksizlik, tutkunluk sovyetlerin hükmettiği döneminin dehşetli manzarasıdır. Bu öyle bir ortam ki, “Eskiyip, bulanıklaşan kırık aynada, Güzeller hüsnünün viranesi var”. Bu mısralarda her türlü erkinlik, hürriyete, özgür düşünceye, hatta arzuya bile kelepçe vuran totaliter sovyetler döneminin iç yüzü açıkça resmedilmiştir.
“Şiir – gerçek güzelliğin kız kardeşiymiş” şiirini belli bir derecede yukarıdaki şiirin mantıksal devamı diyebiliriz. İlk bakışta şiirdeki konu poetika, sevgi ve güzellik olduğun düşünülür. Hakikaten de şair sevgiyi, güzelliği yüceltir. Övmek de, ama ne övmek; Şeyhzade güzelliği, sevgiyi öylesine övmekle yetinmiyor, mısraların içine toplumsal sorunları da anlamlı bir şekilde sindire sindire yazıyor.
Şiirsiz sokağı talih lanetlemiş,
Burada sevginin menzili kapalı…
Kıvanç burada gezer keyfi de kaçmış –
Yaşlı müştak gibi boynu de bükük…
Talihin lanetlediği sokakta sevginin menzili kapalı, mutluluğun boynu bükük olması okuru düşünceye sürükler. Anlamlı bir şekilde yazılan bu mısralardan okur adalet ve sevginin olmadığı yerde güzellik olmaz; bundan dolayı da adalet ve güzelliğin karar bulması için mücadele etmek lazım diye bir sonuca ulaşır.
Şeyhzade’nin bakış açısı, estetik dünyası onun sadece tiyatro eserleri ve şiirlerinde değil, belki edebi eleştirel makalelerinde de kendini göstermektedir. Şeyhzade’nin oyun yazarlığı, şiirleri hakkında çok yazı yazılmıştır, ama onun araştırmacılığı üzerinde yeteri kadar durulmamıştır. Bundan dolayı Şeyhzade’nin edebiyatçı bir âlim olarak yazdığı eserleri üzerinde biraz durmamız doğru olur diye düşündük.
Şeyhzade edebi tenkidi makaleleriyle kendisinin edebiyatın maksat ve vazifelerini, kanun ve kurallarını iyi anlayan ve anlatabilen, eserleri edebiyat ve içtimai düşünceyi geliştirme açısından doğru değerlendirebilen bir âlim olduğunu gösterdi. Eleştirmen birçok makalesinde öncelikle meselenin derin mahiyetine dikkat eder; yazar dönem ve cemiyet için ne kadar önemli meseleyi kaleme aldığını, hangi fikirleri öne sürdüğünü belirtir, daha sonra istediklerini bedii bir şekilde dile getirmeyi başarmış mı, başarmamış mı – işte bu yönlerini tahlil etmeye ve açıklamaya çalışır.
Şeyhzade bilimsel ilgisinin çerçevesinin geniş olduğu göze açıkça çarpar. O klasik edebiyatımızın dehaları – Alişir Nevai ve Nizami Gencevi, Zahiriddin Muhammed Babür, sonra Furkat ve Mukimi hakkında da, çağdaş yazarlar ve Rus edebiyatı şairlerinin edebi hayatı hakkında da kayda değer makaleler yazmıştır. Alişir Nevai ve Nizami Gencevi, Mukimi ve Furkat hakkındaki makaleleri okurken Şeyhzade’nin bu deha şairlerin edebi hayatına ait kaynakları iyice araştırıp öğrendiğini ve daha sonra kendi fikirlerini sunduğunu söyleyebiliriz.
1965 yılında yazılan “Şiir Denizinden Damlalar” makalesinde Şeyhzade Alişir Nevai’nin döneminin en arif ve danişment kişisi olduğunu belirtmiş, bunun yanı sıra onun klasik şiir sanatını çok iyi bildiğini örneklerle kanıtlamıştır. Özellikle, klasik şiirin gelişiminde büyük rol oynayan tenasüp sanatı (anlamlardaki ilişki ve yakınlığı zıddiyetle değil, uyumluluğuna göre bir yere toplamak) üzerindeki Nevai’nin yeteneğini onun bu gazelini örnek vererek kanıtlamayı başarmış:
Örtenürmen geceler hicrinde andak kim, çarağ,
Revşan, öyle, rişte cismimdir, gönül ot, aşk yağ.
Şeyhzade şöyle der: “Yârinin hicrinde, yalnızlık acısını çeken şair kendisini yanan bir muma benzetir. Ama bu zor teşbih gayet katı ve muntazam kaideye – “tenasüp” sanatına boyun eğdirilmiştir. Örneğin: gecenin manzarası ve ayrılık durumu (hicran) birbirine ruh hali bakımından çok yakın. Ama gece odada ışık (mum) yanıyor. Bu da gecenin bir özelliğidir. Ama ışığın (mumun) ilişkisi (ipi) de var (şairin vücudu). Çırak ışık saçması için onun yanması lazım (onun ateşi – şairin gönlü). Mum yanarken eriyip akıp dökülür (şairin gözyaşı). Bundan görünüyor ki, burada bağlanma kuralı derin ressamlık prensibine uydurulmuştur”.
1947 yılında yazdığı “İlyas Yusuf Nizami” makalesinde eleştirmen Nizami sanatı hakkında yazarken şairin “hüsnü tehlil” (olayı bilmesine rağmen daha sade bir biçimde anlatmak) sanatını bir örnek ile açıklar. Şeyhzade bu makalesinde Nizami Azerice bilmesine rağmen eserlerini niye Farsça yazdığı konusu üzerinde de durmuştur. Eleştirmen XII yüzyıl koşullarında Kafkas, Orta ve Küçük Aysa hem de diğer Müslüman ülkelerde Farsçanın şiir dili konumuna geldiğini, bundan dolayı da Nizami kendi isteğine zıt olsa da eserlerini Farsça yazmaya mecbur kaldığını belirtir. Bunun dışında, Şeyhzade’nin kaynaklara dayanarak verdiği bilgiye göre en önemli etkenlerden biri de eserleri sipariş eden dönemin yetkili kişileri, padişahlar Türkçeyi hor görüp, ecnebi dili olan Farsçada yazmayı şaire şart olarak koymalarıdır. Nizami “Leyla ile Mecnun” un giriş kısmında Şirvan Şah’ın böyle bir buyruğu olduğunu beyan etmiştir. Nizaminin eserlerini Farsçada yazdığından yola çıkarak onu hala Fars diye düşünenler Şeyhzade’nin bu makalesini okuyup gözleri açılacağına ne şüphe!
Şeyhzade çağdaş edebiyat konusunda da kendisini bilim sahibi bir uzman olarak gösterebildi. Zeki eleştirmen olmasının yanı sıra ilke sahibi, talepkâr, helal ekmek yiyen şefkatli biri olabilmesi lazım diye düşünüyoruz. Bu özellikleri Şeyhzade’de görebiliriz. Hâlbuki 30-50’li yıllar edebi eleştirmenlikte yazarın edebi hayatını hor gören, onun eserlerinde pislik arayan ve sonucunda şairi parmaklıklar ardına, sürgüne, hatta ölüme göndermeye sebep olan makaleler yazmak bir örf adet haline gelen zamanlardı. Ama Şeyhzade helal ekmek yiyen bir adam olduğu için de bu yollardan yürümedi. Onun Gafur Gulam, Hamid Alimcan, Samet Vurgun hakkındaki makalelerinde yazara karşı olan saygısı kendini göstermektedir. Şeyhzade yazarı ezecek, onun gururunu yere çarpacak şeyler söylememiş. Eksiklerini kibarca, kelimelerine dikkat ederek belirtmiştir. Örneğin, eleştirmen Gafur Gulam hakkındaki “Şair dili – halkın dili” makalesini 1964 yılında yazmış. Bu makalede eleştirmen Gafur Gulam “liriğinde gerçekten heyecanla üzerinde durulduğunu anlamak, fikirlerinde coşku ve ruhsal çöküşün, gazap ve şefkatin, mizah ve kederin, hatiplikle ressamlığın sentezini hissetmek zor değil” diye yazmış ve fikrini belli başlı örneklerle kanıtlamıştır. Gafur Gulam’ın hayatta olduğu zaman onun yüceltip övüldüğü, çoğu kişinin eleştirmeye korktuğu bir zamandı ve Şeyhzade “şairin tüm şiirleri başarılıdır diyemeyiz… Onda daha basit ve zayıf deyimler, boş vaaz veren unsurlara rastlayabiliriz” diye gerçek bir eleştirmenlik yaptı ve bu görüşünü de yine örneklerle kanıtladı.
Şeyhzade’nin tüm edebi eleştirel makaleleri bir seviyede, talepkarlıkla yazılmış diye düşünüyor değiliz tabi ki. Onun bazı makalelerinde talebin biraz azaldığını görebilir, zayıf olan eserleri zamaneye uyup hadden ziyade övgü yağdırdığını da söyleyebiliriz. Şeyhzade dönemin belli bir muhitinde yetiştiğinden gelen bu noksan o dönemdeki diğer yazarlarda da var. Şeyhzade’nin yazara saygı göstermesi, onun dışında şefkat ile yaklaşması, eserlerini halis değerlendirme ilkelerinin olması, Özbek edebiyatının en sağlam eleştirmenlerini şekillendiren etkenlerden biriydi. Bu da döneminin edebi hayatına büyük etki göstermiştir. Onun makaleleri günümüzde de kendi önemini yitirmemiştir. Bu eserler edebiyatı anlatmak için, ayrıca okurun zevkini terbiye etmek için hizmet etti ve halen de etmekte.